Türkiye'de basın özgürlüğüne dair sorunlar sürüyor. Bu sorunlara Avrupa Komisyonu'nun birkaç gün önce açıkladığı İlerleme Raporu'nda da yer verildi. Türkiye'nin AB adaylığına ilişkin yeni İlerleme Raporu'nda hem Ergenekon'la ilgili haber yapan gazetecilere TCK'nın 285 ve 288. maddelerine dayanılarak 4 bin 91 soruşturma açılması eleştirildi, hem de Doğan Grubu'na yönelik vergi cezası bağlamında, medya üzerindeki siyasi baskılara ilişkin endişeler dile getirildi.
2010 yılına ilişkin İlerleme Raporu'nda Türkiye medyasına ilişkin yazılanlar bunlardan da ibaret değil. Türkiye'de üzerinde yeterince durulmayan bir konuya, medyadaki anti-Semitizme de dikkat çekildi. Raporda "İslamcı ve aşırı sağcı basındaki nefret söylemi" eleştiri konusu edildi.
Türkiye'de medyanın karşı karşıya bulunduğu sorunlara son olarak Dünya Basın Konseyleri Birliği de dikkat çekti. Birliğin raporunda gazeteci ve yazarlar aleyhine 5 binden fazla soruşturma açıldığı, en az 46 gazeteci ve yazarın hapiste olduğu, gazeteci ve yazarlar aleyhine 700'den fazla ceza kovuşturması yapıldığı, hükümet baskısı sonucu Oktay Ekşi'nin istifa ettiği, Doğan Medya Grubu'na 3.5 milyar doların üzerinde vergi cezası kesildiği ve bunun tüm medya organlarında caydırıcı bir etki yarattığı ifade edildi.
Medyanın sorunları ve basın özgürlüğü söz konusu olduğunda Türkiye'de gidilmesi gereken başlıca yere, Bianet'e (Bianet.org) gittik. Koordinatör Ertuğrul Kürkçü ve Hukuk Editörü Erol Önderoğlu ile söyleştik.
2005'te TCK'nın değiştirilmesi sırasında reform diye yola çıkıldığını, ancak olabilecek en kötü yargı pratiğine mahal verildiğini belirten Önderoğlu, "hep yargının üzerinde duruyoruz ama bu kaotik manzaraya yol açan, parlamento" diyor ve ekliyor: "AKP iktidarının gazetecileri ve hak kuruluşlarını dikkate almayı öğrenmesi gerekiyor. Sadece kendi stratejilerini anlatırken davet etmekle olmuyor. Gazetecileri ilgilendiren konularda gazetecileri muhatap almayı bilmeleri gerekiyor. Her sorun çıktığında, o sorunu yamamaya çalışıyorlar. Şimdi de TCK 285 ve 288. maddelerden söz ediliyor. Ama sorun çok daha derin ve kapsamlı".
Daha sonra Ertuğrul Kürkçü'nün görüşlerine başvuruyoruz. İlkin, İlerleme Raporu'nda Ergenekon ve benzeri soruşturmaların bir demokratikleşme fırsatı olarak tanımlanması hakkındaki değerlendirmesini soruyoruz. Kürkçü'ye göre;
"Politik olarak, silahlı kuvvetler içerisindeki bu darbe girişimi ve bununla ilgili yaratılan tedhiş havası... Bunların hepsi az çok görülen, sezilen şeylerdi ve insanlar politik olarak buraya yöneltilen bir kovuşturmayı anlamlı buldular. Fakat kovuşturmanın politik olarak anlamlı olması, yargısal olarak tutarlı olması anlamına gelmiyor. Nitekim bugünkü duruma baktığınız zaman herkesin vicdanını sızlatan şey aslında bir darbe yapmaya muktedir ve darbeyi planlamış olması muhtemel insanların hepsinin sokakta veya hastanede, orduevinde yaşamaya devam ediyor olması, buna ancak yataklık edebilecek konumdaki insanların ise hapiste belirsiz bir süre için tutulmaları...
Adil yargılama açısından bu bir hukuk problemi ve Avrupa Komisyonu'nun buna dikkat çekmesi önemli. Fakat ben raporun, öte yandan hükümeti ya da adliyeyi, davrandığı gibi davranmaktan vazgeçirmeye yeterli olacağını düşünmüyorum. Çünkü bu konuda esaslı bir itiraz yönelmiyor. Ben Avrupa Komisyonu'nun bu konuda hükümetin bileğini bükmediği düşüncesindeyim".
Kasım 2010 itibariyle Ergenekon soruşturmasının geldiği yeri nasıl yorumluyorsunuz?
Ergenekon duruşması benim açımdan, güçsüz olan ve arkasında dayanağı olmayanların cezalandırıldığı, güçlü olanların yırttığı ve esasen davalıların rezil edilmesine dayanan, Ortaçağ farsı gibi, kimilerinin kamuoyu gözünde rezil edilmesi yoluna gidilen bir süreç... Raporun buna dikkat çekmemesinin yüzeysel bir yaklaşımı ortaya koyduğunu düşünüyorum.
Ergenekon'la ilgili açılan davaların çok önemli bir bölümü, Ergenekon davalarını yürüten savcıların basına sızdırdıklarının haricindekiler için açılıyor. Davalarla ilgili bilgilerin çok önemli bir kısmı savcılık ve polis tarafından sızdırılıyor. Özellikle Taraf'ın bu anlamdaki gazeteciliği bu belgelerin sızdırılmasına dayanıyor. Burada savcılıkların servis etmediği, gazetecilerin kendi çabalarıyla temin ettikleri bilgilerden ötürü açılan davalar var. Raporun sızdırma meselesine değinmesi de gerekiyordu.
Yani bu 4 binden fazla soruşturma sızdırılan bilgileri yayınlayan gazetecileri değil, belgeye çaba gösterip ulaşan gazetecileri mi hedef alıyor?
Ergenekon koğuşturması ile ilgili sızdırılan haberler yüzünden fazla dava açılmadığını düşünüyorum. Yoksa Taraf gazetesinin sonsuz dava altında inlemesi gerekirdi. Ancak Taraf'takiler dahil, gazetecilerin kendi temin ettikleri, Ergenekon ve diğer koğuşturmalarla ilgili haberlerin tüm medya kuruluşlarını yargının baskısı altına soktuğunu pekala görüyoruz.
İlerleme Raporu hükümetin Doğan Grubu'na kestiği vergi cezasını da konu ediyor...
Doğan grubunu havaya uçurmak için hükümetin elindeki kontrol mekanizmalarını haddinden fazla kullandığı doğru. Aslında kanunda olmayan bir suçu ihdas ettiklerini düşünmüyorum. Fakat şunun olduğundan neredeyse emin gibiyim; geçmişte uygulamada göz yumulan birçok şeye, aslında teamül haline gelmiş birçok şeye apansız göz yummama tutumuyla bu iş cereyan ediyor. Bu durumda hükümet yanlısı basının kayrıldığını söylememiz pekala mümkün. Doğan Grubu'nun da yok edilmeye çalışıldığı açıkça ortada.
Hükümet keşke şunu yapsa; Doğan Grubu'nun eğer darbe girişimiyle alakası varsa onları ortaya çıkaracak bir şekilde Emniyet'i çalıştırmış olsa idi... Aslında bu Uzanların tasfiyesiyle başlamış bir süreç. Hükümet gücünü kimi zaman haddinden fazla kullanıyor, kimi zaman da kullanmak istemiyor. Keyfilik ortada.
Türkiye medyası tek sesliliğe doğru gidiyor mu sizce?
Medyada tek sesliliğe doğru bir gidiş var, üç şekilde. Birincisi, TRT'nin televizyon ve radyo kanallarının hükümet yanlısı, ve sadece hükümet yanlısı olmakla da kalmayan, ideolojik olarak siyasal İslam'ı, İslami anlayışları yayan, pekiştiren yorumcuları seçen, onlara gereksiz yere yüksek ücretler ödeyen, o tarafı kalkındıran bir işlevi var. Tanzim satış merkezi gibi çalışıyor.
İkincisi, hükümetin batırdığı holdinglere, finans gruplarına ait medyaların el değiştirmesi sırasında esas olarak hükümet yanlılarına avantaj tanındığı apaçık ortada. Nihayet üçüncüsü, hükümet yanlısı gibi gözükmeyen, AKP'nin hegemonya alanında olmayan gazetelerde ve televizyonlarda hükümet yanlılarının temayüz etmeye başlaması, bunların öne çıkarılmaya başlaması, Yiğit Bulut gibi adamların öne geçmeye başlaması...
Radikal'deki operasyonun tabiatına baktığımız zaman da bunu görüyorum. Eğer hükümet bir medyaya el koymuyorsa orada hükümet yanlılarının güçlenmesi için destekte bulunuyor. Türk Telekom'un kontrolündeki kablolu televizyona baktığınız zaman da burada hükümet yanlısı olmayan kanalların neredeyse kalmadığını görüyoruz. Radikal gazetesinin ilk sayısının Cumhurbaşkanı'nın tasvibine sunulması, ikinci gün Başbakan'ın tasvibine sunulması, bütün bunlar bana batıyor.
İlerleme Raporu, Türk medyasındaki anti-Semitik söylemden de söz ediyor. Bu Türkiye'de yeterince tartışılmayan bir konu başlığı...
Bu işte de en dikkat çekici olan nokta, hükümet kontrolü altındaki medyanın, İsrail hükümetinin kötülüklerine karşı protesto kisvesi altında bir Yahudi düşmanlığını harekete geçirmesi, ki bu sadece Yahudi düşmanlığıyla da kalmıyor. Ermeni düşmanlığı, Hıristiyan düşmanlığı, Müslüman ve Türk olmayanlara yönelik bir düşmanlık olarak tezahür ediyor. Bence yerli yerinde bir gözlem. Kaldı ki bu nefret söylemi sadece Gayrimüslimler örneğinde yok. Hükümetten yana olmayan bütün kesimlere yönelik de nefret söylemi var. Alevilere yönelik, Kürtlere yönelik nefret söyleminin de arttığını gözlemliyoruz.
Siz Bianet'teki son yazınızda "Atatürk, dünyada herhalde kendisine yönelecek olan eleştiri dozunun ne olması gerektiği bir yasayla belirlenen tek kişidir" yazdınız. Bu spesifik bir konu mudur yoksa Türkiye'deki genel ifade özgürlüğü sorununun bir parçası mıdır sizce?
Bence genel ifade özgürlüğü sorununun bir parçası. Türkiye'de ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasa sayısı 26. Bunların maddeleri arasında ifade özgürlüğünü sınırlayan hükümler var. Bunlardan bir tanesi de Atatürk'ü Koruma Kanunu. "Atatürk'ün hatırasını aşağılamak" tamamen öznel bir mesele. Söz gelimi ben iki kere gittim savcılığa bununla ilgili. Ben Atatürk için diyorum ki, "bir dönemi itibariyle ilerici Sezarizm'dir, bir dönemi itibariyle de gerici Sezarizm'dir". Vay Atam'a nasıl böyle der diye bir okur şikayet ediyor. Savcı da "yürü git, şikayetini kabul etmiyorum" demiyor. Seni cezalandırmakla tehdit ederek oraya davet ediyor. Ondan sonra da "hadi sen git, ben karar vereceğim bu konuda" diyor. O kovuşturmadan aklansan bile bu kulağına küpe oluyor. İki kere yutkun, destursuz konuşmayacaksın bu konuda diye.
Bazı savcılar bu kadar kolay anlamayabiliyorlar. "Bana ne ya, hakim karar versin" diyor. Hakim de "bana ne ya, Yargıtay karar versin" diyor. Böylelikle sen hüküm giyip Yargıtay'a kadar gidiyorsun. Yargıtay iş yükü altında bunun üzerinde yeterince düşünmezse oradan da ceza yiyebilirsin. Bu tür vakaların sayısı az değil, çok fazla görünmüyorlar sadece.
Ben diyorum ki, bu konuda Atatürk'ü koruyan özel bir kanuna ihtiyaç yok. Çünkü zaten hakaret suçtur herhangi bir bireye karşı. Atatürk'ün resmi varisi olan Türkiye Cumhuriyeti ve onun savcıları her an bu tür beyanlardan ötürü dava açabilirler. Böyle bir yasaya gerek yok. Bu zaten 1951'de çıkmış bir kanun. Atatürk büstlerine saldırılar olunca Demokrat Parti hükümeti bu olaylardan korkmuş ve olan bize olacak diye bu kanunu çıkarmış. Bu kanun hâlâ geçerli ve isteyenin elinde bir tehdit aracı hâline geliyor.
Siyasetçilerin karikatür polemiği hakkındaki değerlendirmenizi alayım son olarak...
Başbakan diyor ki, "beni kediye, köpeğe benzettiniz. Şimdi Kılıçdaroğlu'nu da dansöze benzetmişler. Artık karikatüristler karar versin". Başbakan konuyu saptırıyor. Kılıçdaroğlu dansöze benzetilemez diye bir şey yok. Dansöz, olumsuz bir benzetmeye konu olacak bir şey değildir. Kadının aşağılanması, itirazımız buna.
Fakat bu görünmez hâle geldi. Biz kabul ediyoruz yani dansözlük kötü bir şeydir, Kılıçdaroğlu benzetilemez buna diye... Burada sınırı tersten çekmek lazımdı. Dokunulmaz olan Kılıçdaroğlu değil, kadın ve dansözdür bu durumda. Bir fikrin yanlışlığını dansözün k.çına bağlayamazsın. O k.ça saygı göstereceksin. Fikri de beğenmiyorsan, neye benzeteceksen benzet...(BC/EÖ)
_____________________________________________
* Burak Cop imzalı röportaj 13 Kasım 2010'da ntvmsnbc.com sitesinde yayınlandı.