Emek, dayanışma ve direniş diyen Antonio Gramsci; Mussolini önderliğinde İtalya’da başlatılan sosyalistleri, aydınları, muhalifleri, kentleri, köyleri ve doğayı kuşatma harekâtının kurbanlarından biriydi.
Mussolini’ye suikast girişimi bahanesiyle 1926’da ilan edilen olağanüstü hâl kapsamında tutuklandı. 1928’deki “yargılamada”; “komplo kurma, sınıflar arasındaki nefreti kışkırtma ve anayasayı değiştirmeye teşebbüs” suçlamasıyla hüküm giydi. Yargılandığı duruşmada savcının, “Bu zihnin çalışmasını durdurmalıyız,” demesi de tarihe geçti.
Hapse atılmadan evvel devrimin ve Marksizm’in, teoriden öte pratik (praksis) olduğunu söyleyen Gramsci, faşizmin yükselişe geçtiği 1920’lerde İtalya Komünist Partisi’nin kurumsallaşmasında görev alırken, tutuklama dalgasının sosyalist hareket için bir yenilgi olduğunu düşünüyordu; bu durumu anlamak ve anlatmak için hapishanede metinler kaleme aldı, mektuplar yazdı. Devletin ideolojik aygıtları ve hegemonya sorunu, o metinlerde işlediği temel meselelerdi. Bizzat onlara maruz kalmasının yanında, devrim pratiğinin yukarıdan aşağı değil, tam tersi yönde gerçekleşmesi gerektiğini ifade edince hem faşistlerin hem de ortodoks Marksistlerin tepkisini çekmişti.
Teori ve pratiğin birliği
Fikirlerini pekiştirmek için fabrika konseylerindeki çalışmalara büyük önem veren Gramsci, kapalı kapılar ardında politika üretilmesini ve teoriye körü körüne bağlı kalınmasını değil, üretimin ve emeğin öznesi işçilerle yan yana olunması gerektiğini savunuyordu.
Yoldaşları, Marksizm’in dogmatik yorumundan uzak duran Gramsci’ye sütre gerisinden sert eleştiriler yöneltmişti. O da buna karşılık, halktan kopan aydınları yererken hem popülizmi elinin tersiyle itiyor hem de teori ve pratik birliğine ilişkin fikirler sıralıyordu. Bunların en başında da hegemonyayı merkeze yerleştirdiği dünya görüşü ve kültür geliyordu. Egemen sınıfın dünya görüşünü ve kültür anlayışını halka dayatmasıyla ete kemiğe bürünen hegemonyaya karşı yürütülen mücadele, aynı zamanda faşizmle didişme anlamına geliyordu. Bu mücadelenin özünü ise her zaman ve her koşulda arıduru bir diyalog oluşturuyordu.
“Bella Ciao: Gramsci’den Ne Öğrenebiliriz?” başlıklı yazısında (Birikim, 28 Ekim 2009) Kıvanç Koçak, düşünürün söylemi ve fikirlerinin çerçevesini çizerken bahsi geçen mücadeleye de atıf yapıyor: “Antonio Gramsci’nin fikirleri kendi içinde birbirine bağlı, ayrılmaz bir bütünlük sergiler. ‘Eylemde ve söylemde yenilik’ derken ‘aydın-toplum ilişkisi’ne; ‘aydın-toplum ilişkisi’ derken hegemonya sorununa, sol/devrimci bir harekette kültürün ana taşıyıcı noktalardan birisi olduğuna; ‘kültürel hegemonya’ derken Marksist diyalektiğe, toplumu dönüştürmede dogmalara saplanıp kalmamaya; ‘ideolojik açılım’ derken halkın en geniş cephesine ulaşmaya vb. bağlanır.”
Yılgınlığa, kayıtsızlığa, dogmalara ve daha önce söylenmiş sözlere karşı çıkan Gramsci; yaşamdan, vicdandan, toplumdan ve tahakküm altına alınarak ezilmek istenenlerden yana olduğunu anlatmıştı ömrü boyunca. Hüküm giydikten sonra yazdığı tüm metinlerde olduğu gibi mektuplarında da bu söylem ve eylemlerinin yanı sıra ruh hâlini ve itildiği yalnızlığı da dile getirmişti.
Hapishaneden Mektuplar, yalnızca içeriden dışarıya gönderilmiş, dört duvar arasındaki yaşam koşullarını yansıtan metinler değil; Gramsci’nin bilgilerini, fikirlerini ve yürüttüğü mücadeleyi, kavramlaştırmalarını ve söylemini dünyaya duyurduğu politik satırlardı. Dolayısıyla belli bir döneme aitmiş izlenimi yaratsa da hayli güncel ve zamanını aşan metinler…
“Ne kurbanı ne de kahramanı oynamak istiyorum”
Mussolini önderliğindeki faşizm, İtalya’da kendisine muhalif herkes gibi Gramsci’yi de “kamu güvenliğini tehdit ettiği” gerekçesiyle demir parmaklıkların ardına yollayınca düşünür, ömrünün son on yılını (1926-1937) geçirdiği hapishaneden ailesine duygularıyla beraber şifrelediği fikirlerini mektuplar aracılığıyla gönderiyor. Büyük bölümünü tek başına bir hücrede geçirdiği bu on yılda, haftada bir-iki kez yazmasına izin verilen mektuplar, onun dış dünyayla bağlantı kurmasının tek yolu hâline geliyor.
Hapishaneden Mektuplar’da Gramsci’nin mahkûmiyet yolculuğuyla karşılaşıyoruz. İçeriden dışarıya seslenirken cezaevi koşullarının her geçen gün zorlaştığına, mektup ve mektupların sayfa sayısının kısıtlandığına tanık oluyoruz. Bu şartlarda Teresina Gramsci’ye yazdığı 26 Mart 1927 tarihli mektubunda neden cezaevinde bulunduğunu anlatıyor düşünür: “Ben siyasi nedenlerden dolayı cezaevinde bulunuyorum, onurumu lekeleyecek nedenlerden dolayı değil. Bunun tam tersi olduğu düşüncesindeyim: Her şeyden önce, eğer onurumu, namusumu, gururumu korumasaydım yani deyim yerindeyse bilinci sarsılacak ve görüş değiştirecek yapıda olsaydım tutuklanmazdım ve Ustica’ya gitmezdim.”
Gramsci, çocukları ve eşi Giulia’yla yan yana bulunamadığı için hayli öfkeli. Bu, tahliye kararı geciktikçe, daha doğrusu serbest bırakılma umudu yitip gittikçe daha da büyüyor.
Mektuplarında, cezaevinde yaşamını devam ettirmeye uğraşan ve mahkûmiyet nedenlerini sorgulayan bir Gramsci’yle karşılaşıyoruz. Bu sürece, hesaplaştığı zamanın ruhu da dışarıdayken edindiği çalışma disiplinini cezaevinde sürdürme çabası da dâhil. 26 Kasım 1927’de annesi Giuseppine Marcias’a yazdığı mektupta ifade ettiği gibi “arabalar, evler dolusu sabır” da tekdüze yaşamı ve herhangi bir konuya yoğunlaşma güçlüğü de bu sürecin önemli parçalarından biri. Yine de kendisine çalışmak için belli başlı konular seçiyor: Yakın geçmişte İtalya’da kamu düşüncesinin biçimlenişi, karşılaştırmalı dilbilim, Pirandelli tiyatrosu, dizi romanlar ve edebiyatta halk beğenisi… Bu tasarılarıyla birlikte, onu diri tutan şeylerin başında “içinde her zaman taşıdığı alaycı ve hiciv dolu ruh” geliyor.
Gramsci, dışarıya haber göndermede ve dışarıdan haber almada sıkıntılar yaşıyor. Mektup sayısının kısıtlanması, kendisine çalışmaları için asgari koşulların sağlanmaması ve hatta doğru düzgün kalem verilmemesi de mevcut güçlüğü artırıyor. Tüm bunlara rağmen, durduğu noktadan geri adım atmadığı gibi içeriden dışarıya umut yollamayı da ihmal etmiyor; Carlo Gramsci’ye yazdığı mektuptaki (12 Eylül 1927) satırlar bunun örneklerinden biri: “Her şey yitirildiğinde ya da yitirilmiş gibi olduğunda bile işe yeniden baştan başlayarak sükûnetle yeniden çalışmaya koyulmak gerektiğine inandım. Her zaman, yalnızca kendine ve kendi gücüne güvenmek gerektiğine inandım; hiç kimseden hiçbir şey beklememek ve dolayısıyla da düş kırıklıklarına uğramamak gerektiğine inandım. Yalnızca bildiğin ve yapılabilir olanı yapmayı ve kendi yolunda yürümeyi amaçlamak gerektiğine inandım. Benim moralim çok yüksek; isteyen benim bir şeytan, isteyen de bir ermiş olduğuma inansın. Ne kurbanı ne de kahramanı oynamak istiyorum. Sıradan, yalın bir adam olmaya inanıyorum; derin inançları olan ve dünyada hiçbir şey için tükürdüğünü yalamayan bir adam olmaya inanıyorum.”
“Her yanı tutuşturabilecek korkunç biri”
Tutukluluğunun ilk döneminde, hapishanede en fazla üç yıl kalacağını düşünen Gramsci, günler geçtikçe salıverilme umudunu yitiriyor. Sıkı bir gözetim altında tutulurken istediği gibi çalışamamaktan mustarip şekilde tuhaf bir aylaklığın içine düşüyor. İçeri gönderenler, “her yanı tutuşturabilecek korkunç biri olduğundan” şüphelendiği için Gramsci’nin şartlarını biraz daha ağırlaştırıyor. Bu koşullar altında, cezaevindeki yaşam ile dışarıdaki arasında bir ayrım yapıyor 4 Kasım 1929’daki mektubunda: “Hapishanede nedenler ve sonuçlar arasındaki ilişkilerin tümü normal hayattakinden tamamen farklı çünkü duyguların ve eylemlerin etki ve tepkisinde, temel unsur olan özgürlük ve göreceli de olsa normal yaşam eksik.”
Gramsci, hapiste kaldığı süre boyunca hem dışarıyla haberleşmeye ve yakınlarına kendi durumuyla ilgili bilgi vermeye çalışıyor hem de kim olduğunu ve ne olduğunu, ne yaptığını ve yapmadığını anlatıyor. Bunu bir savunma ve çoğunlukla da fikirlerinden ödün vermeme hâli diye niteleyebiliriz. 12 Ekim 1931’deki satırları da tam manasıyla böyle: “Ben hiçbir zaman, kendisine en iyi para verene kalemini satan ve profesyonel niteliğinin bir parçası yalan söylemek olduğu için sürekli yalan söylemek zorunda kalan profesyonel bir gazeteci olmadım. Tam anlamıyla özgür bir gazeteciydim; bir tek görüşten başka görüşüm asla olmadı; patronları ya da yöneticileri memnun etmek için derin inançlarımı saklamak zorunda kalmadım, asla!”
Gramsci’nin mektuplarında çeşitli hapishanelerde ve kliniklerdeki yalnızlığıyla, zamanın ve geçmişin çözümlemeleriyle, cezaevi koşullarını betimlemesiyle, eşine ve çocuklarına duyduğu özlemle, hapse atılmadan önceki günlerini hatırlayışıyla, çocukluğunu ve gençliğini anlatışıyla, dil ve tarih çalışmalarını sürdürüşüyle, belli bir döneme kadar süren ve bir noktadan sonra azalan umuduyla, buna bağlı olarak ve hapishane şartlarının yarattığı baskının yarattığı ruhsal gelgitleriyle, artan sağlık sorunlarının onu daha da yormasıyla, yoldaşlarından bazılarının kendisini yalnız bıraktığını ve hapisten çıkmasını arzulamadıklarını hissedişiyle ve İtalya’daki faşist rejimden kendisi için hiçbir af talebinde bulunulmasını istemeyişiyle karşılaşıyoruz.
Gramsci’nin kaleme aldığı mektuplar, bize bir insanın hukuksuzca ve zamanın ruhu sadece öyle gerektirdiği için hapsedildiğini açık seçik gösteren birer belge niteliğinde. Hapishaneden Mektuplar’ı okurken ruhsal ve fiziksel açıdan tutsak hâline getirilen bir insanın kaleme kâğıda sarılarak direndiğini ve sonsuza kalacak bir şeyler bırakmaya çabaladığına tanık oluyoruz.
(AB/VC)