Savaş ve barış söylemlerinin belki de en ayırdedici özellikleri onların ötekiyle kurdukları ilişkide yatmıyor mu? Savaş söylemi herhangi bir şekilde kendinden farklı olan ötekini, yok edilmesi ya da en azından kendi ihtiyaçlarına uyruk kılınması gereken bir "hasım/düşman" olarak kurguluyor. Bunun için de ötekinin farkının kendisinin farkıyla ve kendi içindeki farklılıklarla aynı kefeye konamayacak, onlarla eşit görülemeyecek bir şekilde "ötekileştirilmesi" gerekiyor.
Böylesi ötekileştirilmemiş farklılıklar içimizde her daim var zaten-nasıl olmasın, fark her türlü kimliğin temeli, onun varlık sebebi-ve her iki söylemde de bu tür farklılıklar, örneğin kadın‐erkek, bu giysili‐şu giysili, hırcın‐mülayim, esmer‐sarışın, işci‐patron, bu dilli‐şu dilli, bu yoreli‐şu yöreli, genc‐yaşlı, bu mezhepten‐şu mezhepten vb farklılıklar eşitlendikleri için "biz"in dışına yansıtılmıyorlar. Ancak her biri başka savaşçı söylemlerin ötekileştirmelerine araç olma potansiyelini taşıyorlar. Bunun içindir ki, örneğin, insan hakları ile demokrasi ve onların eşitleştirici vurgusu bugün değilse bile başka birgün senin de işine yarıyor, yarayabiliyor.
Savaş söylemine kıyasla bir barış söyleminin oluşturulabilmesi için ise ötekinin farkının bizim farkımızla ve kendi içimizdeki eşitlenmiş farklılıklarla da eşitlenmesi gerekiyor ki onu artık boyun eğdirilmesi ve yok edilmesi gereken birer hasım olarak görmeyelim, onun varlığını böylesi ötekileştirici bir anlayışla (d)okumayalım.
Tabii bu ötekileştirme ilişkisinin öteki kutbunda da kendimize atfettiğimiz (ötekiler üzerinde) hükümran özne vehminden kurtulmamız, kendimizi farklılıklar içersinde bir fark olarak yeniden (d)okumamız gerekiyor. Bunun için de, yaygınlığı nedeniyle neredeyse atmosferinde soluduğumuz savaşçı söylemlerin bize öğrettiklerinin gerisingeriye‐öğrenilmesi, onların ezberlettiklerinin bozulup sökülmesi gerekiyor.
Ben bu yazıda bir savaş söylemi örneği olarak Kuzey Kıbrıs'ta engellenemez bir konumda gözüken - hatırlayacaksınız, kuş gribi geçici olarak dahi avcılığı bu konumundan kımıldatamamıştı-avcılığın ezberlerinin söküğünü izleyeceğim.
İçinde bulunduğumuz ve ikinci faslı ("cikla avı") başlamış olan av sezonu da, aynen bundan öncekilerde olduğu gibi, "avcılar birbirlerini vurdu," "kan döküldü," "tabelalara, hatta (avcılar vuracak 'avlak' bulabilsin diye kurulan) suluklara ateş açıldı," "av zamanı bırakın kırlarda dolaşmayı, köyün kıyısındaki tarlamızda, evimizin avlusunda bile iş yapamayacak kadar terörize oluyoruz" haberleri eşliğinde devam ediyor. Bunlar o kadar yaygın ve her yıl tekrarlanıyor ki,
böyle olaysız bir günün kendisi, "insan köpeği ısırdı" türünden haber değeri kazanıyor ve kutlanıyor. Örneğin, 2004 yılı Kasım ayında başlayan av sezonunun ilk gününde hiç bir avcı birbirini ve başka vurmaması gerekenleri vurmadı diye Avcılık Federasyonu avcılara bir bildiriyle teşekkür etmiş. Neyse ki, daha sonra güneydeki avcı kardeşlerimizin aynı gün birbirlerini vurma haberleri geliyor da avcılığın şanına halel gelmemiş oluyor! Bizimkiler de izleyen günlerde açığı telafi ediyorlar zaten.
Latifesi bir yana, bu haberlere tepki veren avcılar da, yine alışageldiğimiz gibi, bunların avcı sıfatını hak etmeyen kendini bilmezlerin ("tabelaya ateş eden avcı değildir, avcı olan adam tabelaya ateş etmez") sebep olduğu münferit olaylar olduğunu belirtmekteler.
Bu kendini bilmezlerden farklı olarak gerçek avcıların nasıl doğa ve hayvan sevgisiyle dolu olup, doğayı ve doğada yaşayan hayvanları koruduklarını da yine basmakalıp, ezberlenmiş cümleleri tekrarlayan avcılardan defalarca dinleyip biz de kanıksar hale gelmekteyiz.
İlk olarak bu kadar sıklıkla ve yaygın olarak tekrarlanan bir "münferitliğin" sosyolojik olarak artık normal, yani avcılık normunu tarif eder hale geldiğini bir kenara not edelim. Nitekim ava kapalı tutulan sınır bölgelerinin de ava açılmasını talep eden ve yukarda değindiğim basmakalıp ezberleri tekrarlayan bir avcı, gerekçesinde tam da bu not ettiğimizi teyid ediyor: "Bu bölgelerin adı sürekli av koruma bölgeleridir ancak biz avcılar kapalı bölgelere sürekli kaçak av yapma bölgeleri deriz."
Bu notumuzu kenara koyup, avcıların doğayı ve hayvanları sevdiği ezberine, tekrarlamak için değil de düşünmek için baktığımızda oradaki dehşet verici ve vahşet dolu çelişkiyi görmememiz mümkün mü? Sevmek ve öldürmek. Sevdiğini söylediğin yeri senden başkaları için çekilmez ve hatta yaşanmaz kılmak. Bütün çabanı sevdiğini söylediğin yerde uçan, yürüyen, koşan, kaçan hayvanların canlarını almak için harcamak ve hala daha bunu onların iyiliği için, onları korumak için, onları sevdiğin için yaptığını söylemek. Avcı olmak bir yanıyla bu çelişki, bu şiddet ve vahşet yokmuş gibi davranmayı, gözünü bunlara kapamayı ya da bunları görmeyecek şekilde bakmayı öğrenmeyi gerektiriyor. Yoksa başka türlü anlaşılır ve kabul edilebilir değil.
Zaten tam da bu nedenle avcılar bize avcılığın ve avcılık tutkusunun sadece avcılar tarafından anlaşılabilir bir şey olduğunu söylemiyorlar mı?
Avcıların hayvanları ve doğayı sevdikleri ezberinin bir varyasyonu da avcıları, doğanın kendi dengesini korumasının özneleri olarak takdim eden kafası karışık bir sunuş. Buna göre avcılar, doğanın kendi dengesini koruması için gerekli olduklarından, avlanmakla iyi bir iş yapıyorlar. Bu doğal denge anlayışı "sürekli bir çevre içinde sürdürülebilir bir avcılık" sloganında da karşımıza çıkıyor.
Bu doğal denge sunumunu kafası karışık diye nitelendirdim, çünkü söz konusu ettiğimiz avcılık hiçbir şekilde "doğal" bir gereklilik ya da zorunluluk içermeyen, tam tersine katılımcıları ve savunucuları tarafından da bir "spor" ve "hobi" olarak tanımlanıp, "av" hayvanlarının zevk için öldürüldüğü, tamamen kültürel, dolayısıyla öğrenilen bir edimdir:
Yukarıda değindiğim gibi, eyleminin spor zevkini tatmin aracı olarak "ötekileştirdiği" hayvanlar üzerinde gerçekleştirdiği vahşeti görmeden bakmayı öğrenmeyi gerektiren bir edim.
"Ötekileştirdiği" hayvanların katlini kendi cemaatince benimsediği normlara göre normalleştiren bir edim.
Dolayısıyla, yukarıdaki avcılık sunuşu kendi kültürel müdahalesini doğanın ihtiyacı olan bir takviye olarak sunmuş oluyor, ki bu bir yandan argümanını dayandırdığı "doğal denge/sürdürülebilirlik" varsayımını sorunlu kılarken, öte yandan kendisinin doğanın tahribatındaki rolünü ve payını da gözlerden gizlemiş oluyor.
Farklı bir örnek olarak, yaşamlarını sürdürebilmek için toplayıcılığın yanı sıra avcılıkla da geçinen toplumlarda avcıların avladıkları hayvanlarla böylesi ötekileştirici bir ilişki değil, akrabalık ilişkisi kurduklarını, hatta kendi kimliklerini o hayvan üzerinden dokuduklarını görüyoruz. Ava çıkabilmek için de kendilerinin geçimini sağlayan o hayvanın "iznini" alıyorlar ve "ihtiyaçlarından" fazlasını avlamıyorlar. Onun içindir ki, örneğin, Amerikan kızılderilileri için lakabını bizonların soylarının tükenmesinde oynadığı rol ve şöhretten alan "Buffalo" Bill Cody gibi spor olarak, zevk için avlananlar akıl almaz bir dehşet ve vahşet saçan ucubeler olarak görülüyorlar.
Körfez savaşı sırasında ABD Savunma Bakanı olup, üç yıl öncesine kadar yöneticiliğini yaptığı Halliburton şirketine Irak'ın işgali ardından "verilen" kontratlarla gündem olmuş Dick Cheney, daha sonra bir av haberiyle de gündeme gelmişti. Bu habere göre Cheney ve beraberindekiler, 8 Aralık 2003'teki bir av partisinde 70'i Cheney'in vurdukları olmak üzere 417 sülün vurmuşlardı. Haberi benim için ilginç kılan ayrıntı sonradan geliyordu. Cheney ve beraberindekilerin avlandıkları "country club"daki köpek eğiticisi, av partisi için 500 sülünü kafesten saldıklarını anlatıyordu.
Benzer şekilde Kıbrıs'ta da avcılar avlanabilsin diye keklikler önce kafeslerde yetiştirilip, sonra "doğa"ya salınıyorlar. Avcılarımız da, ne doğada yaşamayı, ne insandan kaçmayı doğru dürüst bilmeyen bu "kültürel" keklikleri avlıyorlar. Doğa eksik olunca takviyesi gerekiyor tabii.
Neden eksildiğini, kimin eksilttiğini, bizim de bunda sorumluluğumuz olup olmadığını karıştırmayalım. Tatmin edilmesi gereken bir öldürme zevkimiz var(!).
Zevkimizi tatmin etmek için ötekine ne yaptığımızı, yapabilmek için onu nasıl "ötekileştirdiğimizi"(!) de karıştırmayalım.
"Hükümran özne konumumuz"(!) bizim onlar üzerinde her türlü tasarrufta bulunmamıza izin veriyor.
Yapısökümcü düşünür Gayatri Spivak, bizim "ötekileştirilmiş" ötekiler üzerinde "hükümran bir özne" olduğumuz ezberinin bozulmasının, yani bellenmiş bu ezberin, onun deyişiyle "geriye öğrenilmesinin" (unlearning), önemini vurguluyor. Böyle bir geriye‐öğrenme ya da ezber bozumu, kendi tarihimizi, önyargılarımızı, öğrenilmiş ama şimdi doğalmış gibi gelen tepkilerimizi geriye doğru, eleştirel bir bakışla yeniden gözden geçirmemizi gerektiriyor.
Rakel Dink'in işaret ettiği gibi bebekler katil doğmuyorlar. Irkçılık, cinsiyetçilik, oryantalizm ve avcılık da benzer şekilde öğreniliyorlar. Dolayısıyla öğrenildikleri gibi geriye‐öğrenilebilirler de. Bu geriyeöğrenmenin belki en önemli unsuru da ezberimizin kendimize atfettiği ayrıcalığın-kadınlar, doğu, hayvanlar üzerinde her türlü tasarrufta bulunmamızı haklı gösteren "hükümran özne" ayrıcalığının-aslında bizim için büyük bir kayıp olduğu anlayışına varmaktır. Kayıptır çünkü o ayrıcalıklı konum bizi başka türlü bilmekten, başka türlü bilgiye ulaşmaktan alıkoymaktadır.
Son bir ezbere bakıp bitirelim: "Kıbrıs'ta avcılık atalarımızdan gelen bir gelenek olup, halen bu geleneği devam ettirmekteyiz." Evet, avcılığın Kıbrıs'ta güçlü ve yaygın bir gelenek olduğuna hiç kuşku yok. Ben avcılarının nüfusuna oranı bu kadar yüksek başka bir toplum bilmiyorum. Ama avcılığın bu kadar yaygın olmasının, tabii ki tek değil ama, hiç de gözden kaçırmamamız gereken bir nedeni onun Kıbrıs'taki çatlağın her iki tarafındaki savaşçı yöneticiler tarafından halkı savaşa hazırlayabilmek, çatlağın ötesindekileri öldürebilmeye hazır edebilmek amacıyla yüreklendirilip desteklenmiş olması değil midir?
Peki biz geleneğimize sahip çıkmak adına ötekine yönelik bu ataerkil, eril, savaşçı bakışı mı benimseyeceğiz?
Jacques Derrida'nın miras alınan gelenek konusunda yazdıklarının bu konuda bize yardımcı olacağını düşünüyorum. Derrida önce kültürel mirasın önemini vurguluyor ve "biz miras aldığımızızdır" diyor. Örneğin, adımız, anadilimiz, soyadımız, (toplumsal) cinsiyetimiz, milliyetimiz gibi miras aldıklarımız sayesinde biz biz olabiliyoruz. Ama arkasından ekliyor, "miras veri(li bir şey) değildir, bir görevdir." Yani bizi biz yapan miras, her zaman bu görevin yerine getirilmesiyle şekillenip cisimlenmektedir. Konumuz örneğinde, spor ya da hobi olarak yapılan "avcılık," daha önce bu avcıların ataları tarafından ve başkaları tarafından "yaşamlarını sürdürmek" için yapılan "avcılığın," böylesi bir görev yerine getirilmesiyle yeniden ve farklı bir biçimde cisimlenmiş halidir zaten. Onun farklılaşmamış kendisi değildir.
Şimdi günümüzün avcıları da bu "ata mirasını" savaşçı değil de barışçı bir dokumayla yeniden dokusalar, hayvan‐ötekilerle ilişkilerini hükümran özne konumundan değil de, onun hiyerarşisini eşitleyen etik bir sorumluluk konumundan bakarak yeniden cisimleştirseler, bu mirasa "daha iyi" sahip çıkmış olmazlar mı? Bu sahip çıkma görevi avcıların işi, ama ne bileyim, olası bir örnek olarak, avcımız bu sefer bir görüntü avcısı olarak tetiği çekmek yerine fotoğraf çekse, barıştığı doğaya fişek, dehşet ve ölüm saçmasa, avcılığın özü olarak sunduğu "doğa ve hayvan sevgisi" mirasına daha iyi sahip çıkmış olmaz mı?(Tİ/EÜ)
TUĞRUL İLTER'DEN
Kıbrıs'ta Avcılık Engellenemez!?
Avcımız bu sefer bir görüntü avcısı olarak tetiği çekmek yerine fotoğraf çekse, barıştığı doğaya fişek, dehşet ve ölüm saçmasa, avcılığın özü olarak sunduğu "doğa ve hayvan sevgisi" mirasına daha iyi sahip çıkmış olmaz mı?
Hak odaklı, çok sesli, bağımsız gazeteciliği güçlendirmek için bianet desteğinizi bekliyor.