Açıkçası İstanbul'da ve bazı büyük kentlerde henüz yeni yeni tartışmakta olduğumuz veya yıkımlar, yerinden etmeler biçiminde görmekte olduğumuz "kentsel dönüşüm" uygulamaları, bazı Avrupa Birliği (AB) kent yönetimi uygulamalarında olduğu gibi, bu merkeziyetçi, uzmanlık dilleri ile segmente edilmiş bir kamu fikrinin sorunsallaştırılmasına, (adı üstünde) dönüştürülmesine dayanan yeni bir türevi değil, tam tersine 20. yüzyıl başlarına, hatta kapitalist dünyada biraz daha öncesine de uzanan ve iktidar-sermaye ittifakına dayanan ilk örneklere benziyor.
Bu açıdan bakıldığında, bu "kentsel dönüşüm" operasyonlarında bu kamu fikrinin sürdürülebilirliği, hatta yeniliklerin, krizlerin ortaya koyduğu fırsatların tersine bükülmesi söz konusu.
Dönüşüm değil muhafaza
"Kentsel dönüşüm" kavramını kullandığımız zaman Türkiye'de, bir taraftan sanki bir takım sorunlara cevap verecek, çözüm getirecek yeni bir uygulamadan söz eder gibi yapıyoruz. Ama diğer taraftan bu kavram yeni bir politik duruma, sorunu yaratan koşullarda köklü bir değişiklik getirecek farklı bir uygulamaya işaret etmiyor.
Tam tersine ortaya çıkan sorunları mevcut aktörlerle, kapasitelerle, yöntemlerle ele almaya çalışan, hatta muhafaza etmeye çalışan bir uygulama biçimi olarak çıkıyor. Sanki bir dönüşümden çok, bir dönüşüm ihtiyacını kendi bildiği şekle dönüştürmeye, gizlemeye çalışan bir tersine bükme söz konusu. Bir dönüşümden çok sürdürülebilir olmayan bir modeli, bir değişim ihtiyacını eski kalıplara sokma gayreti ile karşı karşıyayız.
Başka türlü ifade etmek gerekirse, "ortada sorunlar var, bu sorunlar giderek büyüyor, acaba şimdi ne yapabilirim de ben bu sorunlara rağmen bir dönüşümü engelleyebilirim" diyen bir kentsel dönüşüm modeli bu. Aslında sorunları üreten de kendisi, sorun olarak algılamamıza yol açan da kendisi, bu sorunlarla kendi konumunu, ayrıcalıklarını, yeniden üreten de kendisi.
Muhalefet de sisteme dahil
Deprem, riskler, kültürel miras, ulaşım, çevre... ele alınan konu ne olursa olsun, eğitim ve iktidar aracılığıyla ayrıcalık elde etmiş olan bazı kesimler bu pozisyonlarını yeniden üretmek için bunları bir araç olarak kullanıyorlar.
Bu kamu fikiri, kenti hakikatler üzerinden okuyan, segmente edilmiş ve kesinliklere dayanan, ihtiyaçlara cevap verir, riskleri, sorunları ortadan kaldırır gibi gözükürken, kamu fikrini hegemonik bir içeriğin tahakkümü altına sokan bir siyaset biçiminin uzantısı. Bu noktada ortaya çıkan iki yaklaşım var:
Birincisi "fırsat bu fırsat, bu kentsel dönüşüm denen uygulamadan acaba ben nasıl yararlanırım, kendime nasıl çıkar sağlarım" diye düşününenler.
İkincisi "bu kentsel dönüşüm işini ellerine geçirerek, güçlerine güç katanlar olacak, benim bu işten payım olmayacak" diye düşünenler.
Evleri başına yıkılan insanların çaresizliğini, çektiklerini, memnuniyetsizliklerini bir yana koyarsak, bu iki kesimin, yani yandaş olanlarla, karşı çıkanların temelde, 'kentsel dönüşüm' meselesinin nasıl olması gerektiği konusunda anlaştıklarını düşünüyorum.
Elbette ki sorunları tanımlama biçiminin de sorun alanı içinde yer aldığı bir modelden daha fazlasının da beklenmemesi gerekir. Benim burada asıl altını çizmek istediğim asıl sorun, bu siyaset biçiminin yalnızca 'eyleyenler' tarafından üretildiğini, bu dönüşümün öznesinin iktidar ve sermaye olduğunu bize kabul ettirmeye çalışan yaygın yaklaşım.
Yani görünüşte neoliberal politikaları uygulamaya sokan, halkı düşünmeyen (ya da bu iş zorla olmayacağına göre son seçimlerden sonra dile getirildiği gibi 'halkı baştan çıkaran' kötü niyetli) bir iktidar var. O sermaye ve güç sahipleri eşliğinde politik temsil gücü olmayan kesimlerin üstüne gidiyor, gücüne güç katıyor.
Diğer tarafta ise buna zaman zaman itiraz eden, ama iktidarda olmadığı için elinden bir şey gelemeyen bir 'muhalefet', ya da neden ve nasıl böyle kendisini adlandırdığı meçhul olan 'sol' görüşlü insanlar var.
Ben bu eylem biçimleriyle, fikirleriyle, varlığı ile ortada gözükmeyen ama kendisine 'sol' etiketini yapıştırmakta beis görmeyen bu 'muhalefet' biçiminin 'azgın neoliberal' sistemin içine dahil olduğunu, hatta kendi konumunu muhafaza etmek, ayrıcalıklarını yeniden üretmek, iktidardan pay almak için böyle yaptığını düşünüyorum. Üstelik de bu konumun yalnızca iktidarın halkı temsil etme iddiasını frenlemek için kullanıldığını.
Dikkat ederseniz militarist özlemler, temsili olmayan kurumların siyasal rol oynaması tam da bu noktada, yani siyasal modelin sorgulandığı anda ortaya çıkıyor. Dolayısı ile bir karşıtlıktan çok bir koalisyondan söz edebiliriz.
"Uzman"ların işlevi
Asıl sorun da burada. Belediyenin planlama merkezinde çalışan, hem de piyasaya proje işleri yapan bir üniversite öğretim üyesi şunu söyledi: "Niye bizi AKP'li belediyeye çalıştığımız için eleştiriyorsunuz? Biz hem Dalan zamanında, hem Sözen zamanında da çalıştık."
Oysa farklı bir görüşten bir yönetim ile çalışmak, uzmanlar olarak ideolojik ayrım yapmamak, onların bence en iyi meziyetleri. Asıl sorun ise başka yerde:
Hem kamu tarafında olup, karar verici olmaları; hem de proje müellifi olmaları. Kamu fikrinin çoğullaşmasına karşı çıkan ve kesinlik inşa etmeye çalışan her 'muhalif' duruş, aslında iktidardan pay talep etmekten başka bir anlam ifade etmiyor. Daralan bir müzakere ortamını savunarak katılımı engelliyor, kendi kamu yararı kavramının tartışılmaz olduğunu bize kabul ettirmeye çalışarak kamu fikrini tikelleştiriyor.
Temsil dışı bir işlev görmesi gereken uzmanlar, uzmanlık kurumları böylece bir sivil toplum kesimi gibi kendi konumlarını temsil ederek kapasitelerin sermaye ve iktidar altında oluşmasını garantiye alıyorlar. Politikayı simgesel alana izole ederek bugünkü azgın neoliberal dönüşümün önünü açıyor.
Simgesel alanda inşa edilen kamu
Kente dair bir politika geliştirememek, onu simgesel alana izole etmek, basitçe her şeyin kesinliğe, paraya, teknolojik araca dönüşmesi demektir. Rem Koolhas'ın 'junkspace' kavramı tam da bu durumla, planlamanın teknik bir konu olarak algılanması ile çakışır. 'Döküntü uzam' (junkspace) kavramı aslında bütünsel tasarım düşlerine gönderme yaptığı kadar, bize kamusal alan diye sunulan, kamusal alan izlenimi kazanan ortak mekanların yeniden okunmasını (yapıçözümünü) sağlar.
Süperstürktürlerin tekil formlarla türdeş olduğunu söyleyen Rem Koolhas, her türlü kamusal tasarım fikrinin imkansızlığına işaret eder. Tepeden inmeci, hegemonik her türlü kamu fikri, hakikat inşası, açıkçası yolsuzluktan, ayrımcılıktan başka bir şey değildir. Kamusal izlenimi verilmiş tikel bir içeriğin baskısı altındadır. Modernleşmenin gelişmeci, teknikçi, kesinliklere dayanan bir biçimde algılanmasına, dönüşümün alternatifsiz bir şekilde simgesel alanda inşasına yol açar.
O ölçüde ki, muhalefetin bile yerel konularda merkezi iktidara, yönetimlere karşı kullandığı araçlar ve argümanlar dahi aynı hakikat arayışını, iktidar arayışını ortaya koymaktadır. Doğal olarak bu temsilde sivil toplumun farklılıkları, amaçları, düşünceleri ile bir özne olarak yeri yoktur.
Siyasetin simgesel alanda kurumsallaştığı model, siyasetin de sıfır noktasıdır. Geriye yalnızca 'Osmanlı Mahalleleri' yapmak gibi ideolojik, hesap vermez, kamusal gücü arkasına alarak kendi çıkarlarını kollayan düz bir mantık kalmaktadır.
Siyasetin kısıtlanan rolü
Bugün mevcut ilgi gruplarının kente dair katılımlarını ancak kendi kamu yararlarını temsil ederek, bağımlı oldukları siyasal ve düşünsel platformlarda geliştirmeleri ise sanıldığı gibi bir engel ya da alternatif teşkil etmemekte, katılımı göz ardı ederek, neoliberal saldırının önünü açmaktadır. Her ne kadar karşı duruyor gibi gözükse de.
Çünkü her türlü kesinlik inşası, sonuçta siyasetin öznesinin simgesel alanın dışında olduğunun fark edilmesini, sınıfsal bakışı engeller. Bu yeniden üretim sürecinde sınıfsal bir bakış, yani simgesel alanın dışında var olan öznelerin, toplumun ve kentin yeri yoktur.
Kentsel dönüşüm uygulamalarında yerel siyasal alanın öncelikli gündeminin imar konusu olmasının, sosyal programlardan söz edilmemesi, kamu işlevinin gerektirdiği açıklığın ve katılımın olmamasının nedeni budur. Kent siyasetinin merkeze kilitlenmesi, ister istemez kente dair konuların teknik bir konu gibi ele alınmasını, sivil toplumu izleyici haline getirir. Bu da siyasetin rolünün de patronajla sınırlanmasını getirir.
Kent ölçeğinde, korporatist bir kamu düzeni içindeki konumlarını yeniden üretmeyi hedefleyen seçkinler, muhalif de olsalar, gelişmeci-bilimci bir ideoloji içinde siyasetle köprü kurarlar. Muhalif oldukları koşullarda ve zamanlarda bile.
Bu nedenle adı 'sol' bile olsa muhalif siyasal örgütlenmelerin ne dediğini, ne söylediğini bile duyamazsınız. Bir şey yapma ihtiyacı, zorluklarla mücadele, siyaseti ve kendini yenileme ve sorgulama ihtiyacı da ortadan kalkar. Çünkü kentsel konular teknik konulardır. İktidara geldiklerinde, bulutların üstünde olan siyasetin herşeyi belirleyeceğini, sorunları çözeceğini iddia ederler. Oysa eşitsizliklerin ve haksızlıkların kaynağı siyasetin sembolik alana hapsedilmesi ve ayrıcalıkları yeniden üretmesidir.
Çoğulcu ve zorlu bir uğraş
Dolayısı ile kentin temsilinde görünür olan yerelin kendisini temsili değil, bu simgesel alanda ayrıcalıkların yeniden üretimidir. Bu temsil yani siyaset, mevcut aktörlerin bu yeniden üretim içinde yereli algılayışıdır. Kentin sosyal temsilini satır aralarında içeren meseleler yalnızca sanat, basın, edebiyat gibi özel alanlardadır.
Yerellik uzmanlıklar aracılığıyla temsil edilen teknik işlevlerin ötesine geçmez. Bu durumda yerel sivil hayata hükmetmeye çalışırlar, yerelin kendisini temsil etmeye değil.
Çünkü kent siyasetinin var oluş koşulu 'sembolik' olanın sorunsallaştırılmasına dayanan 'sınıfsal' bir bakışa dayanır. Unutmamak gerekir ki nesnel bir görüntü sunan eldeki her türlü bilgi, olgu kenti siyasal açıdan ikinci plana atan, onu başka hakikatlere hapseden, hatta konuşulmasını imkansız kılan bir tarihyazımı tarafından koşullanmıştır.
Kenti anlamlandırma çabası kapsamı itibarıyla nesnel bir görüntü verse de çoğulcu bir uğraşla işlenmesi gereken zorlu bir uğraştır. Kent siyaseti de bu nedenle, elde hazır bulunanlarla değil, her ayrıntıda yeniden sorgulanması gereken bulgularla, yeni keşiflere, yaratıcı araştırmalara dayanan bağımsız bir duruş ile anlam kazanabilir.(KG/EÜ)