Senem Tüzen’in Niğde’de bir köy evinde bir araya gelen anne kızın hikâyesini anlattığı "Ana Yurdu" yıllardır Türkiye sinemasına düşen en heyecan verici filmlerden.
Bir yanıyla Yeni Türkiye sinemasının kurucu yönetmenlerinin ilk filmlerini hatırlatıyor: Bir aydın ve onu geri çağıran kökleri. Ancak Tüzen’in anlattığı hikâye, özellikle 2000’li yıllarda Türkiye sinemasında artık bir janrı oluşturan “aydın bunalımları” filmlerine hem benziyor hem de benzemiyor. Sanki bir kadının topluma arkasını dönmesi mümkün değil, çünkü başını suyun üstünde tutmak bile daimi bir mücadeleyi gerektiriyor. Belki de aynı yolculuğu bir kadın yapınca aynı yere varılmıyor.
Bir de, Ana Yurdu’nu izleyince insana, sanki başkarakteri kadın olan bir film, istese de kendi üzerine kapanıp dünyaya kulaklarını tıkayamazmış gibi geliyor. Film boyunca yabancılaşmayı değil sürekli boğuşmayı, dönüşümü, doğrudanlığı ve bıçak sırtı bir dengeyi izliyoruz. Ve bir evin içindeki küçük hikayesini takip ederken derinlerde, kuruluşundan bugüne Türkiye’nin hafızasını da yoklayan başka bir büyük anlatıya akan film, usta bir yönetmenin elinde her karesi sembollerle örülü görsel bir dile tercüme oluyor.
Senem Tüzen bu sembolleri bazen bilinçli kurduğunu, bazense sezgisel olarak ortaya döküverdiğini anlatıyor. Yüzyılın yüküyle dolmuş bir zihnin yavaş yavaş akmaya başlaması, sonra o akıntının birikip yükselmesi gibi. Yönetmen profesyonel ve amatör oyuncularını bir araya getirmek için onlara “sınırlı bir alanda sınırsız özgürlük” vermeye çalışmış. Filmin kendisi de öyle: Bir hikâyenin sınırları içinden, sınırsızlığa uzanmaya çalışıyor. Bu yüzden filmin zengin dünyasında bir kere de Senem Tüzen’in rehberliğinde dolaşmak istedik.
Umut Tümay Arslan, “Bu Kabuslar Neden Cemil” kitabında Yeşilçam’ın 70’lerin sonunda baba-oğul hikâyelerine dönüşünün toplumsal nedenlerini arar. Baba-oğul hikâyeleri sonra da sinemamızda kendine yer buldu, Babam ve Oğlum’la doruğa ulaştı belki... Filmin yaratıcısı olduğunuzu bir anlığına unutup sorsak: bugün bir anne-kız hikâyesinin peşine düşen bir yönetmen-yazar acaba sinemamızın neyi eksik anlattığını düşünmüştür?
Zor soru bu. Bir filmi bitirince değerlendirmek zordur, kısa filmlerimden de biliyorum, en az iki yıl “şunu yaptım, bunu yapamadım” hesapları filmi gerçekten görmenize engel oluyor. Hem de ben bir sinema tarihçisinin, sinema yazarının kapsamlı bakışına sahip olduğumdan kuşkuluyum. Ama farkında olduğum, amaç edindiğim şeyler üzerinden yanıtlamaya çalışabilirim.
Yeşilçam’ın baba-oğul ilişkisini bu kadar kullanması ve babayı sürekli haklı çıkarması çok olağan, hemen hemen ekolojik bir sonuç gibi geliyor bana. Ana akım bir ideolojinin, geleneksel Türk ideolojisinin kaynağı ve üreticisi konumuna düştüğü için Yeşilçam’ın sürekli gelenekselliği onaylayan bir yerde olması çok normal. Mesela Hollywood’da da en fantastik eserde bile baba-oğul ilişkisi işin içine girer ama serbest market merakında dolayı tam tersine oğulun kendini gerçekleştirmesi, bireyselliğini ilan etmesi ile sonlanır eserler. Muhafazakâr bir toplum olunca bizde de doğal olarak babanın-annenin haklı çıkmasıyla noktalanıyor.
Ben iki açıdan sıkılmıştım: hem Türkiye özelinde, babaları haklı çıkaran ideolojiden, hem de baba-oğul izlemekten, dünyayı ve varoluşu onlar üzerinden anlamlandırmaya çalışmaktan. Orada kendimi bulamayınca o yalnızlık duygusuna karşı savaştım.
Sizi dışarıda kalmış hissettiren neydi?
Bu baba-oğul meselesi, Freud’dan dolayı, yüzleşemediğimiz, farkında olmadığımız, nefreti içeren, çok sert duyguların bastırılmışlığından yola çıkılarak anlatılır.
Freud insanın bilinçaltına yönelik kendi bakış açısını dayatmıştır biraz. İnsan psikolojisinin çok katmanlılığını doğru tespit etmiştir, ama getirdiği karanlık yorum onun kendi fikridir. Jung’un da ona bir cevap olduğunu düşünüyorum. Zaten birlikte çalışırlarken Freud’dan kopup kendine bir yol açtı. Jung’u biraz dişi buluyorum. Freud’un sertliğine, ideolojisinin eleştirilemezliğini kuruşuna karşılık, Jung daha muğlak, daha karanlık olana, “acaba mı?” dedirtene merak duyan biri.
O yüzden de Jung-yen bir bakış açısıyla, anne kız ilişkileri üzerinden varoluşla hemhal olan, varoluş acısını dile getiren bir film yapmak istedim. Anne-kız da o varoluş sıkıntısında temel noktalara tekabül ettikleri için, ve ben bireyi tek başına analiz edemeyeceğimden gelinen bir nokta aslında.
Biz anneyi yavaş yavaş delirten bir din takıntısı görüyoruz ama senaryonun ilk halinde milliyetçiliği üzerine de vurgular varmış. Ortaya çıkan film bu sahneleri içermese de gölgesini hissediyor gibiyiz. Filmdeki anne, Halise, nasıl biri?
Benim annem Halise gibi emekli öğretmen. Öğretmen okulu mezunlarında bazı insanların yadırgadığı o hal oluyor.
Cumhuriyet ideolojisinin deforme ettiği insan biçimlerinden söz edebiliriz. Onlar kendi haline bırakılsa, modern, şehirli, şehre uygun bir insan olamayacaktır aslında... Hem altyapıları yoktur, hem malzeme o yönde değildir.
Ama geçtikleri tedrisatla ülkenin hedef aldığı noktaya doğru onlar da bir atılımda bulunmak istiyorlar; öyle bir kadın olmak istiyorlar, çünkü değerli ve ideal olan kadın o. Nefeslerinin kesildiği yere kadar elinden geleni yapıyor ama yarı yolda kalıyorlar. Biz Halise’yi arada kalmış halinde, havada asılı kaldığı noktada görüyoruz.
Peki ya kız, yani Nesrin?
O da farklı değil. Bugün içinde yaşadığımız kapitalist çağda bireyin içine hapsolduğu bir ideal var, sanki kendini gerçekleştirmek tek başına yapılabilirmiş gibi görünüyor.... İnsanları mutsuz ediyor bu: Dur bir kendimi gerçekleştireyim de geleyim, gibi olmayacak bir amaca yönlendiriliyoruz. Varoluşumuzun etrafımızı saran her bir bireyle ve toplumla ayrışmaz, karşılıklı bir ilişki içinde olduğunu unutur gibi oluyoruz.
Ayrıca devlet ideolojisi olarak bireyleri bir ideale yönlendirmek, onları sınırlandırmak, farklı farklı halleriyle var olan bu toplumu olduğu gibi kabul etmeyip de onu yukarıdan inşa etmeye, toplum mühendisliğine soyunmak bireylerde mahrem alanlarda çok değişik deformasyonlar yaratıyor. Bu bana çok ilginç geliyor. Uzağımızda sandığımız iktidarın, en mahremdeki tezahürlerini izlemek. Bu anlamda Nesrin’in arada kalmışlığın ikinci kuşağı olduğunu düşünüyorum, aslında arada kalmışlık da bir miras. O bir yandan kendi acısını çekerken bir yandan da ona miras bırakılmış bir şeyin acısını çekiyor. Kendisini gerçekleştirememesi ona miras bırakılmış bir kompleks. Bütün ülkede var olan bir durum. Yalnız bireysel bir acı değil, ülkeden ona sinmiş bir hal. Arada kalmışlık meselesi kendimde de hissettiğim bir şey.
Ben Halise’nin dindarlığının sıkışmışlığının dışavurumlarından biri olduğunu, biraz evrensel bir şeyi simgelediğini düşünüyorum ama bu konuda farklı fikirlerin dillendirildiğini duydum...
Muhafazakârlık her toprakta birbirine benziyor. “Arkadaşlar ne getirdik, geleceğe ne miras bırakacağız, bir bakalım” diyen bir kesimle, “dokunma, incinir, parçalanır, kırılır” diyen iki sesin her kültürde olan savaşı aslında...
Korumak isteyen ve bu korumada seçici davranamayanla; olanla mutlu olamayan, neden daha iyi bir dünyada yaşamıyoruz diye acı çeken ve dünyayı daha ileri çekmeye çalışan iki kutbun sürekli gerilimi. Bizim topraklarda neden Hıristiyan da olsa, Müslüman da olsa annelerin dili hep birbirine benziyor? Herhalde kökeninde Şamanizm’den gelen batıl inançlar, totemler, onların ifade ettiği semboller, sembollerden hallenme var, Anadolu’ya ait bir hal...
Film o yüzden mi her an gerilime savrulacakmış gibi?
Evet, daha da komedi gibi başlayıp, gerilime doğru gidebilirdim aynı malzemeyle. Allah rahmet eylesin, Ahmet Uluçay yaşasaydı o böyle bir yola girebilirdi bence. Onun yarıda bıraktığı, peşinden gidilmeyen bir alan var: Anadolu mistisizmine doğru. O alanda güzel şeyler üretilebilir diye düşünüyorum.
Orası rasyonel, entelektüel, yani “us” olan bir zihinle eleştirilip yargılanacak bir yer değil. Yaşlı annelerde cadılık bilgeliği, hemşirelik bilgeliği gibi kendine has bir bilgelik var. Bence içine girip seçip almak lazım. Türkiye’de sürekli tümden sahiplenme ya da tümden reddetme arasında sıkıştırılıp kalmak beni çok yoruyor.
Anadolu’da erkek aklın onu karanlık bulduğu için yargıladığı, bu yüzden de sıkıştıkça gerçekten daha batıla ve hurafelere doğru giden, oysa bence içinde başka imkanlar olan bir bilgi var. Ben Anadolu tarafını biliyorum ama Mezopotamya’da da var bu.
Taşra nasıl bir yer?
“Taşra” da bana şehirden bir terim gibi geliyor ama nasıl ifade edeceğimi henüz bulamadım. Köy diyorum bazen...
Ben de Nesrin’in geçtiği yollardan geçtim. Köyü, oranın bilgeliğini önce nostaljik bir ideal olarak arzu nesnesine dönüştürdüm, sonra gerçekten o yapının içine girsem neden orda kalamayacağımı gördüm. Ve bu iki durum arasında bir denge kurmaya gayret ettim. Elbette biten bir yolculuk değil bu, şu an bir noktasındayım. Ama bir yandan kendimi hâlâ oranın bir parçası olarak görüyorum, uzaktan yukarıdan eleştirip yargıladığım bir şey değil de bir tespit. İçinde bulunduğum bir ruh hali.
Romantizm, icadında kadınların çok az parmağı olmasına rağmen kadınların üstüne kalmış bir akım. Oysa erkek sinemacıların açtığı gayet romantik bir yoldan anti-romantik bir şekilde giden bir kadın sinemacının filmi var karşımızda. Duyguları anlatmak zordur, duygusallık dengesini kurmakta zorlandınız mı?
Çok izafi bir şey olduğunu gördüm: Bazıları filmi soğuk bulurken, ne kadar duygusal, ne ağır drama diyenler de oldu. Ben bu denge üzerine hayatta da çok düşünen biriyim. Hayatla olabildiğince yakın ve dürüst bir ilişki kurarken, nasıl duygusallığa çok kapılmayacağız? Ya da tersi... Bir filmi yazarken ve çekerken, hatta henüz hayal ederken, kişinin kendisine çok dürüst olması gerektiğini düşünüyorum.
Romantizmi küçümser hale geldik çünkü onda bir yalan olduğunu keşfettik. Farkında olmasa da her insanın içindeki çok temel bir değer dürüstlük, o ideal nedeniyle bir süre sonra romantizmi hakir görmeye başladık. Ben bu anne kıza ve onların yaşadığı toprağa olabildiğince kayırmadan bakmaya gayret ettim. Bana bu bir gayrettir, kimse tam olarak ulaşamaz gibi geliyor.
Ana Yurdu bu kadar görüp gösterebildi, film zaten yaratıcısının da varamadığı dingin, serin bir bakış açısına ulaşmak için çekildi. Bir de tabii, ben bu anne-kız ve toprak meselesinin başka insanların da meselesi olduğunun farkına varmasam bu filmi yapmaya kalkmazdım. Bu yüzden duygularımı sansürlemeden, ehlileştirmeden paylaşmak için kendimi sonuna kadar zorladım.
Yakın dönem Türkiye sinemasında üç mum sahnesi kafamda bir araya geliyor: Bir Zamanlar Anadolu’da, sonra Bulantı, sonra Ana Yurdu. Sizin çektiğiniz sahnenin etkisi ilk ikisinden çok farklı; cep telefonunun ışığı var, sert bir gerilim var, çatışma var, bir tür romantizmi tersine çevirme ve ironi var...
Evet doğru, ilginç bir inceleme konusu olabilir. Ama ben kendi filmim üzerinden ironi hakkında konuşabilirim: Kendini önemseme hali var ya Türkiye sinemasında... Kendisini çok önemseyen erkekler var, çok ciddiler, kendilerine takılmayı başaramıyorlar çoğu zaman.
Esra’yla beraber (Bezen Bilgin) bu kendini önemse haliyle uğraşmak istedik. Elinde sigara, gözleri bilgisayar ekranında, her an yazmaya başlayabilirmiş gibi poz kesişiyle mesela... Bence bir insan kendini çok fazla önemsemese yaşayacağı trajedinin dozu belli bir düzeyde kalır... Elbette bunu bireysel ve kolektif felaketleri, savaşları dışarıda tutarak söylüyorum.
Aklıma takılan objeler var. İlki ayna...
Çünkü karakterlerin kendileriyle karşılaşmasının hikâyesi bu. Yüzleşme demek istemiyorum. Ayna, kendi yansımasıyla karşılaşma. Halise Nesrin’in, Nesrin Halise’nin farklı frekanslar ve gerçeklikteki yansımaları. İkisi farklı zamanlar yaşıyorlar, bu iki kadın üzerinden kendi zamanları birbiriyle çatışıyor. Bir yerde daha söylemiştim bunu: Halise ile Nesrin arasında çift taraflı bir ayna olmak istedim.
Uygunsuz şekilde küçük ve tuhaf bir yerde asılı duran aynalar var, köylerde hep öyledir sanki, kendine bakmak bir çaba gerektirir...
Evet köylerde hep öyle olur, tuhaf tuhaf aynalar vardır. Doğru düzgün bir ayna assana... Köyde insanın kendisiyle, kendi görüntüsüyle bu kadar açıktan ilgilenmesi ayıptır.
Düzgün, büyük bir ayna çok batılı, şehirli, aristokrat bir şeydir. Ona ihtiyaç yoktur. Küçük el aynalarını duvara asarsın olur biter. Köyler şehirleri etkilerken şehirler de sürekli köyleri etkiliyor ama ortaya garip bir şey çıkıyor sanki.
Peki ya kapılar?
“Bir eşik olarak kapılar”. Bir farkındalık eşiği. Son zamanlarda bu filmi bir farkındalık hikâyesi olarak görmeye başladım. Özellikle Nesrin’de, ne kadar bazılarına negatif gibi de görünse, kim olduğunu anlama konusunda bir ilerleme var. Kapılar da eşikler. İlkin, zorlanarak ve zorlayarak giriyor, en son korkuyla içeri sızıyor. Mahrem alanlara açılıyor kapılar.
Neden en son çanı çaldırmamaya uğraşarak içeri sızıyor?
Orası beni de etkiliyor, ne düşüneceğimi bilemiyorum. Nesrin beni bazen sanki yabancı bir karaktermiş de karşılaşmışım gibi etkiliyor. Çanı çaldırmadan girişinde bir an olup bitenlerden utandığını bile düşünebiliriz ama sonunda beden dilinde utanç falan hissedilmiyor. Ama kapı bir de erkin sembolü esasen, annenin kontrolü ele geçirişini, Nesrin’e de bunu sergileyişini gösteriyor.
Zeki Demirkubuz’un kapılarını düşünmemek zor...
Öyle olması çok doğal. Hiçbir eser müstakil değildir. Ben bunu bilinçli yapmadım ama bu yönetmenleri izleyerek büyümenin sonucudur. Her eser çağına karşı bir cevaptır ama önceki eserlere de cevaptır.
Tanzimat döneminde edebiyatta yapılırmış ya, aynı ismi deforme edip bir eserle cevap vermek... Benim çok hoşuma gidiyor bu, yapasım geliyor ama sinema sanki sağından solundan etkilenmemesi gereken bir şeymiş, her yönetmen bireysel kaynağından lekesiz öyküler çıkarırmış gibi bir hava var...
Ekmekli bir sahne var, anlatması zor ama sadece yönetmenlik tercihleri o sahneyi çok sert ve cesur kılıyor. Kutsallar üzerine konuşmak lazım belki de...
Kutsal addettiğin şeylerle bu kadar hemhal olurken, böyle belden aşağı gündelik şeyler yaşanabilir. Bir dindar kendini Salavat getirdiği sırada tuvalete giderken bulabilir. Bu kesişmelerin yaşanmaması mümkün değil. Hayatta bazı şeyleri kutsallaştırmaya çalışıyoruz, oysa yok saydığımız, hijyenikleştirmeye çalıştığımız bir alanda hayatımızın yüzde otuzu, kırkı var. Kendimizi yok sayar gibi sürekli bedenin kirli olarak tanımlanan taraflarından kurtulmaya çalışıyoruz...
Tamam, kutsala da ihtiyacımız var; dokunulmamış bir iyilik güzellik bulmak istiyoruz ki devam edebilelim, kim kendini çirkin görerek yaşamak ister ki? Bence bu kutsallaştırma çabası da insanın iyi niyetini, safiyane yanını gösteriyor.
O sahnede bizim toprağımıza has bir delilik hali var. Kutsallaştırmanın dozunu kaçırdığın zaman, bastırdığın tüm o duyguların bir biçimde nasıl ortaya çıkabileceğiyle ilgili. Dinsel kadın sohbet programlarında da fark ettim: Kendini çok liberal, özgürlükçü, açık fikirli bulan ama aslında bunları kelimeye dökemeyen entelijansiyamızın aksine burada her şeyin çatır çatır konuşulması ilgi çekici.
İki profesyonel oyuncuya gerçek köylüler eşlik ediyor. Zor bir yöntem bu, nasıl cesaret ettiniz?
Bu mesele beni o kadar korkutuyordu ki neredeyse filmi çekmeyecektim. Bu ikisinin ilkesel olarak kaynaşamayacağını düşünüyordum, muhteşem bir Fransız kadifesi ile basma kumaşından elbise yapmaya çalışmak gibi geliyordu.
İlk önce sadece amatörlerle çektiğim kısa filmim Süt ve Çikolata’da bulduğum yöntem üzerine gittik, oyuncu üzerine daha kontrolcü bir şeyi denedik. Ama öyle olunca sonuç profesyonellerle yakaladığımız rahatlıkla yan yana gelemiyordu.
Sonuçta bir çözüm bulundu. Nesrin’i oynayan Esra ile Emine’yi oynayan Fatma’ya çok az müdahale ettim; Sınırları kesin hatlarıyla doğru bir şekilde çizip, belirlenen alan içinde olabildiğince az müdahale etmek. Tabii bunun için çekim yaptığın çerçeveyi ve seçtiğin oyuncuları iyi tanıman gerekiyor. Sonuçta, ben “Bir kızın saat kaçta eve girip çıkacağı üzerine konuşun,” deyince tam benim yazacağım gibi, ama benim yazacağımdan daha iyi diyaloglar çıktı:
“Yalnız bırakılmaz ki kız evladı.... Buğday ticine benzer kız evladı, destekleyip durcaksın... Elli yaşına geldim hala çarşıya pazara tek başıma gitmem ben...”
Buğday tanesine benzermiş. Çok fena ama şiirsel aslında. Bunlar benim yazdığım replikler olamaz tabii ki, temayı verip, sınırlı bir alanda sınırsız özgürlük sağlayınca ilginç noktalara varabileceğimizi gördüm. (EK/EKN)