* Fotoğraf: Pixnio.
** Program aynı tarihte (13 Eylül)Açık Radyo'da yayınlandı.
Açık Radyo / Açık Bilinç'te bugün yayınlanan programın konusuyla ilgili daha önce Güven Güzeldere'ye başvurmuştum. Güzeldere, konuyu bir psikiyatrın daha kapsamlı ele alacağını düşündüğü için ortak sorularımızı Dr. İlker Küçükparlak'a yöneltti ve ortaya böyle bir söyleşi çıktı.
Güven Güzeldere: Açık Bilinç'te bugün İlker Küçükparlak'la hayvanlar üzerine konuşacağız.
Aslında bu program fikrini bana veren bianet'ten Tuğçe Yılmaz. Kendisine de teşekkür ederim. Sokak hayvanları karşıtlığının nedenlerini merak ediyor ve birkaç sorusu da var. Ben bu soruları direkt İlker Bey'e yönelteceğim.
Konuğumuz psikiyatrist Dr. İlker Küçükparlak daha önce de Açık Bilinç'te konuğumuz olmuştu. Yazılarını "ihtisastramvayi.com" isimli kendi sitesinden okumak da mümkün.
Zaman zaman medyada çıkıyor görüyoruz. Birisi bir köpek yavrusunun ayaklarını kesmiş, bir kenara atmış ya da bir yunusu kurşunlamışlar, ölüsü karaya vurmuş, bir kedi yavrusuna eziyet edilmiş. Bunun nedeni nedir, diye insan merak ediyor.
Buna benim gibi uzaktan bakan birinin amatörce vereceği ve aslında çok düz bir cevap var. Herhalde herkesin de aklına ilk gelen cevap budur. Şöyle düşünüyorum ben: Bu zavallı hayvanlara eziyet eden insanlar, bu hayvanlardan bir kötülük görmüş değiller. Dolayısıyla büyük ihtimalle başka bir şeye kızgın ya da öfkeli olsalar gerek ya da belki başka hayal kırıklıkları yaşıyorlar. Hınçlarını, kendilerini savunamayacak hayvanlardan alıyorlar diye düşünülebilir. Fakat bu sığ bir düşünce. Konuyu daha derinlikli düşünmek mümkün olabilir. Geçen ilkbaharda acı ve ağrı duyusu üzerine bir seri yapmaya başlamıştık. Bu da aslında o programlardan birisi olacak. Çünkü acı-ağrı veya eziyet çekebilme kapasitesinin, hayvanları hedef haline getirip getirmediğini de merak ediyorum.
Tuğçe Yılmaz'ın sorusuyla başlayayım. Tuğçe Yılmaz diyor ki, 'Kısa bir süre önce hayvanlara düşmanlık besleyenler 'Bana yaklaşmasın da ne yapıyorsa,' yapsın noktasındaydılar. Halbuki şimdi kendi halinde yaşayan hayvanları bırakın yerinden etmeyi, haritalarda işaretleyip zehirliyorlar. Bu tahakkümün yönü nasıl değişti? Ne değişti? Özellikle 2015'ten sonra toplumda iyice hakim olan kutuplaşmanın bir ürünü olarak görmek mümkün mü bunu? Toplum hayvanlar üzerinden de mi ikiye bölündü?'"
İlker Küçükparlak: Aslında ben de tam bu eksen üzerinde düşünmek iyi fikir olabilir diye düşünüyordum. Şöyle bir eksen, bir süreklilik barındırma olasılığı da olan ama ayrı fenomenler olarak da ele alınabilecek olası bir eksen. O da hayvanlara yapılan eziyetlerin bireysel bir eylem ya da bir tutum olarak değerlendirilmesi olabilir. Arabasına köpeğini bağlayan, eşeğine türlü eziyet eden, atını kırbaçlayan çeşitli örnekler gördük. Kendi hayvanı ya da bakımını vermediği başka bir hayvan da olabilir bu. Böyle bir tutum var. Onun haricinde ise davranışlar var. Bunlar davranış, bu insanlar da fail sonuçta. Bir de daha kolektif boyutta, insanların bir araya geldiği, neredeyse etrafında bir tür kimlik örülmeye başlanan bir sokak hayvanları karşıtlığı var. Şimdi bu insanlar, bireysel olarak bu tür edimlerde bulunan insanlar mı? Pek zannetmiyorum. Ama bu konuyla ilgili bir veri de yok elimde. Şu anda bir süreklilik hali değil de iki ayrı fenomen olarak ele almak daha iyi fikir gibi geliyor bana. Bireysel olarak niye eziyet eder bir insan hayvana? Etolojide başka birine hıncını yansıtma denen bir fenomen bu. Korkan bir hayvan daha küçük türdeşine saldırganca davranışlar gösterebilir; ama bunun bir alışkanlığa dönmesi düşük bir olasılık.
Türcülük fenomeni
Benim kavrayabildiğim kadarıyla bu aslında insanın kendi gücünü, kudretini deneyimlemesi yönünde kötücül bir pratik. Ben bir canlıyı çaresiz bırakabilecek kudrete haiz miyim? Böyle bir kudretim var mı? Bu bir kedi, bir kuş, bir köpek, bir çocuk, bir kadın da olabilir. Hepsini böyle bir kümeye alınca "psikopati" dediğimiz durum ortaya çıkıyor. Gücünü ve dayatmasını diğer canlılar üzerinde deneyimleyen ve bundan haz alabilen bir yapıdan bahsediyoruz. Bir çocuğun psikopati açısından risk altında olduğunun alametlerinden bir tanesi de henüz erişkinliğe geçmeden önce diğer canlılara anlamsızca eziyet eden bir yapıya sahip olmasıdır. Faytoncunun atını kırbaçlaması da da bir eziyet elbette; ama kâr amacıyla yapılan bir eziyet bu. Kedinin kuyruğunu kesmek ise bir amacı da olmayan eziyetler. Bu örnekler, kendi kudretini deneyimlemenin sapkın bir yolu olarak ele alınabilir gibi geliyor bana. Başka bir eksen ise, hayvanseverliğin karşıt kimliği gibi örülen bir kimliğin varlığı. Sokak hayvanını istemiyor, evet haritalar yapıyor vs. Bunu böyle bir psikopati düzlemi içerisinde ele almak çok kolay değilmiş gibi geliyor bana. Aslında türcülük denilen bir fenomenin bir uzantısı çıkacak gibi görünüyor bu durum. Ama bu düzeyde sokak hayvanı, bilimsel çalışma yapılabilen ülkelerde çok fazla olmadığı için bu fenomen net olarak günümüze kadar tanımlanmış değil.
Türcülük diye tanımlanan fenomen aslında şu: Balinaların nesli tükenmesin diye, Japon balıkçı işsiz mi kalsın? Tabii ki kalmasın. Çünkü insan hayatı daha değerlidir. Türlü karşılaştırmalardan insanı, insandışı canlılardan daha değerli tutan ve bunun için de diğer canlılara karşı yıkıcı olabilecek tutumları onaylayan ve bunun propagandasını yapan bir durum türcülük. Ve aslında diğer "-cilik" ve "-izm"lerle kardeş bir fenomen olduğu düşünülüyor ve gösteriliyor. Türcü birinin ırkçı, cinsiyetçi, sınıf ayrımcısı, yaşçı, sağlamcı olma olasılığı da daha yüksek gibi görünüyor.
Yansıtma
Ömer Madra: Yansıtma dediniz. İnsanın, bulabildiği en aciz yaratıklardan biri olan hayvanın üzerinde kendi gücünü yansıtabilmesini neden dışarıda bırakıyoruz? Yansıtma denen olay burada neden tam olarak geçerli değil?
Psikanalitik, Freudyen bir yansıtma değil bu. Etolojik bir yansıtma ve farklı fenomenler aslında. İlgililer için o parantezi de açayım. Neden dışarıda bırakıyoruz? Çünkü etolojik anlamda yansıtma dediğimiz fenomen, yapısı itibariyle dürtüsel biçimde planlanmamış, öngörülemeyen biçimlerde meydana gelmek zorunda. Tanımı itibariyle böyle olmak zorunda. Bir şey birikecek ve bir şeye dönüşecek. Dolayısıyla bunun bir alışkanlık ve yaşam biçimi gibi bir duruma dönüşme olasılığı pek yok. Kişi bir ya da birkaç kere böyle edimlerde bulunabilir. Ama mesela bir yansıtmadan bahsediyorsak, sonrasında az ya da çok bir pişmanlık duymasını duymasını bekleriz. Diğer kısmında ise Güven Bey'in işaret ettiği "acıyı deneyimleme" ya da bilinçli olarak deneyimleme özelliği var mı yok mu tartışması var. Burada iki ayrı durum ortaya çıkıyor gibi görünüyor.
Toplumsal düzeyde karşılığı olduğunu düşünmediğim bu tür psikopatik davranışlar, karşıdakinin acıyı deneyimlediğini umarak yapılan şeyler zaten. Yani karşımdakini bu kadar çaresiz kıldıran özne, onun için benim. Benim kudretimden sakınamıyor gibi aslında, tanrısal bir pozisyonda tatmin hissedebileceği bir durum yaratıyor kendisi için. Ama türcülük dediğimiz durumda da tersi oluyor. Gerçekte öyle olsun ya da olmasın diğer canlıların acıyı, ağrıyı, ıstırabı, insanlar kadar deneyimleyemedikleri yönünde bir varsayım ile -aslında bir tür çarpıtma ile- hareket ediliyor. Az-çok hayvan görmüş birisinin bir hayvanın acıyı ıstırabı deneyimleyebildiğini, eklem bacaklılar gibi çok primitif bir sinir sistemi olanların dışındaki pek çoğunun sadece ıstırabı deneyimlemek değil, dil olmasa da bir takım nesne temsillerini üretebildiklerini, kendilik temsilinin oluşmasını gerektiren utanç gibi duyguları gösterebildiklerini kolaylıkla gözlemleyebilir aslında bir insan. Bunun için akademik bir okumaya gerek yok. Ama işte o hayvanın duyumsamasının kısıtlı olduğu, ağrıyı ya da ıstırabı hissetmediği, dolayısıyla çaresizlik yaşamayacağı yönündeki varsayım; onlara yapılan eziyetlerin meşrulaşmasına ve bu konuyu çok da dert etmeme gibi bir duruma neden oluyor.
Acı ve ağrı duymak
Güven Güzeldere: Acı-ağrı konusuyla ilgili bir şey sormak istiyorum. Çünkü komplike bir hale geldi biraz daha düşününce. Bir kere ben şunu anlıyorum. Size göre herhalde ben daha iyimser bir şekilde düşünüyormuşum. İşte kişinin bir derdi var, bir şeye öfkeli, kızgın ve onun acısını çıkarıyor hayvanlardan. Ama siz diyorsunuz ki aslında bu, gücünü deneme ve hükmetme isteğinden kaynaklanıyor olabilir. İlla bir öfkenin dışavurulması şart değil. Nitekim çocuklarda da solucanları kesme, böceklerin kanatlarını koparma gibi merak uyandıran bir durum vardı canlılara karşı. Şimdi öfkesini kapıyı yumruklayıp, taşlara tekme atarak vs. çıkaran insanlar da var ama kapılar eziyet çekmiyor. Kapı özne değil. O anlamda belki daha tatmin edici bir tarafı var. Canlı bir hayvana acı çektirmek, onun ayaklarını kesmek, ağzını bağlamak vs. Türkiye'de en azından en çok saldırıya uğrayan, tacize uğrayanlardan bir tanesi sokak hayvanları gibi gözüküyor. Diğeri de heykeller. Heykelin acı hissediyor olmasına imkân yok. Öyle bir özneden bahsetmiyoruz. Bu konuda da daha önce bir program yapmıştım. Şehrin girişinde dev bir portakal ya da çay gibi örnekleri bir kenara koyalım ama işte bir kadın figürü, erkek figürü bir insan heykeli koyun işte yani birkaç hafta içinde kolu, bacağı, kafası koparılacaktır bir şekilde. Acaba bu ikisi arasında ortak bir tutum mu var yoksa bunları ayrı ayrı mı değerlendirmek lazım? Bu tam cevabını veremediğim sorulardan biri. O yüzden size soruyorum.
Sokak hayvanları karşıtlığı ile hayvanlara eziyet etmeyi ayrıştırmak iyi bir fikir gibi geliyor bana. Tarif ettiğinizin benzerini kardan adamlara saldırıda gördük aslında. Heykele saldırı az ya da çok yine kimlikle ilgili ideolojik bir yerden olabilir: "Memleketimde çıplak kadın-adam istemiyorum. Bize ters bunlar." Dolayısıyla bir kimlik üzerinden bir agresyon boşaltımı, birazdan meşrulaştırılabilecek bir tarafı da olabilir. Ama kardan adamın herhangi bir kimlik imleyeni olması herhalde mümkün değil ve son derece rastgele gibi görünen bir saldırı bu. En azından uzaktan bakınca bir motivasyon varmış gibi görünmüyor, olsa da çok komik olurdu zaten. Aslında domino yıkmak da benzer bir şey olabilir. Orada tabii estetik bir şey çıkıyor ortaya ama sonuçta bir fiskeyle, koskoca bir şey yıkılıyor. Bir hareket silsilesini başlatmak, aslında yine kendi gücünü deneyimlemek anlamında etkileyici gelebilir. Burada vandalizm altında görülen o yıkıcılığın, bir hayvanı çaresiz bırakabilme ile örtüşebilen, ortaklaşabilen tarafları olabileceğini düşünüyorum.
Sokak hayvanları karşıtlığı ise az önce saydığım gibi cinsiyetçilik, yaşçılık, sınıf ayrımcılığı, sağlamcılık gibi kendi grubunu merkeze alıp diğerlerinin hepsine bir önyargıyla ve değersizleştirerek bakan bir ideolojinin başka bir tezahürü gibi geliyor.
Hayvanları korumak
Güven Güzeldere: Son bir soru daha sorayım. Bu da yine bianet'ten Tuğçe Yılmaz'ın sorusu ve pratik bir soru aslında. Tamam diyelim anladık sokak hayvanları karşıtlığının neden ve nasıl ortaya çıktığını, ne yapılabilir? Tuğçe Yılmaz diyor ki, sokakta yaşayan hayvanlara eziyet ve işkence edenlerin durmasını sağlayacak olan nedir? Örneğin Müslümanların nezdinde bu bir günahtır demenin faydası var mı? Ya da yasalar dışında hayvanları nasıl koruyabiliriz?
Aslında Tuğçe Yılmaz çok isabetli bir yere işaret etmiş. Kutuplaşmanın bir sonucu mu sorusu önemli. Yani varsayalım ki ben size göre daha türcü bir yerden yaklaşıyorum konuya ve diyorum ki "Benim konforum için köpeklerin ne yaşadığı o kadar önemli değil". Siz de diyorsunuz ki "Hayır onlar da bizim gibi canlı ve ortak bir yaşam alanı kurabiliriz". Şu anda Türkiye'deki sokak hayvanı sorununa dair iki tarafın da, karşıtların ve hayvanseverlerin, ödün vermesi değil iki tarafın da en memnun olacağı şeyin gerçekleşmesi gerçek çözüm olabilir. Konunun uzmanı değilim, uzmanları konuşursa daha memnun olurum ama durum, karşılıklı bir tırmanma gibi görünüyor benim baktığım yerden. Diyorlar ki köpekler insanlara saldırıyor. Doğru, var böyle örnekler. "Biz bu köpekleri sürelim, kapatalım, bir adaya bırakalım," diyorlar. Hayvanseverler haliyle isyan ediyorlar. Onlar da diyor ki "Hayır, onlar da canlı, dokunamazsın." Diğeri diyor "Nasıl hiçbir şekilde dokunamam? Şehir benim yaşam alanım".
Cins hayvan satışının yasaklanması ya da yasaklanma değilse bile regülasyon arttırılması, hayvan sahiplenmenin önünün açılması ve bu hayvanların gruplar halinde barınmaya ihtiyaç duymadan hayatlarını daha konforlu geçirmeleri hem insanlar hem de sokak hayvanları için ideal bir çözüm. Yani iki tarafın da arzu edeceği şey belki de sağlanabilir. Ama burada bir duymama ve o karşıtlık üzerinden bir kimlik inşası, karşıt söylem üretmek gibi bir açmaz var. Bence önce bir aklıselim ile ne olursa bu, hayvanlar için de insanlar için de iyi olur diye düşünmek lazım.
Evrimsel süreç
Hayvan gruplarıyla ilgili şöyle bir durum da var. Evrimsel süreç ile evcilleşen bir domestikasyona tabi olan hayvanlar, köpekler gibi gruplaşmaya başladıklarında o evrimsel süreçte aslında bir kuşak içinde bazı özelliklerini-hepsini değilse de bir kısmını- hızlıca yitirebildiklerini, hatta morfolojik olarak değiştiklerini gözlemlemek mümkün. Filmlerde gördüğümüz pembe çiftlik domuzunun doğal hayatta hızla yaban domuzuna benzeyen bir görüntü alabileceği gerçeği gibi. Ağırlık merkezinin bile arkadan öne gelecek şekilde kas yapısının değiştiği, tüylerinin, dişlerinin yaban domuzu gibi olmaya başladığı bir süreçten bahsediyorum. Dolayısıyla aslında bu hayvanlar da şehir ya da şehirlerin civarlarında yaşayarak çok da konforlu bir yaşam da sürmüyorlar. Belki de insan için de, diğer canlılar için de en ideal çözüm ortaktır. Bir önce bu çözümü tarif edip sonra bunun üzerine konuşmak gerekiyor. Yoksa hayvanlara hiç dokundurmayacağız, onlar öyle yaşamaya devam edecekler gibi bir bakış açısı hayvanlar için de çok iyi değil; ama uzmanları bu konuyu konuşursa tabii ki daha sağlıklı olacakmış gibi geliyor bana.
Ömer Madra: Hayvanlara yönelik bu gaddarane tavırların gittikçe arttığı aşikâr. Bu tavra karşı neler yapılacağını düşünmekte fayda var diye insanın aklına gelmiyor değil. Ben de şöyle bitireyim. Başka ülkelerde, mesela Amerika Birleşik Devletleri'nde sokak hayvanına rastlayamazsınız. Dolayısıyla onlara yapılan bir eziyete de şahit olmazsınız; ama onun altında yatan da başka bir yöntem. Sokaktaki kedi ve köpekler toplanıyor, bir barınağa gönderiliyorlar. Fakat bir süre sonra o hayvan barınaktan alınmazsa öldürülüyor. Aslında son derece zalimce bir yöntem bu. Yalnızca sokakta sokak hayvanına rastlamamış oluyorsunuz. Bunların hangisi daha insancıl, hangisi daha iyi? Ben doğrusu İstanbul'un sokaklarında kedilerin istedikleri gibi yaşayabilmesinden çok hoşnutum. Onlar toplansa, sokaklar "temizlense", bütün hayvanlar öldürülse daha iyi olacağını düşünmüyorum, ama İlker Bey, sizin de dediğiniz gibi insanlarla hayvanların ortak bir şekilde yaşamayı becerebilecekleri bir çözüme ulaşmaları bu işin anahtarı gibi duruyor.
(TY)