Haber, ılımlı da olsa İslamcı bir partinin tek başına iktidar olmasının şaşkınlığını henüz üzerinden atamamış yüreklere su serpiyordu. Kimsenin endişe etmesine gerek yoktu! Bu ülkede anayasayı, yasaları ve hükümetleri aşan ve bir nevi kral otoritesine sahip bir güç vardı.
Vatan gazetesinin 2 Aralık 2002 tarihli sayısının 8 sütuna manşeti, "Kırmızı kitabın kerameti" diye atılmıştı. Kabul etmek gerekir ki, bu başlık gayet isabetliydi! Mevkuteyi elinize aldığınız anda bir "gazetecilik hüneri" ve "editöryal pırıltı" hemen göze çarpıyordu! Haberin spotlarını okumak bile bu kitabın kudretini anlamak için yeter de artardı bile.
Herkes rahat uyuyabilirdi. Çünkü, bu öyle bir kudretti ki, orta sınıfın yaşam alışkanlıklarını garanti ediyor, İstanbul burjuvazisinin tarihsel rotasını koruyordu. Yoksullar ise biraz daha bekleyebilirdi. Dolayısıyla Ak Parti iktidarının bazı aşırılıklarına da, toy bir delikanlının yaramazlıkları gözüyle bakabilirdi. Zamanla düzelir, düzeltilirdi.
Vatan gazetesi haberinin iki spotunda kitabın gücünü bize özetleyiveriyordu:
"Kırmızı kaplı 'Milli Siyaset Belgesi' AKP hükümetine türban affı ve Leyla Zana konusunda geri adım attırdı. Hükümetin hazırladığı AB'ye uyum yasaları paketinden üniversitelerde türban affı ve aralarında Leyla Zana'nın da olduğu hükümlülere yeniden yargılama hakkı tanıyan düzenlemeler paketten çıkarıldı. Başbakan yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır bu gelişmeleri doğrularken, AKP İstanbul milletvekili anayasa profesörü Burhan Kuzu Vatan'a 'MGK toplantısından sonra türban meselesi paketten çıktı' dedi." (Vatan, 2 Aralık 2002)
Bir isim hatası dışında (tam ismi, "Milli Siyaset Belgesi" değil, "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi" dir) yukarıdaki spot her şeyi anlatıyor! Şimdi şu ünlü kitaba biraz daha yakından bakmak kaçınılmaz oldu.
Jeopolitik anayasa
Türkiye, devletin zirvesinde "Kırmızı Kitap" diye adlandırılan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin (MGSB) içeriğini (hatta varlığını) ilk kez 1997 yılında öğrendi. Üzerinde "Çok Gizli" kaydı bulunan bu belge, 1997'de köklü bir değişikliğe uğradı. Üstelik bu değişiklik, gizlilik kaydı taşımasına karşın basına da sızdırıldı. Belli ki, yeni bir döneme girildiğinin kamuoyunca bilinmesi isteniyordu. Hürriyet gazetesinde yer alan haberde, ne kaynak belirtiliyordu, ne mahreç vardı, ne de imza. İlginç bir yıldı 1997. Biraz hafıza tazelemek yararlı olabilir.
Refah Partisi (RP) 1995 seçimlerinde yüzde 21 oy alarak birinci parti olarak olmuş, ancak tek başına hükümeti kuracak çoğunluğa ulaşamamıştı. RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın koalisyon kurma girişimleri de başarısızlıkla sonuçlanınca hükümet, Mesut Yılmaz'ın başbakanlığında Anavatan Partisi (ANAP) ve Doğru Yol Partisi (DYP) tarafından kuruldu. Ancak, bu hükümet, yolsuzlukların örtbas edilmesi konusunda çıkan anlaşmazlık nedeniyle kısa sürede dağılınca, istenmeyen oldu ve Erbakan başbakanlığa tırmandı. DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, Meclis'te aklanması karşılığında RP'yi hükümete taşımıştı. Ülkede gerilim tırmandı. Ordu çok sayıda araçla siyasete müdahale etmeye başladı.
Ordunun krize müdahale etmesinin ilk sonucu, Refahyol hükümetinin düşürülmesiydi. Bu müdahalenin, daha öncekilerden önemli farklılıkları vardı. Ordu, toplumsal muhalefet güçlerini bölmeyi başardı ve önemli bir sivil desteği arkasına aldı. Bu dönemin simge kavramlarından biri "silahsız kuvvetler" oldu.
Ancak, krizin gerçek nedeni sadece RP iktidarı değildi. Dönemin ayırdedici özelliği çok daha derinlerdeydi. Türkiye'deki 50 yıllık Soğuk Savaş rejimi sarsılıyordu. Ülke, yapısal dönüşüm ihtiyacı ile statükonun; içe doğru kapanma eğilimi ile büyüme ve yayılma dinamiklerinin çatıştığı tarihsel bir dönemeçten geçiyordu. İşte, bu dönemecin belli başlı kilometre taşlarını, 6 Kasım 1996 günü meydana gelen Susurluk kazası, bu kazadan 3.5 ay sonra 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı ve yeniden düzenlenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi oluşturuyordu.
İrtica baş tehdit
Türkiye'nin içine girdiği yeni döneme (28 Şubat süreci) karakterini veren asıl gelişme, kuşkusuz 31 Ekim 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısında MGSB'nin yeniden düzenlenmesiydi. Devletin "gizli", "gerçek" ya da "paralel" anayasası olarak değerlendirilen bu belgenin dağıtımı, albay rütbesindeki özel kuryelerle sadece cumhurbaşkanına, başbakana, MGK üyesi bakanlara ve ordunun orgeneral rütbesindeki üst komuta kademesine yapılmaktadır. Hükümet değişiklikleri sırasında, devir teslim işlemleri yapılırken eski başbakan bu belgeyi yeni başbakana verir, bu bilgi satır aralarında yer almasına karşın içeriği açıklanmazdı. Böyle bir belgenin varlığı dahi kamuoyu tarafından yeterince bilinmezdi.
Yeni MGSB'nin eksenini, "milli tehdit" değerlendirmesinde yapılan köklü değişiklik oluşturuyordu. Belgede, komünizmin baş tehdit olmaktan çıkarıldığı resmen ilan edildi. Bu değişiklik, Türkiye'nin son 50 yılındaki en önemli siyasal gelişmelerinden biriydi. MGSB'de, "irticai faaliyetler" ilk kez ulusal güvenlik bakımından "bölücülük" ile eşit, birinci derecede ve öncelikli tehdit unsuru sayıldı. Ancak, belgede siyasal islamın Türkiye için "milli tehdit" olduğu, ek bir cümleyle özel olarak bir kez daha vurgulandı. Siyaset Belgesi'nin birinci ve ikinci maddeleri şöyle:
"-Bölücü ve irticai faaliyetler, eşit ve birinci derecede önceliklidir."
"-Siyasal islam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir." (Hürriyet, 9 Kasım 1997)
Türkiye'de soğuk savaşın bitişi
Yeni tehdit değerlendirmesinin hemen ardından, ordunun savunma ve savaş doktrinini oluşturan "Milli Askeri Stratejik Konsept" de, NATO'nun yeniden düzenlenen savunma anlayışına paralel olarak değiştirildi. Buna göre "irtica" sadece bir iç tehdit unsuru olarak değil, bölgesel bir dış tehdit gücü olarak da görülmekteydi. Çünkü, NATO'nun yeni savunma konseptinde siyasal islam, küresel tehdit güçlerinden biri olarak değerlendirilmişti. Bu "Savunma Konsepti", Türkiye'nin izleyeceği yeni dış siyasetin seyri hakkında da fikir veriyordu. Örneğin, İsrail'le Türkiye arasındaki "Askeri Stratejik İşbirliği Antlaşması" bu dönemde imzalandı.
Siyaset Belgesi'nde yapılan bu düzenleme ile Türkiye'nin Soğuk Savaş dönemine ait yönetim senaryosu değiştiriliyordu. Bir başka anlatımla, Türkiye'de Soğuk Savaş dönemi, "şark usulüyle" de olsa Batılı ülkelerinden 7-8 yıllık bir sapmayla, 1997-98 dönemecinde sona eriyordu.
Neden gecikti
1989-1991 yıllarında Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği'nin çözülmesi, kapitalizmi ve "Batı uygarlığı"nı küresel ölçekte tehdit eden en önemli gücün ortadan kalkması anlamına geliyordu. Dünyada bütün dengeler değişiyor ve Soğuk Savaş dönemi kapanıyordu. Bir zafer kazandığını düşünen Batı ve kapitalizm, Soğuk Savaş dönemine özgü kurumları ya tasfiye ediyor ya da bunların görevlerini yeniden tanımlıyordu. Tehdit değerlendirmeleri değiştiriliyor ve yeni savunma doktrinleri oluşturuluyordu. 1990-1991 yıllarında başta İtalya, Fransa, Almanya, Belçika ve Hollanda olmak üzere bütün NATO ülkelerinde Gladio'nun/Süper Nato'nun tasfiyesi de bu anlama geliyordu.
Hatırlanacağı gibi bu dönemde Türkiye'de de "Kontrgerilla" tartışmaları yeniden başlamış, ancak sonuç alınamamıştı. Türkiye'de bu sürenin 1997-98 dönemecine kadar uzamasının nedeni belliydi; Güneydoğu'da devam eden "düşük yoğunluklu savaş" ve büyüyen Kürt sorunu... Ordunun ve devletin 1997'den itibaren Güneydoğu'da inisiyatifi ele geçirmesi, ardından PKK lideri Abdullah Öcalan'ın yakalanması uzatma süresinin de sınırını belirledi.
Herşey NATO ile başladı
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ilk kez, Türkiye'nin NATO'ya girişinden sonra oluşturuldu. Bu belge üzerindeki ilk "güncelleştirilme" işlemi, 1960'lı yılların ortasında yapıldı. Bütün bu dönem boyunca belgede, "Komünizm ve Sovyetler Birliği" birinci ve öncelikli "milli tehdit" unsuru olarak değerlendiriliyor, devletin bütün kurumlarının bu duruma göre konumlanması ve hareket etmesi öngörülüyordu. İşte, sistemin sola yönelik (hukukun, anayasanın ve hatta yasaların ötesine geçen) sistematik saldırısı bu senaryonun ürünüydü.
12 Eylül darbesinden sonra belgede ikinci güncelleştirme işlemi yapıldı ve "bölücülük" komünizmle birlikte öncelikli tehdit kapsamına alındı. İran bir dış tehdit unsuru olarak belgeye geçirildi. 1992'de yapılan güncellemede ise Yunanistan ve Suriye de dış tehdit unsurları arasında sayıldı. Belge bu haliyle 1997 yılına kadar geldi.
1997'de bütünüyle yenilenen Siyaset Belgesi, dönemin Yılmaz-Ecevit hükümeti tarafından gizli bir kararname haline getirilerek kesinleştirildi. Dönemin başbakanı Mesut Yılmaz, konunun basına yansıması üzerine inanılmaz bir açıklama yaparak, "Bundan böyle hiçbir yasa, genelge ve yönetmelik bu belgeye aykırı olamaz" dedi. (Hürriyet, 14 Aralık 1997) Bu sözler, Kırmızı Kitabın gücünü yeterince açıklıyordu.
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ndeki güncelleştirme niteliğindeki son değişiklik ise, MGK'nın Ocak 1999 olağan toplantısında yapıldı. Bu değişiklikle "yolsuzluk ekonomisi" ve "organize mali suçlar" da ulusal tehdit kapsamına alındı. Bu değişiklikten sonra, "Ahtapot", "Paraşüt", "Kılıç Balığı", "Beyaz Enerji" vb. isimler verilen bir dizi operasyon başladı. Uygulama bankalar operasyonuyla devam etti.
Ülkücüler de 'milli tehdit'
Yeni Siyaset Belgesi'nin, başka bir önemli yanını ise ülkücü harekete yönelik yapılan değerlendirme oluşturuyordu. Belgede ilk kez, "ırkçılığa dönüştürülen Türk milliyetçiliği" ve "ülkücü mafya" açıkça "milli tehdit" unsuru olarak saptanıyordu. Gizli belgenin 3. maddesinde şöyle deniyordu:
"Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır." ( Hürriyet, 9 Kasım 1997)
Bu tarife Türkiye'de ülkücü hareket dışında girebilecek başkaca bir siyasal oluşum yoktu. Yeni belge ile devlet, sadece islamcılarla değil, ülkücülerle de 50 yıllık "yasak ilişkiyi" bitiriyordu. Bu gelişme ülkücü harekette önce bir şaşkınlık, ardından da panik yarattı. MHP yöneticileri ülkücü hareketin, komünizmden daha tehlikeli bir "milli tehdit" unsuru sayılmasını anlamakta güçlük çekiyordu.
Ülkücü mafya ve Susurluk
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde yapılan bu değişiklikten sonra ülkücü mafyaya yönelik kapsamlı bir tasfiye hareketi başlatıldı. Ülkücü mafya çetelerine 1989 yılından itibaren devletin asayiş aygıtı tarafından verilen destek geri çekildi, hareket alanları daraltıldı, mali kaynakları kesildi ve fiili dokunulmazlıkları ortadan kalktı.
Bu bağlamda Susurluk olayına bir kez daha bakmak ve bu olayın salt "çete-kara para-siyasetçi" ilişkisine dikkati çeken ortalama analizinin ötesine geçmek gereklidir. Bu olayın, ordu ve büyük sermaye tarafından, günün ihtiyaçlarını karşılayamayacak ölçüde eskiyen devleti ve toplumu Soğuk Savaş sonrasında yeniden yapılandırmak amacıyla değerlendirildiği açıktır. Bu bakımdan kazanın arkasından 28 Şubat ve yeni Siyaset Belgesi'nin gelmesi hiç tesadüf değildir.
Sol küme düştü
Yeni MGSB'de cumhuriyet tarihinde ilk kez "aşırı sol" diye kavramlaştırılan devrimci ve sosyalist hareket "baş tehdit" olmaktan çıkarıldı. Sosyalist sol, Siyaset Belgesi'nde irtica, bölücülük ve ırkçı milliyetçilikten sonra dördüncü sırada bir tehdit unsuru olarak değerlendirildi. Belgenin dördüncü maddesi şöyle:
"Aşırı sol yine tehdit unsuru olmaya devam etmektedir. Ancak bir yumuşama içinde olduğu görülmektedir."
Demokles'in kılıcı
Bugün garip bu durum var ortada. Öncelikli milli tehdit kapsamına alınan "irticai güçler" in en azından bir bölümü iktidarda. Verilen "ılımlı" profile ve bütün "değişim" edebiyatına karşın bu durumun bir gerilim ve giderek çatışma potansiyeli taşıdığı açık. Gelişmelerin seyrini Ak Parti'nin tutumu belirleyecek. Bu hafta, Başbakan Abdullah Gül'e Genelkurmay'da "irtica brifingi" verilmesi rendeleme sürecinin başladığını gösteriyor.
Özetle Kırmızı Kitap; bu ülkede sadece iktidar koltuğunun değil toplumun üzerinde de sallanan keskin bir kılıçtır. (MY/NM)