Nereden bakılırsa bakılsın, 100. yılı geride bırakan eski dışişleri mensubu Kennan böyle bir içtenliği hak eden ender Amerikan vatandaşlarındandı. Sadece 100 yılı geride bıraktığı için değil. Denebilir ki, 2. Dünya Savaşı öncesi birikimlerini savaş sonrasında bir "master" stratejiyi biçimlendirmek üzere kullanmış bu adam, Soğuk Savaş'ta "Özgür Batı"nın beyni ve "entelektüel başkomutanı" olmuştu. Sovyetler'in dağılmasına uzanan süreçte kazanılmış bir "Amerikan zaferi"nden söz edilecekse, bu zafer belki herkesten önce Kennan'ın eseri sayılırdı.
Powell konuşmasını tamamladıktan sonra bir soruya muhatap oluyordu. Soran, "Soğuk Savaş'ta pek de gurur duymadığımız şeyler yaptık. Bazı rejimleri destekledik" dedikten sonra "terörle savaşta da aynı şeyler olabilir mi?" diye soruyordu. "Terörizmle mücadele ediyor diye, insan haklarını ihlal eden rejimleri desteklememiz söz konusu olabilir mi?"
Powel'ın cevabı şöyleydi: "Soğuk Savaş'ta, ulusal varoluşumuzun tehlikede olduğunu düşündüğümüz ve Komünizm'in politik bir felsefe olarak bazı insanların zihinlerinde yükselişte olduğu bir evrede, kuşkusuz tuhaf yol arkadaşlarımız ("bedfellows") oldu. O yılların birçoğunda ben de devlet görevindeydim ve öyle rejimlerle işbirliği yaptık ki, geriye baktığımda, hiç yapmamış olmamızı tercih ederdim. Ama tarih böyle gelişti. O zaman karşı karşıya olduğumuz tarih buydu ve doğru olduğunu düşündüğümüz şeyleri yaptık. İnsan hakları ve hukukun üstünlüğüne bağlılığımızı ise hiç kaybetmedik. Sanırım şu anda farklı olan şey, karşı karşıya olduğumuz tehditler ciddi, evet, ama ideallerimizden ve değerlerimizden geri adım atmamızı gerektirecek kadar değil. Öte yandan, Irak'a demokrasi getiriyoruz ve aynı zamanda dünyanın o bölgesinde bazı Amerikan aleyhtarı duygularla karşılaşmış durumdayız. Başkan, o bölgedeki diğer uluslar için demokrasiyi gündeme getiren Büyük Orta Doğu Girişimi'nden söz etti; Amerika tarafından dayatılan bir biçimde değil, o yöne doğru gidilmesi gerektiği için.. Arkadaşlarımla -- eski arkadaşlarla ve yeni arkadaşlarla -- tartışmalarımda insan hakları meselelerini asla göz ardı etmiyorum. Üç hafta önce Kremlin'de otururken Başkan Putin ve Dışişleri Bakanı Ivanov'la aramda çok açık konuşmalar geçti. Medyaya erişim konusunda, seçimleri doğru bir biçimde yapma konusunda ve seçici kovuşturmadan ["selective prosecution"] nasıl uzak durulabileceği konusunda.."
"Diktatörleri desteklemekten utanmayalım"
Denebilir ki Powell'ın yaş günü sorusuna verdiği cevap, bugün üstünde büyük bir uzlaşmanın olduğu bir "tarihsel süreç değerlendirmesi"nin konsantre halidir. Farklı ülkelerin apoletli stratejistlerinden sivil toplum aydınlarına kadar geniş bir yelpazede, "tarihsel süreç" şöyle değerlendirilmektedir:
* demokrasi açısından bir gerilik ve tehdit anlamına gelen Sovyetler Birliği'nin çözülüp dağılmış olması, dünyada demokrasiye doğru atılmış olumlu bir adımdır.
* bu gerilik ve tehditle mücadelesinde ABD'nin 50'lerden itibaren diktatörlükleri desteklemiş olması bu ülke açısından bir "standarttan sapma" olmuş, Soğuk Savaş'ın bitiminden itibaren standartlara geri dönülmüştür.
Powell'ın cevabı ile birlikte ona yöneltilen sorunun da, gene büyük uzlaşma içinde hep bir ağızdan seslendirilen fikirlerden birini içerdiğini söyleyebiliriz:
* Dikkat, ABD'nin bugün de, bu kez terörle mücadelede, standarttan sapma gösterip insan hakları ihlalcilerine destek vermesi olasıdır.
100. yaş gününde Kennan'a yapılan Powell'lı yaş günü jesti, tamamlanmış bir tarihsel sürecin unutulmayan kahramanını onurlandırmak için miydi? Yoksa yaş gününün konukları, devam eden bir süreçte doğru yolu bulmayı sağlayan bir ilham ve sağduyu kaynağının etrafında toplanmaya mı gelmişlerdi?
1931'de Berlin Üniversitesi'nde Rus dili ve kültürü üzerine çalışmaya başlayan, 1933'de ise ABD'nin Moskova Büyükelçiliği'ni yeniden açan diplomatlar arasında yer alıp 1937'e kadar bu ülkede kalan Kennan, 1952'de, bu kez ABD'nin Sovyetler Birliği büyükelçisiyken, Sovyetler'le Nazi Almanyası'nı karşılaştırılıyor ve istenmeyen adam ilan edilmesi üzerine görevden alınıyordu.
Aradaki yıllar ise Kennan'ın bir devlet adamı olarak en verimli yıllarıydı. 2. Dünya Savaşı sonrasından 1950'ye kadar yönettiği Dışişleri Bakanlığı Planlama Dairesi' nde çalışanlar için 1948'de kaleme aldığı 23 no.'lu Politika Planlama Çalışması' nda ("Policy Planning Study 23) şöyle diyordu:
"Dünyanın zenginliklerinin yüzde 50'sine, nüfusunun ise sadece yüzde 6.3'üne sahibiz. Bu durumda haset ve öfkelerin hedefi olmamız kaçınılmazdır. Önümüzdeki dönemde gerçek görevimiz, bu eşitsiz konumu sürdürmemizi sağlayacak ilişkileri oluşturmaktır. Bunun için tüm duygusallıklardan ve hayallerden ["day-dreaming"] kurtulmak zorundayız; dikkatimiz, acil ulusal hedeflerimizle ilgili şeyler üzerinde yoğunlaştırılmalıdır. İnsan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi belirsiz ve gerçek olmayan şeyler üzerine konuşmaya son vermeliyiz. Doğrudan doğruya güç konseptleri ile hareket etmek zorunda kalacağımız gün çok uzakta değildir. İdealist sloganlar ayağımıza ne kadar az dolaşırsa o kadar iyi olacaktır."
Kennan 1950 yılında ise Latin Amerika büyükelçilerine, ABD istihbaratının raporlarına göre Latin Amerika'da yayılan ve savaşılması gereken tehlikeli bir sapkınlığı şu cümleyle özetliyordu: "Hükümetlerin halkın refahından doğrudan sorumlu olduğu fikri.."
Kennan'ın diktatörlerin desteklenmesi konusunda görüşü ise şöyleydi: "Son cevap hoş olmayabilir, ama yerel hükümetlerin polis baskısını gördüğümüzde duraksamamalıyız. Komünistler aslen hain olduklarına göre, bu utanılacak bir şey değildir. İktidarda, komünistlerin sızdığı, hoşgörülü ve gevşek bir liberal hükümet olacağına güçlü bir rejimin olması daha iyidir."
"Ajax Operasyonu meşruiyetleri"
Kennan bu sözleri, 1973'de Şili'deki askeri darbeden de, 1980'de Türkiye'deki askeri darbeden de yıllar önce söylemişti. Ama mesela İran'da 1951'de petrol endüstrisini millileştiren Musaddık hükümeti, bir ABD-İngiliz ortak darbesi olan "Ajax Operasyonu" ile hemen 1953'de devrilecekti .
Bu noktada bir an duralım ve Ajax Operasyonu'nun "meşruiyeti" açısından referans olabilecek "sıcacık", "insanî" sözcüklere kulak verelim. Orta Doğu ve İslam'la ilgili politikalar geliştirmek üzere Richard Perle'den İsmail Cem'e kadar müthiş bir "strateji uzmanı prensler" ordusu ile çalışan halkla ilişkilerci/thinktank'çı Eleana Benador, Irak halkına yıllarca kan kusturan diktatör Şah Rıza Pehlevi'nin 1979'da bir ayaklanma ile iktidardan uzaklaştırılmasından 25 yıl sonra, 5 Mart 2004'de "Sevgili Dostlar" diye başlayan şu mektubu kaleme almıştı:
"Haşmetmahap Farah [devrik Şah'ın karısı], Benador Asociates'in müşterilerinden biri olmasa da, aşağıdaki bilgiyi sizlerle, İran halkının karşı karşıya olduğu büyük zorluklara karşı dostluk, derin sevgi ve güçlü destek hisleriyle paylaşıyoruz. Haşmetmahap bu gece ABC'de Barbara Walters'ın söyleşi konuğu olacak ve İran'da monarşinin son günlerinde gördüklerini ve yaşadıklarını anlatacak. Özgürlük ve demokrasinin zafere ulaşacağı güne kadar yanında yer alacağımız İran halkına sevgi ve en sıcak, en iyi temennilerimizle.."
Bayan Benador'un, madur bir dulun televizyon söyleşini anons eden insanî sözleri elbette sadece insanî sözler sayılamaz. Ama onun sıcak temennilerinin de çok ötesinde, 2000'ler dünyasında,
* Irak'ın başına eski bir CIA ajanı ve terör tertipçisinin "paraşütle" indirilmiş olması
* Balkanlar'ın en değerli toprakları Kosova'nın NATO'nun askeri-politik denetimine alınması
* Özbekistan'daki diktatörlüğün yüz milyonlarca dolar ve politik yandaşlıkla desteklenmesi
* Haiti'de işgalle hükümet değişikliği yapılması
* Afganistan'da haraç beyliklerinin iktidar ortağı yapılması
* Venezüela'da hükümete karşı darbe girişimi ve bitmeyen tehditler,
"yol arkadaşlıkları"nın ya da "standarttan sapmalar"ın geçmişte kalmış bir şey olmadığını yeterince göstermiyor mu?
Denebilir ki "yol" bitmeden "yol arkadaşlıkları" da bitmeyecektir. Sovyetler'in dağılması kuşkusuz bir yolun sonudur. Ama ya biten yol, aslında daha geniş bir başka yolun içindeyse ve bu geniş yolun sonu henüz gelmemişse? "Yol"un "Sovyetler'in varlığı" üzerinden tanımlanmasına herkes ortak olmak zorunda mıdır?
ABD bugün hâlâ dünyadaki zenginliklerin yarısına sahip bir yüzde 6.3 ülkesi değil mi? Bu yüzde 6.3'ün kaçta kaçı zenginlikten, hangi oranlarda nasiplenebiliyor? Bu zenginlik, 1940'larda da, şimdi de, ABD'nin "iç pazarı"nda yaratılan değer midir? ABD iç pazarı sadece "üretim"le (mal ve hizmet) ilgili bir pazar mıdır? Yoksa kaynakların konsolidasyonunu ve denetimini sağlayan finansal-politik ağlar açısından bu "iç pazar" aslında küresel pazarın en güçlü dinamiklerini barındıran alan mıdır? Dünya zenginliğini konsolide eden ve denetleyen bu alanın "yüksek gerilim tabakaları"yla korunması sadece ABD'nin meselesi midir, yoksa bu koruma işinde dünyadaki tüm diğer devletler -kaynakların konsolidasyonu ve denetlenmesi için alternatif bir sistem kurulamadığı sürece- gönüllü ya da gönülsüz müttefik olmak durumunda mıdır? Bu durumda, ABD'de ya da dünyanın herhangi bir yerinde yaşamını sürdürmeye çalışan birey açısından ulaşılabilecek iki alternatif düşünce yok mudur: "Ajax Operasyonu meşruiyetleri"nin kendi meşruiyetleriyle uyum içinde olduğunu düşünmek ve "standarttan sapmalar" da dahil sistemin yanında yer almak; ya da sistemin sürdürülebilirliği ile kendi meşruiyetleri arasında çelişkiler olduğunu düşünmek ve sistemi değişime zorlamak.
"İşkence"nin yeniden tanımlanması
Ebu Garip Hapishanesi'deki olaylarla ilgili Ağustos 2004 tarihli "Schlesinger Raporu" nda, 2002 yazında Beyaz Saray'la Adalet Bakanlığı arasında geçen bir yazışmadan söz ediliyordu. Yazışma ile bakanlıktan, "ABD'nin yabancı ülkelerdeki sorgulamalarda temel alacağı standartlar ve bu standartların İşkenceye Karşı Sözleşme' ye nasıl adapte edilebileceği" konusunda görüş istenmişti. Bakanlık Hukuk Konseyi 1 Ağustos 2002'de cevap veriyor ve sorgulama yöntemleri ("işkence" olarak okunabilir) için şu standardı öneriyordu: Sorgulamanın "işkence" sayılabilmesi için, "sorgulama yönteminin güçlü fiziksel veya zihinsel acı yaratmayı hedefliyor olması ve çekilen acının dayanılmaz olması.."
50 sayfalık bu görüş yazısında ayrıntıya da giriliyor, "işkence" yeniden tanımlanıyor ve yapılanın "işkence" sayılması için yol açılan acının, "organların çalışmaması, vücut işlevlerinin çalışmaması, hatta ölüm gibi ciddi fiziksel hasarlara eşlik eden acının yoğunluğuna eşit" olması gerektiği belirtiliyordu. Bu yoğunluğun altındaki acılara yol açan yöntemler, "işkence" olarak tasnif edilmemeliydi.
Amerikan devletinin ya da onun öncüsü olduğu küresel sistemin, "kaynakların konsolidasyonu ve denetimi" ile ilgili tehditlerle karşılaştığında "insan hakları gibi belirsiz şeyler üzerine konuşmaya son verme" ve sınırları gayet hassas belirlenmiş "güç konseptleri ile hareket etme" geleneğinin Kennan yıllarından başlayarak "Kubark kitapçığı" gibi belgeler yarattığını biliyoruz.
Wisconsin-Madison Üniversitesi öğretim üyelerinden tarihçi Alfred McCoy'un, 50'lerde yıllık 1 milyar dolara ulaştığını belirttiği bütçelerle yapılan "işkence yöntemlerini geliştirme" çalışmalarında ne zamandır "fiziksel acı"nın çok önemli bir yeri yok. Ne zamandır bunun yerini, 1963 tarihli "Kubark Karşı İstihbarat Sorgulama" el kitabındaki daha ince ama çok daha etkili yöntemler almış durumda. Tutuklulara yüksek volümde marş dinletme, üstlerine köpek salma, zaman mevhumlarını yok etmek için tecritte tutma, uyumalarını engelleme, sürekli tehditlere maruz bırakma, yakınlarını kullanarak gözdağı ve acı verme gibi.. belki en temeli, çektiği acıya "tutuklunun kendisinin neden olduğu" kanısını tutukluda yaratma gibi yöntemleri sadece Ebu Garip'teki Iraklılar ya da İsrail cezaevlerindeki Filistinli tutuklular veya İngiliz cezaevlerindeki IRA militanları değil, 12 Eylül 1980 sonrasında Türkiye'deki politik tutukluları da çok yakından biliyor.
"Şükür ki standartlar sağlam"
1940'lardan itibaren "komünist ve aslen hain" olanlara karşı, sonraları sadece "halkın refahından hükümeti sorumlu gören sapkınlar"a karşı ve nihayet kimlerden oluştuğu konusunda net bir değerlendirmenin dünyanın hiçbir yerinde görülmediği "teröristler"e karşı diktatörlerin desteklenmesi, hükümetlerin devrilmesi, politik muhaliflerin işkence ve yargısız infazlarla yok edilmesi konusunda bir "insan hakları savunucusu" ne yapar?
Tarihi sadece "Sovyetler'in varlığı" üzerinden süreçlendiren biri, sonrasında olanlar konusunda "tekrarlanan sapmalar"dan başka herhangi bir şey göremeyecektir. "Standartlar"a dönülmesi gerektiği üzerinde duracak, "standartlar" olduğu için hiç olmazsa demokrasi açısından sağlam bir zemine basıldığını düşünecektir. Bu zeminde kalmak için ısrar edecektir. Kaynakların konsolidasyonu ve denetimi ona göre bu zeminde yapılabilecek ya da belki hatta, üzerinde fazla durulmaması gereken bir şeydir. Mesela ABD'nin Orta Doğu politikalarını değerlendirirken, "sıranın Orta Doğulu diktatörlere geldiği" ni düşünecek, şöyle bir "değerlendirme" yapacaktır:
"Bugün Irak'ta bir diktatör var, bu diktatör, çok doğaldır ki başka diktatörlerin de işbaşında kalmasına neden oluyor. Saddam gittiği zaman Arafat da gider, Arafat gittiği zaman Şaron da gider, diğer Arap Emirleri ve Suudi Sultanı da gider. Bunlar bir zincirin halkalarıdır. Ben hiçbir zaman Şaron'u haklı bulmuyorum, haklı bulan kimse de yok. Ama Şaron'un İsrail'in başında olmasının nedeni bir ölçüde Arafat'ın da Filistinlilerin başında olmasına bağlıdır." *
Bir başkası, Venezüela halkının ve diğer Latin Amerika halklarının özgürlüğüne adanmış insan hakları savunucusu José Miguel Vivanco, bu hakları aradığı yolda ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi'nin bir alt komitesinin önüne çıkıp "durum raporu" verecektir .
Eylül sonunda Türkiye'de "yeni taktikler"i değerlendirmek üzere toplanırken ABD Büyükelçisi Edelman'a açılış konuşması yaptıran insan hakları savunucuları gibi o da, hak ihlallerinin engellenmesi yolunda Amerikan devletinin katkıda bulunacağını düşünmektedir. Venezüela'daki Chavez yönetimine karşı "haklar" için mücadele verirken, o ülkedeki başka mücadelelerin aslî tarafının Amerikan devletinin kendisi olduğunu belli ki pek önemsemeden.. Ona bir "hakem" e başvurur gibi başvurarak..
İnsan Hakları İzleme örgütünden Vivanco, sözlü raporunda şunları da söyler:
"Uluslararası kredi örgütlerinin de Venezüela'daki durum üzerinde olumlu bir etkisi olabilir. Dünya Bankası ve Inter-Amerikan Gelişme Bankası, Venezüela'da yargı kurumlarının iyileştirilmesini hedefleyen projelere -savcıların ve polisin eğitiminden mahkeme yapılarının geliştirilmesine kadar- destek verdi."
Bu yaklaşımı, "yeni taktik" argümanlarından birini ne kadar çok çağrıştırmaktadır: "Para güce sahiptir; bu güç, değişimin lehine de kullanılabilir, aleyhine de. Paranın el değiştirme yollarını incelemek, paranın gücünün değişim lehine nasıl kullanılabileceği hakkında fikir verebilir. Ulusal ölçekte finans kuruluşlarından, Dünya Bankası'na kadar bütün bankalar ve bunlara ek olarak, finans kuruluşlarının hissedarları, insan haklarını ihlal eden ya da standartlara aykırı davranan kamu veya özel sektör girişimlerine yatırım yapmama gücüne sahiptir."
Bu arada kaynakların küresel konsolidasyon ve denetiminin yüksek gerilim tabakalarıyla korunması işinden birinci derecede sorumlu memurun belirlenmesi için ABD'de bir seçim yapılır. "Seçimleri doğru bir biçimde yapma konusunda" Putin'le açık açık konuşan Powell'ın ülkesindeki seçim, tarihte ilk kez, bir itiraz gelmesi halinde oyların yeniden sayılmasına imkân vermeyecek biçimde yapılmıştır. Seçim sonuçları bilgisayardan çıkmıştır ve mutlaktır. Seçimler sırasında ve sonrasında farklı noktalardan binlerce şikayet, itiraz gelmiş olmasının "sürecin bugünü"nde herhangi bir zorlayıcı etkisi olmayacaktır.
Ne işkencenin yeniden tanımlanması, ne de "demokrasinin temeli olarak serbest seçim"in denetlenebilir bir şey olmaktan çıkması, sürecin bugününde "insan hakları savunucuları"nın ajandasında olan şeyler. Ne Venezüela'da, ne de Türkiye'de. Ortalardaki hak savunucularının ilgi alanına girmiyorsa, o zaman, işkencenin yasallaştırılmasına karşı mücadeleden seçimin denetlenebilirliğine kadar, en temel haklar kim tarafından, nasıl savunulacak? (ŞA/YS)
* Serbesti dergisinin Ümit Fırat'la Ekim 2002'de yayınlanan röportajından.