24 adlı diziyi izlemeyeniniz varsa bile, Kurtlar Vadisi'ni izlemeyen pek az kimse vardır sanırım. Zizek'in söyledikleri, aşağı yukarı, Kurtlar Vadisi için de tekrar edilebilir. Fakat buradaki kilit soru şudur: Ne olmuştur ya da olmaktadır da "ulusları" ancak "katillerin ve işkencecilerin" -Türkiye'de düpedüz çıkar amaçlı milliyetçi suç çetelerinin- kurtarabileceğine dair bir fikir, senaryo haline gelebilmekte, dizi ve film olmakta; Zizek'i izlersek, Nazi kasabı Heinrich Himler, Jack Bauer kimliğiyle Hollywood'a girince reyting rekoru kırmaktadır? Belki de soru, kurtarılacak olan "ulus" zamanında burjuvazinin tarihsel çıkarları çerçevesinde şekillenmiş/inşa edilmiş olduğu için, tersten sorulmalıdır: Uluslar, başta "devlet" olmak üzere, "katiller ve işkenceciler olmadan" var olabilmiş midir?
Kırmızı Cuma
Gabriel Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi adlı öyküsünde anlatılmıştır. Bütün kasaba Santiago Nasar'ın öldürüleceğini bilmekte, bu ölümü beklemektedir. Günü de bellidir. Cinayet işlenir, Pazartesi günü. Bizim Türkiye adlı kasabamızda cinayet Cuma günü işlendi. Cinayeti, 17 yaşında bir Trabzon'lu genç işledi. Öldürülen, Hrant Dink adlı bir Anadolu Ermenisiydi.
Bu Kırmızı Cumadır. Alışık olduğumuz bir gazeteci cinayeti değildir, bilindik derin devlet komplosu, emperyalist bir müdahale falan hiç değildir. Düpedüz Kırmızı Cumadır. Bu Cuma bu ülkenin hem ulusalcı hem ilericiyim diyen aydınının da -Talat Paşa'yı methederek komünist olunabileceğini sananı da dahil- şu ya da bu şekilde seyirci kaldığı cinayetin işlendiği gündür.
Habertürk adlı İnternet haber sitesinin haberine göre, Hrant Dink'in bilgisayarında yapılan polis incelemesi sonucunda, sadece elektronik posta yoluyla 2600 tehdit aldığı tespit edilmiş. Yazılı mektupla gelenlerle ilgili Hrant Dink, Şişli Savcılığına suç duyurusunda bulunmuş. Gazeteci Aydın Engin'in anlatımına ve İstanbul Valisi Muammer Güler'in "tevil yoluyla ikrarına" bakılırsa, Devlet, sokakta Hrant Dink'i öldürmek isteyen epeyce "serseri"nin varlığından 2004 yılından beri, "Hrant Dink'e koruma vermek yerine ayağına çağırarak uyaracak kadar" haberdarmış.
Ben Marquez değilim, olsaydım, bu Cumanın hikayesinin Pazartesiyi aratmayacağı kesindir.
Milliyetçi Histeri
Kırmızı Cumayı mümkün kılan ideolojik ve toplumsal iklim "ulusalcı histerinin" dinginlenemez şekilde bilinçleri esir almasıyla oluştu ve bu süreç devam ediyor. Bu histerinin beslendiği "emperyalizm karşıtlığı" ile gerçek bir ilgisini kurabilmek için, epeyce dolanmak, sadece dolanmamak yalan yalan dolanmak gerektiği açıktır.
Olguyu aktarıyorum. Bazen "olgu" kâfidir. Cinayeti işleyen 17 yaşındaki Trabzonlu gencin Alperen Ocakları'na gidip geldiğine dair haberler üzerine, Alperen Ocakları'nın sitesine baktım. İki bilgiyle karşılaştım; ilki, BBP Genel Başkanının bu bilgiyi yalanladığı. İkincisi ise, Türkiye'nin sol hatta sosyalist eğilimli muhalif mizah dergisi olarak bilinen Leman'ın köşe yazarı olan Nihat Genç'le ilgili: "Alperen Ocakları Genel Merkezi'nin düzenlemiş olduğu istişare toplantısının ardından araştırmacı yazar Nihat Genç'in ülke gündemi ve gençliğin göstermesi gereken tutumla alakalı olarak düzenlemiş olduğu konferansa geçildi.
Konferansta çok sayıda üniversite öğrencisiyle birlikte genel merkez yönetimi hazır bulundu. Konferansa eski Ocak Genel Başkanı Halil İbrahim Yılmaz, BBP MKYK Üyesi Eski Milletvekili Ökkeş Şendiller ve Ankara Müteahhitler Derneği Başkanı Tahir Tellioğlu da katıldı. Konferansın ardından üniversite öğrencileriyle teker teker sohbet edildi bundan sonra Alperenler olarak izlenmesi gereken yol hakkında fikir alışverişinde bulunuldu."
Ökkeş Şendiller, Kahramanmaraş'ın acısını unutmayanlar bilir ya, gene de bakalım kimmiş: "Aralık 1978'de meydana gelen ve tarihe 'Kahramanmaraş Olayları' olarak geçen olaylarda 111 kişi hayatını kaybetmiş 1000'den fazla kişi de yaralanmıştı. Bu olayların 1 numaralı zanlısı olarak Adana Sıkıyönetim Komutanlığı Mahkemesi'nde yargılanan Ökkeş Kenger, beraat etmişti. Ökkeş Kenger beraat ettikten sonra soyadını Şendiller olarak değiştirmişti."
Hadi Bahçelievler'i, 16 Mart'ı, Balgat'ı, Çorum'u, Sivas'ı geçelim; toplantıda yer alan Ökkeş Kenger nedeniyle Kahramanmaraş Olaylarını hatırlayalım. Nihat Genç, muhtemelen Ökkeş Kenger'e ve yanındaki gençlere ne dedi bilmiyorum ama ne diyebilir ki? Herhalde televizyonlarda bağırdığı gibi "ezan susmaz" demiştir. Cinayetten sonra, "ezan susmaz" derken ki coşkusuyla olayı lanetlediğini de ekleyelim. Haksızlık olmasın.
Taziye Mesajları
Francis Ford Coppola'nın Baba filminde, Don Vito Carloene rolündeki Marlon Brando, oğlu Don Michael Carloene rolündeki Al Pacino'ya bir öğüt verir. Muhtemelen Marlon Brando'ya ses veren Rüştü Asyalı'nın ağzından duyduğumuz Türkçesiyle öğüt şudur: "Taziyeye önce katiller gelir".
Somut olayda, "mesajlı taziyeye" diye eklemek gerekir.
Hrant Dink'in sevenleri, dostları, bu ülkenin devrimcileri, sosyalistleri, demokrat aydınları, sınıf bilinçli emekçileri, "Biz de Ermeni'yiz!" diye sokağa çıktılar. Acılarını haykırdılar, hesap sorulmasını istediler. Sokağa çıkanları, "mesajlı taziye"ye gelenlerden elbette ayırıyorum.
Kırmızı Cumanın kolektif örgütçüleri, mesajlı taziye kuyruğundaydılar. Taziyelerinde, saldırıyı "manidar" buldular, "birlik ve beraberlik" çağrıları yaptılar. Bu taziyelere göre, "Türk Milleti asildi, asla himayesine(!) aldıklarını öldürmezdi, bu saldırı, onun birliğine ve devletinin bölünmez bütünlüğüne idi(!)"
Bu mesajlar, ulusu korumak için cinayet işleyecekleri, işkence yapacakları yıldırmak şöyle dursun, bizzat onları "ulusa yönelik tehlikenin aciliyeti hissine" kazanan bir işlev görüyorlar. Carloene, ait olduğu sermayenin haydutlar dünyasını çok iyi tanıdığından haklı çıkıyor; Hrant Dink cinayetini dahi Türk ulusuna yönelik saldırının büyüklüğüne dair aciliyet hissini yeniden üretecek şekilde ve "ulusal birlik" çağrılarıyla geçiştirenler, yani Kırmızı Cumanın tertipçileri, oyunlarını sürdürüyor.
Gene Sermaye: Ulusu ve Devleti
Sermaye, kendi tarihsel hareketine başladığında, yarattığı toplumsal ilişkiler kendi biçimini, önce mutlakiyetçi biçimi billurlaşan "modern devlet"te bulmuştur. Machiavelli, bu biçimi görünür kılmaya başlayarak, ilk önemli adımı attığında henüz "kutsal devletlerimiz" tarih sahnesinde görünür olmamışlardı. Stirner, "Biricik ve Mülkiyeti" adlı eserinde, çağın ruhunu açıkça görünür kılar: "Devlet! Devlet! Hep böyle haykırılıyordu ve bundan böyle 'en iyi anayasa'dan, en iyi devlet şeklinden başka aramayacaktık. Devlet fikri tüm kalplerde heyecan yaratıyordu; bu dünyevi tanrıya hizmet emek yeni bir din, yeni bir tapınma haline gelmişti: Gerçek anlamda politika başlamıştı."
Bu bildiğimiz, kapitalizm çağının politikası esasen sürüyor. Ajan Jack Bauer'in de, Kurtlar Vadisi çocuklarının da tapındıkları bizatihi bu politikadır, sermaye politikası. Tapınırken okunan dualarda, bolca ulustan söz edilmesi, tapınılana ulus için tapınıldığının sıklıkla tekrar edilmesi, Trabzonlu gencin "Devlet" için değil "kanına dokunduğu" için Hrant Dink'i öldürdüğünü söylemesi, hakikati değiştirmiyor.
Ellen Meiksins Wood, Sermaye İmparatorluğu adlı yapıtında, daha önce ileri sürdüğü, kapitalizmin devletler halinde örgütlenmiş bir uluslararası sistem olduğu tezini ileri götürür ve "ulusal çıkar" olarak manipüle edilenin varsaydığı "devletlerarası çelişki"nin gerçekte bu sistemi nasıl yeniden kuran organik bir çelişki olduğunu gösterir. Jack Bauer'i, Trabzonlu gence bağlayan hakikat budur; "ulusal çıkarlar" için sokağa döküldüğünde yapılanın, eğer sermayeyi işaret etmiyorsa organik çelişkiyi beslemekten ziyade bir işlev görmediğini anlamamızı sağlayan da...
Hakikat Etiği
(Bu ara başlık ve devam eden bölümlerde yer alan tırnak içi alıntılar, Alan Badiou'nun 2005'te Metis yayınları tarafından yayınlanan Etik adlı kitabından alınmıştır.)
Alan Badiou, "gerçekliğin düzeyleri var" der: "siyasi, sanatsal, bilimsel ve aşki." Dolayısıyla gerçekliğin farklı düzeylerine tekabül eden hakikatler olacaktır. Jack Bauer'in ya da burjuva devletlerinin -ABD başta olmak üzere- tüm dünyada salgıladığı "hakikat", başka deyişle, ister ulusun ali menfaatleri için ister anayasayı tehdit eden terörizme karşı diye gerekçelendirilsin "ulus-devlet" tapıncı, politik bir müdahaledir ve ancak bir karşı-politik hakikat düzeyinde defedilebilir. Burjuva hümanist etik, burada işe yaramaz.
Böyledir çünkü, Jack Bauer adlı işkenceciyi "heyecanla" izleyen dünyada, Trabzonlu genç, sanıldığı gibi sadece aldatılmış değildir. Gerçektir. Gerçektir, çünkü, "yerleşik çıkar ve farkların, pekiştirilmiş kimlikleri adlandırmaya, tanımaya ve bir yere oturtmaya yarayan onaylanmış bilgilerin bulunduğu sıradan alan"dayken, "ancak kendilerini bir hakikatin/doğrunun özneleri olarak, güttükleri davanın 'militanları' olarak kuran o çok az sayıdaki bireyin militanca beyanları sayesinde ayakta kalan müstesna yeniliklerin, yani hakikatlerin bulunduğu 'istisnai' alana", Genelkurmay Başkanı'nın Mersin Olayları ile başlayan süreçten sonraki beyanından beri örgütlenen Kırmızı Cumanın faili olarak atlamıştır.
Bir hakikat etiği var mıdır? Emin değilim de, Badiou, kabaca şöyle der: Bir hakikatler etiği -olacaksa-, şunları geliştirmeyi amaçlar; feraset (doğruyla yanlışı karıştırma!), cesaret ve sebat (doğruya ihanet etme!), itidal ve kendini tutma (bütüncül ya da tözel hakikat fikrine karşı koy!).
"Ötekini anlamak", -olacaksa eğer- hakikat etiği içinde bir "değer" taşımaz. Kırmızı Cuma karşısında, olanı biteni derin analizlere tabi tutmak da, Trabzonlu genci anlamak da, "düşünerek direnmeye devam etmek" de maalesef işlevsizdir.
Hakikat Öznesi
Badiou şöyle der: "bir hakikat öznesinin oluşumuna girmek, ancak başınıza gelen bir şey olabilir." İçinde yaşadığımız sermayenin geçiş çağında, ulusa yönelik acil tehdit algısının, salt bir düşünce olarak kalmayacağı, devlete yönelik tehdit algısının, Carl Schmit'in söylediği üzere "siyasi ilahiyat" kavramlarından başka bir şey olmayan siyaset bilimi diliyle konuşursak, "olağanüstü hal" ilanına gideceği, açık olsa gerektir. O yüzden, ne Jack Bauer ne Danıştay'a silahla giren avukat, ne de Trabzonlu genç, sadece kafayı yemiş ya da aldatılmış değildir; Zizek'in Arendt'e atıfla gözlediği üzere, "yapılması gereken pis işi yapma zorunluluğundan kaçamayan" sorumluluk sahipleridir. Hakikat olarak ilan edilmiş olan milliyetçi histeri, bu "kahramanların" hakikat öznesi olarak başlarına gelmiştir.
Gene özetle der ki Badiou "bir hakikat kendi vesilesiyle özgülleşir (bir olay da konumu sayesinde, yani durumun 'boşluğuna' yakınlığı sayesinde durumun içine yerleşmiştir); bunun da ötesinde bir hakikat duruma bütünüyle içsel olan devamlı bir üretimdir, devamlı bir üretim oluşturur". Öyle olduğu içindir ki, sermayenin ulusu ve devleti, kendi tarihinde, Topal Osman'lar, Himmler'ler, Yahya Kâhya'lar, Çatlı'lar ve son olayda olduğu gibi fars "kahramanlar" yaratmaktadır.
Şu halde, "ötekini tanımaya dayalı her türlü etik hüküm kesinlikle terk edilmelidir!". Ulusa yönelen acil tehdit, onların -politik, bilimsel, sanatsal ve aşki- hakikati olduğundan ve ancak şimdi kullandıkları dil içinde ifade edilebilir olduğundan nesnel olarak böyle, anlayamayız sadece başka bir politik hakikatten söz edebiliriz. Bu açmazdan hümanist bir çıkış yoktur. Uluslararası sosyalist hareket içinde, ben, daha çok Löwy'nin yeniden kurmaya çalıştığı devrimci romantik (hümanist) geleneğe yatkınımdır, Bensaid'in eserleri de bu geleneğin yeniden inşasında önemlidir. Ama biliyoruz ki, bu durumda, Badiouhaklı, çıkış yok. Hatta o yüzden bir tür demokratik kozmopolitizmi, devrimci enternasyonalizmle birlikte kurgulamaya çalışıyorlar ve çalışmalıyız.
Kâhya Yayha ya da Hakikat'e Angaje Olmak
Son olarak, hakikate angaje olmakla ilgili bir kaç söz edeceğim. Gene Badiou'dan. Hakikate angaje olma esasen bir aksiyomatik müdahele meselesi, olay lehinde ya da aleyhinde (daha doğrusu, durumun şu ya da bu elemanının olayla bağlantısı 'lehinde' ya da 'aleyhinde') fiilen ve dolaysız bir karar verme sorunudur. Hrant Dink öldürüldüğünde televizyonlardan gürleyen "'tanıklık etme' retoriğinin rezilliği, son tahlilde mesafeli bir tenezzülden ayırt edilemeyecek olan, eşduyum ya da şefkat retoriği"nden başka bir şey değildir.
Etik karar, ancak farklara karşı kayıtsızsa doğru/hakiki olur. Ve Hrant Dink öldürüldüğünde bir kez daha görülmüştür ki, mesele hakikatin diğer veçhelerinde de yansımakta ise de, esasen politiktir ve sadece emperyalizme ve kapitalizme karşı koyan enternasyonalist bir işçi hareketinin politik hattı ile defedilebilir. Bensaid'in vurguladığı üzere, siyaset etiğe de estetiğe de indirgenemez. Ermenilerin 1915'te yaşadığı trajediyi yaratan sermayenin "ulusçu" hakikatler dünyasının şimdi içinde olduğumuzdan başka bir alternatifi yoktur. Bu dünyanın gerçeği, yeni biçimleriyle, işte Jack Bauer ya da Trabzonlu gençtir.
Mustafa Suphi ve onbeş yoldaşı, Trabzon açıklarında Topal Osman'ın adamlarından Yahya Kâhya tarafından boğulduklarında 28 Ocak 1921'di. Elbette Hrant Dink'in öldürülmesi ile bu olay arasındaki bağlantıyı görmek zordur; eğer, sermayenin "ulusçu" dünyasının hakikatlerine burjuva hümanist bir etikle karşı koymaya çalışmak gibi boş bir işle meşgulseniz.
Katilin Yaşı
Aynı filmde Carloene, cenaze levazımatçısına, "sen benim dostluğumu istemedin!" der. Sonraki sahne, levazımatçının ölümüyle açılır. Ulusçu hakikatler dünyasının dostluğunu istemeyenler, bilirler ki, katil 17 yaşında değildir. En azından Kâhya Yahya yaşında olmalıdır. Yahya'ya emri kimin verdiği, hâlâ tarih kürsülerinde tez konusudur.
Elbette Hrant Dink'in öldürülmesi, bildik bir derin devlet komplosu ve sıradan bir gazeteci cinayeti değildir. Yine de, "ulusçu hakikatler" dünyasına teslim olmayan devrimciler, haklı olarak, direniş koşulu bu olduğu için, sermaye devletini akıllarına getirmişler ve gür sesleriyle, "gerçek demokrasi" istenciyle tasavvur edilen "ulussuz ve devletsiz" geleceği, sosyalizmi haykırmakta tereddüt etmemişlerdir.
Ben de yanlarında olmaktan gurur duydum! (SE/KÖ)