Çünkü insanevladı, acılar arttıkça altında ezilen, ama istenç dışı olarak acılara göğüs de gerebilen bir varlık. İşin acıklı tarafı, acıların, unutulduktan sonra bile yok olmaması. O flu, bulanık yumağın, insanın göğüs kafesi içinde, göz bebeğinde, dudak arasında hep varlığını sürdürmesi...
Belirsizliğin içinde kaybolmak
Bir zaman sonra o pembe yanaklar şeklini yitirmeye, içten kahkahalar dinmeye başlar bu yüzden. Sonra bakarsınız ki, bir ilkbahar mevsiminde, o çocukluk yıllarının coşkusu, kendini derin bir yalnızlığa teslim etmiş; çiçeklerin açması ya da doğanın yeniden hayat kazanması, kederden başka bir şeyi alevlendirmemeye başlamış içinizde.
Dost sohbetleri samimiyetini yitirince, aşklar yalan olunca, yalanlar acılara dönüşünce, hastalıklar başlayınca, ilkbaharların bir anlamı kalmamaya başlar. Sonra da anlarsınız ki ömür, o etrafına coşku saçan ömür, belirsizliğin çekiciliğinden beslenen mutluluk, tam da belirsizliğin içinde kaybolup gitmiş, çiçek, solmaya başlamıştır.
Zaman zaman sıcak havalar, sıcak duygular, çiseleyen yağmur, bulutların ardında kendine yer açmaya çalışan güneş, dostlarla tokuşturulan kadehler, göğüs kafesinizdeki derin hüznü alıp götürmez olmuş, her defasında ne kadar yalnız ve güçsüz olduğunuzu hatırlatan elçilere, ünlemlere dönüşmüştür.
İnsanî acımasızlık
Yalnızlık, yaradana mahsustur derler. Ne ki siz, yaralarınızdan dolayı, yaşamınızın yaradanı olmaktan uzaklaşmışsınızdır artık. Yalnızlık o zaman sadece acı verir size. Gücünüzü alır elinizden, sizden sonra gelenlere bir yalan olarak aktarılır.
Son zamanlarda sık sık kapılarını çaldığım doktorların o ağır kokulu ofislerinde, bakışlarında mutluluğun esâmisi okunmayan hastaların yüzleri bunu anlatıyor işte. Acılı ama acımasız olmanın ifadesi. Sadece bedenler ve bakışlar değil, sözcükler de acımasızlık ifadesinin taşıyıcısı oluyor.
"Ağır vaka" hastalar, kendilerinden daha iyi durumda olan hastaları ölesiye kıskanıyor. Onlara ölesiye acımasız davranıyor. Göğüs kafeslerindeki acı yumağını etraflarına yaymaya çalışırken, en ufak bir acıma duygusu yansımıyor cümlelerinden.
Buna tanık olunca, bir şekilde hepimizin gözüne hitap etmiş olan o pornografik şiddet görüntülerinin öznelerini insandan saymama gafletinin aslında ne kadar insanî olduğunu anlıyorsunuz. İnsanın, insanî acımasızlığını sumenaltı etme telaşına girmeyenimiz var mıdır ki!
Kendi kendini bitirmek
"Sen de kanser misin" diyor biri, daha teşhis konmadığını bildiği bir başkasına. Bir tanıdığım vardı, diyor başka bir kanserli, senin gibi sağlıklı görünüyordu, üç ayda eriyip gitti. Hem de senin gibi gencecikti, diye de ekliyor.
Refakat ettiğim hastanın gözleri fal taşı gibi açık, olup biteni izliyor. Yüzündeki ifade, iki gün içinde tüm umudunu yitirmiş onlarca kanserlininki gibi ağır ve çökük bir hâl alıyor.
Fakat o, Allahın verdiği tüm acıları yüklenecek kadar güçlü değil: Acılıların acımasızlığının kurbanı oluyor bir nevi. Beşinci gün bilincini, dokuzuncu gün de yaşamını yitirip gidiyor. Doktor, "hasta, kendi kendini bitirdi, iflası kabul etti" diyor, kaşlarını çatarak.
Soğuk banklardaki yalnızlık
Hayat çok hızlı akıyor gerçekten de. Belki de o yüzden unutulan acılar, yok olup gitmiyor, birikiyor. Bakışlardaki derin hüzün, ağır anlamsızlık, her şeyin yalan olduğu hissini güçlendirdikçe, kendini yeniden besliyor, yeniden arttırıyor.
Oysa aldanma ve aldatmaların, yalanların, acımasızlıkların, hastalıkların, hayatın cidal ve hırgüründen dolayı bedbinliğe zaman bırakmadığını sanırız. Fakat eninde sonunda, dönüp dolaşıp yapayalnız oturacağımız yerler, henüz göğüs kafesleri içinde acı yumağını biriktirmemiş olan çocukların eğlendiği, şehir gürültüsünden nispeten uzak parkların soğuk bankları.
Acı ve acımasızlıklarımızın, yalanlarımızın, günahlarımızın muhasebesini yapacağımız, yapayalnızlık anını hissedeceğimiz soğuk banklar. Arayışların bittiği, sükûnetin kader olmaya başladığı dönem, tıpkı hastanelerin o ölüm kokan koridorlarındaki yalnızlık hissinin başladığı dönemdir.
Kalın ve gri duvarların arasında kendisini tekrar eski hırgürün içine taşıyacak devayı bulma çabasıyla birbirinin üstüne yürüyen acılı insanlar, kanserliler, umutsuz vakalar, birbirlerine çok acımasız davranıyorlar yine de. Yaşam umudu sürdükçe, acımasızlık da artıyor.
Gözbebeklerinin gerçekliğini yitirişi
Muhasebe, umutsuzluğun ve yalnızlığın nasip olduğu anlarda ancak mümkün olabiliyor. Aksi halde, derman arama telaşı sırasında bir de bakmışsınız ki, alnınız soğuk taşa çarpmış, muhasebesi yapılacak bir hayat kalmamış, sönüp gitmişsiniz.
Acınız kaldıramayacağınız kadar ağır, acımasızlığınız anlayamayacağınız kadar yüksek, yalnızlığınız sindiremeyeceğiniz kadar tuhaflaşmıştır. Artık kendinizi bile aldatamayacak hale gelmişsinizdir. İflası kabul etmeden, iflas ediyorsunuz.
O zamanki dileğin hep aynı olması ne de hüzünlü: Allah kimseye kaldırabileceği kadar acıyı seza görmesin! Çünkü biz, acıları taşımayı sürdürdükçe acımasızlaşıyoruz, gözbebeklerimiz insaniyetini ve gerçekliğini yitiriyor.
Birer yalan olarak göçüp gidiyoruz muzlim barların izmarit kokulu insanları arasında. Oysa tıpkı yalan gibi, gerçek de insanî değil midir? Yalan olmamayı seçmek mümkün değil midir?(İA/EÜ)