İsveç’in kuzeyindeki Kiruna kentinin, altında derinleşen madenin üstüne çökmesin diye “taşınma”sı yılan hikayesi gibi uzarken yeni ve daha çapraşık bir eşiğe dayandı.
Devlet madencilik şirketi LKAB, maden çıkarma çalışmalarının daha önce öngörülmüş olandan da geniş alanlara yayılacağını ileri sürerek kentte yeni arazi alımına çıkmak istediğini açıkladı. Şirketin son projeksiyonuna göre, Kiruna merkezinin yaklaşık üçte ikisi bu gelişmelerden doğrudan etkilenecek.
Şimdiden, mevcut konumundan üç kilometre doğuya taşınmış olan kent merkezi ve simgesel Kiruna Kilisesi’nin ardından, yaklaşık 12 bin kişi daha yer değiştirmek zorunda kalacak.
LKAB, belediyeyle yürütülecek yeni “dönüşüm anlaşması” kapsamında, süreçten etkilenen her konuta karşılık başka bir konut verilerek konutların yeniden inşa edileceğini taahhüt ediyor. Şirket yönetimi bu adımın, madenin güvenli biçimde genişlemesi için zorunlu olduğunu savunuyor.
Kent mi madene uyar maden mi kente uymalı?
Ancak bu açıklama, Kiruna’da uzun süredir bastırılmış olan temel soruyu da yeniden gündeme taşıdı: Bir kentin sınırları, yaşam alanları ve toplumsal hafızası, madenciliğin ihtiyaçlarına göre daha ne kadar esnetilebilir?
“Kiruna vakası” ya da uluslararası literatürde anıldığı şekliyle Kiruna affair, tam da bu soru çevresinde şekilleniyor.
Kiruna, Kuzey Kutup Dairesi’nin hemen üzerinde yer alan, yaklaşık 17 bin nüfuslu bir kent. Ancak bu küçük ölçekli yerleşimin altında, Avrupa sanayisi için stratejik önemde bir varlık yatıyor: Kiruna, dünyanın en büyük yeraltı demir cevheri yataklarından birinin üzerinde kurulu. Kentin kaderi, 1898’de kuruluşundan bu yana, İsveç devletinin işlettiği bu devasa madenle iç içe.
2000’lerin başında LKAB mühendisleri, yeraltı galerileri derinleştikçe kentin altındaki zeminde ciddi deformasyonlar gerçekleşeceğini rapor etti. Bu deformasyonların zamanla, binalar, yollar ve altyapı için güvenlik riski oluşturacağı öngörüldü. Devlet ve şirket, Avrupa’da benzeri pek görülmemiş ölçekteki bir çözüme yöneldi: Kentin önemli bir bölümü taşınmalıydı.
Sökülüp yeniden kurulan bir kent ve yükselen sosyal gerilim
O günden beri Kiruna, adım adım sökülüp yeniden kuruluyor. Evler kamulaştırıldı, sakinlerine tazminatlar ödendi. Belediye binaları, tarihi yapılar ve kiliseler ya bütünüyle taşınır ya da yıkılırken aynı anda, “sürdürülebilir”, enerji verimli ve çağdaş bir yeni kent merkezi inşa edildi. Resmî anlatıya göre bu süreç, sosyal devlet ilkeleriyle uyumlu, planlı ve uzlaşmacı bir dönüşüm örneği olacaktı.
Ancak bu düzenli görüntünün ardında, daha derin bir tarihsel ve siyasal gerilim yatıyor.
Kiruna yalnızca bir mühendislik sorunu yaşamıyor. Kuzey İsveç, uzun süredir maden, orman ve hidroelektrik kaynaklarıyla ülkenin bir tür “kaynak hinterlandı” olarak işlev görüyor. Akademik literatürde bu durum sıklıkla “iç sömürgecilik” kavramıyla ifade ediliyor. Bölgenin yerli halkı olan Sámi’lerin toprağa tasarrufu—özellikle ren geyiği yetiştiriciliği—devlet politikalarında çoğu zaman ikincil bir faaliyet olarak ele alınıyor.
Kiruna’nın kuruluşu da bu ekstraktivist (maden çıkarımcı) mantığın ürünüydü: Kent, maden için kurulmuştu; kent yaşamı, işgücü ve altyapı madenciliğin ihtiyaçlarına göre şekillenmişti. Yönetenlerce bugün kentin yer değiştirmesi, bu modelin istisnası değil, tarihsel sürekliliğinin bir sonucu olarak okunuyor.
Ekstraktivizm nedir?
Ekstraktivizm, doğayı ve toprağı yaşayan bir bütün olarak değil, çıkarılıp taşınacak bir hammadde deposu olarak gören bir iktisat ve iktidar aklı. Bu aklın kurucu unsuru, kaynağın bulunduğu yer ile değerin toplandığı merkez arasındaki mesafe. Bedel yerelde kalırken, kazanç başka yerde birikiyor. Bu yüzden ekstraktivizm, eleştirenler açısından yalnızca madenle değil, mekânın, emeğin ve zamanın tek yönlü tüketimiyle ilgili bir kavram. Çoğu zaman kalkınma, ilerleme ya da yeşil dönüşüm diliyle meşrulaştırılırsa da ekstraktivizm geride kırılgan ekosistemler ve yarım kalmış hayatlar bırakıyor. En yalın hâliyle ekstraktivizm, geleceği bugüne harcama sanatı olarak özetleniyor.
"Yeşil" ekstraktivizm
Kiruna’yı bugün küresel ölçekteki bir tartışmanın bağrına yerleştiren Avrupa’nın “yeşil dönüşüm” hedeflerinde oynadığı rol. LKAB, ürettiği demir cevherini fosil yakıtlara dayanmayan çelik üretiminin, elektrikli araçların ve düşük karbonlu altyapının temel girdisi olarak pazarlıyor. Şirket ayrıca bölgedeki nadir toprak elementleri ve fosfat gibi stratejik minerallerin varlığını duyurarak yeni yatırımların sinyalini veriyor.
Eleştirenler açısından bu tablo, “yeşil ekstraktivizm” olarak adlandırılan bir çelişkiyi ortaya koyuyor: Karbon salımını düşürme hedefiyle, hammadde çıkarımı hızlanıyor; bunun çevresel ve toplumsal maliyetleri ise yerel halklara yükleniyor. Sámi toplulukları, maden genişlemesinin otlakları parçaladığını, göç yollarını kestiğini ve kültürel sürekliliği tehdit ettiğini savunuyor. Halkla danışma süreçlerinin yürütlmesine karşın, toplulukların fiilî bir veto hakkı bulunmuyor; mahkemeler çoğunlukla “ulusal ekonomik çıkar” gerekçesiyle madencilik lehine karar veriyor.
Samiler kim?
Sámiler, Kuzey Avrupa’da—özellikle İsveç, Norveç, Finlandiya ve Rusya’nın Kola Yarımadası’nda—binlerce yıldır yaşayan bir yerli halk. İsveç’te başlıca ülkenin kuzeyindeki Sápmi bölgesinde yaşıyorlar. Ülkede yaklaşık 20 bin–40 bin Sámi yaşadığı kabul ediliyor. Özellikle Kiruna, Gällivare, Jokkmokk ve Arjeplog kentlerinde yoğunlaşıyorlar. Geçimlerinin ve kültürlerinin temelinde yer alan ren geyiği yetiştiriciliği, balıkçılık ve avcılık Sámiler için yalnızca geçim yolu değil, aynı zamanda kimlik ve toplumsal süreklilik taşıyıcıları. İsveç devleti, Sámileri yerli halk olarak tanıyor ve kültürel haklarını, dillerini ve sınırlı ölçüde toprak kullanımını korumayı kabul ediyor. Bu çerçevede bir Sámi Parlamentosu da var. Ancak madencilik ve altyapı gibi “ulusal çıkar” konusu sayılan projeler karşısında Sámilerin toprak üzerinde veto hakkı bulunmadığından, hak ve özgürlükleri çoğu zaman tanınmış ama belirleyici olmayan bir statüde.
İnsan hakları var ama tercih hakkı var mı?
İsveç’in güçlü hukuk devleti ve insan hakları sicili, Kiruna örneğini daha da çarpıcı kılıyor. Kimse zorla tahliye edilmedi; tazminatlar ödendi, prosedürler işletildi. Ancak eleştirilerin odağında şu soru yanıtını bekliyor: Gerçekten bir tercih sunuldu mu? Madenciliğin durdurulması hiçbir zaman masada olmadı; tartışma, yalnızca kentin nasıl ve ne hızla taşınacağıyla sınırlı kaldı.
Bu yönüyle Kiruna, liberal demokrasilerde “fedakârlık bölgeleri”nin nasıl üretilebildiğini gösteren simgesel bir örnek haline geliyor. Avrupa Birliği, enerji dönüşümü için kritik minerallere erişimi güvence altına almaya çalışırken, Kiruna giderek bir “model” olarak sunuluyor: direnişle değil, tazminat ve uzlaşıyla ilerleyen bir ekstraktivizm modeli.
Ancak aynı zamanda güçlü bir uyarı da barındırıyor. Eğer yeşil dönüşüm, büyüme ve hammadde talebi sorgulanmadan ilerlerse, geleceğin bedelini Kiruna gibi kentler—ve Sámiler gibi topluluklar—ödemeye devam edecek.
(AEK)




