El konulan 20 yıllık video arşivi için hak mücadelesi yürüten Oktay İnce, Ankara'daki eylemini belgesel haline getirdi: "İnsanlar arşivin peşine düşmektense aman yeter ki ceza almayayım gibi bir noktada kalıyor."
Fotoğraf: İnce'nin Altyazı'da yayınlanan videosundan
“Başladı” diyerek açılan bir video. Kamerayı tutan kişi Oktay İnce’nin arkadaşlarından birisi. Fakat kamerayı kullanmayı daha yeni öğreniyor olacak ki sahne İnce’nin tişörtüne yapılan zomla birlikte açılıyor. Sonrasında ise İnce arkadaşına kameranın nasıl kullanılacağını anlatıyor.
Oktay İnce’yi 2019’da yaptığı eylemlerden hatırlıyoruz. Her şey medyanın gözünü diğer tarafa çevirdiği alanlarda, sokaklardaki hak arayışlarını kaydeden ve mücadeleleri görünür kılmaya çalışan İnce’nin tüm çalışmalarına bir ev baskınıyla el konulmasıyla başlamıştı.
O zamandan bu zamana da İnce’nin mücadelesinin tanığıyız. Şimdi onu bu haberin konusu yapan detay ise İnce’nin, Ankara’da yine el konulan arşivini geri almak için Sinema Genel Müdürlüğü'nün önünde yaptığı eylemi belgeselleştirmesi.
Belgesel Altyazı'nın YouTube kanalında ‘Sinema GM Altyazı Fasikül Gösterimleri'nin bir parçası olarak yayınladı. Söz onda:
Üç senedir verilmeyen arşiv
En sonda soracağımı en başta sorayım size. 2019’da hak mücadelenizin tanıklığını yapmıştım. Aradan geçen iki yılı aşkın sürede dijital arşiviniz geri verildi mi?
Arşivi henüz alamadık ama gelişmeler var. Birkaç hafta önce Ankara’daki savcılıkla bir görüşme yaptım. Hard disklerin kopyalanmasının bitmek üzere olduğunu ve bir ay içerisinde teslim edileceğini söylediler. Bekliyoruz.
Arşivinize Ekim 2018’de el konulduğunu düşünüce aradan tam olarak üç sene geçmiş. üç senedir kopyalayamamışlar mı?
Çok fazla sayıda, 18-19 kadar hard disk vardı. Muhtemelen tembellik yaptılar, sürüncemede bıraktılar. üç sene geçtikten sonra hard disklerin çalışıp çalışmayacağını, içindeki bilgilerin bozulup bozulmadığını bilemeyeceğiz tabii ki.
İzmir'den sonra Ankara
2019’dan sonra eylemlerinize devam ettiniz mi?
2019’un sonbaharında İzmir’deki savcılık görevsizlik kararı verdi. Dosya da İzmir’den Ankara’ya gönderildi. Böyle olunca İzmir’de yaşadığım için buradaki eylemlerime son vermek durumunda kaldım.
Birkaç ay sonra Ankara’ya bir eylem haftası planladım. Bunun için Ankara’ya gittim ve üç eylem yaptım. Birisi Ankara Adliyesi önündeydi. Basın açıklaması dahi yapamadan gözaltına alındım.
Daha sonra Kültür Bakanlığı’nın Sinema Genel Müdürlüğü önünde bir kelepçeleme eylemi yaptım. Böyle yapmasam polisler anında, herhangi bir söz hakkı kullanmadan gözaltına alacaklardı. Onun için kendimi bir yere kelepçeledim ve bir saat boyunca etraftaki insanlara derdimi anlatmaya çalıştım. Kurguladığım ve Altyazı’da yayınlanan video da bu eyleme ait.
Üçüncü eylem ise Ankara Valiliği önündeydi. Burada da kendimi kelepçeledim. O günden sonra da İzmir’e döndüm ve Ankara’ya sürekli gidip gidemeyeceğim için eylemlerime ara vermek zorunda kaldım. Süreci hukuki olarak takip ettim.
Artık aradan üç yıl geçti. Herhalde arşivi almaya artık yaklaşmışızdır gibi geliyor.
3 senede 18 eylem
Toplamda kaç eylem yaptınız biliyor musunuz?
2 Nisan 2019’de başlamıştım eylemlere. Haftalık olarak eylem yapıyordum. Nisan’dan Temmuz’a kadar her Salı eylem yaptım. Yaklaşık 15 haftaya tekabül ediyor sanırım.
İzmir polisi eylemlerde ısrar edince dosyayı arşivle birlikte Ankara’ya göndermek için yoğun bir çaba sarf etti. Hatta beni eylemlerden vazgeçirebilmek için ‘Cumhurbaşkanına hakaretten’ dava da açtılar. 19 Ekim’de de bu davanın duruşması var.
İzmir’deki eylemlerin dışında ise Ankara’da seri olarak üç eylemim var. Yani toplamda 18 kadar eylem yapmışım.
Yeni soruşturmalar ve gözaltılar
Eylemlerin hepsinde gözaltına alındınız mı?
Ankara’dakinin hepsinde gözaltına alındım. İzmir’dekiler de ise hiç gözaltına alınmadım. İzmir’deki eylemlerim Salı günleri basın açıklaması ve aktif iki saat oturma eylemi şeklindeydi.
İlk eylemi İzmir Adliyesi önünde başlattım. Daha sonra valilik önüne aldım. Hakkımda ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ dosyası açılınca sadece bir eylemimde bu bahaneyle gözaltına aldılar.
Bunun haricinde eylemleri daha çok fiili olarak engellemeye çalıştılar. Kayıt yapılmasını engellemeye çalıştılar. Çünkü valilik, önünü bir eylem alanı haline getirmek istemiyor. Valilik önünde başlattığım her eylemde beni dışarı çıkarıncaya kadar zor kullandılar. Polisler zorla sürükleyerek, valilik kadraja girmeyecek şekilde sınırların dışına atıldıktan sonra eylemimi yapabildim. Bu her seferinde böyle oldu.
Onun dışında geleni gideni, toplanan insanları, çekim yapan insanları taciz etmekle yetindiler.
"Bakanlık her zaman sansürün ve yasaklamanın bir parçası oldu"
Hazırladığınız ‘videoda’ görüyoruz ki hak arayışınızı valilik ve adliyelerin önünden Kültür Bakanlığı’nın Sinema Genel Müdürlüğü önüne de taşımışsınız. Yani muhatabınızı değiştirmişsiniz. Neden?
Eylem yaptığım süre içerisinde belgesel sinemacılara yönelik çok yoğun saldırılar başlamıştı. Özellikle Kürt belgeselcilere ya da Kürtlerle ilgili yapılan belgesellere saldırı vardı. Artık bir yapıtın belgesel olup olmadığına mahkemeler bilirkişiler aracılığıyla karar vermek gibi bir hadsizliğe düşmeye başlamışlardı.
Hatta ben eylemi yaptığım zaman ‘Bakur’ yargılanıyordu. ‘Nû Jin (Yeni Yaşam)’ belgeselini yapan Veysi Altay ceza almıştı. İki Nehrin Hikayesi’ni yapan Kutbettin Cebe de aynı şekilde. Yani doğrudan belgeselciler yaptıkları belgeseller üzerinden hem yargılanmaya hem de ceza almaya başlamışlardı.
Kültür Bakanlığı’nın sinemaya, belgesel filme yönelik olarak bütün baskılarda, yargılamalarda, bir filmin belgesel olup olmayacağının mahkemece karar verilecek olmasında sorumluluğu var.
Bu bir sanat işi midir yoksa terör işi midir gibi saçma saban işlerin yaratılmasında sorumluluğu var. Çalışma ortamının kötüleştirilmesinde bakanlığın sorumluluğu var. Bakanlık sadece sinemacılara fon vererek destek olamaz, bununla yetinemez. Fakat bakanlık Türkiye’de her zaman sansürün ve yasaklamanın bir parçası oldu. Olmaması gerekirdi.
Bana yapılan, arşivime yapılan saldırı ise yine belgeselcilerin sürekli olarak maruz kaldıkları bir şeydi. Şimdiye kadar onlarca belgeselcinin arşivine el konulmuştur ama bu hiçbir zaman çok fazla gündeme gelmedi. Benim kurgu yapacağım ve seneler boyunca biriktirmiş olduğum görüntüleri polis eften püften sebeplerle götüremez, mahsenlere atamaz. Bu sanata ve sinemaya düşmanlıktır.
Bu sadece adli bir mesele değil. Kültür sanat meselesi. Bu tam olarak da Kültür Bakanlığını ilgilendiren bir şey. Ben bunu hatırlatmak istedim.
Kameranın önü-arkası
Bu zamana kadar hep kameranın arkasındaydınız. Hak mücadelelerini kamuoyuna yansıtmaya çalıştınız ama bu eylemde kameranın önüne geçen siz oldunuz. Kendi belgeselinizin başrolü olmak nasıl bir his?
Bunu bir ‘belgesel’ olarak nitelemek çok doğru olmaz. Bizlerin video eylem dediği bir şey. Çünkü üzerinde çok düşünülmüş işler değil. Kaydedilen eylemin özünü ortaya çıkartan videolar.
Kurguladığımız video da -film demiyorum- öyle bir şey. Biraz uzun bir eylem video.
Kameranın önünde olmaksa arkasında olmaktan çok farklı bir his ve çok ayrı konumlar. Yıllardan beri kameranın arkasındayız ama kameranın önüne geçtiğimiz zaman, kameranın önünde olan insanlardan talep ettiğimiz rahatlığı kendimin sağlayamadığını gördüm.
Resmen kameranın önünde kekeleyen, duraksayan, üzerinde kamera baskısını aynı şekilde hisseden insanlarmışız. Ama o süreç içerisinde kamera korkusunu yendim. Ankara’daki eylem İzmir’in ardından geldiği için orada daha rahattım.
"Adına eylem desek de bir performans aslında bu"
Videoları eylemden iki sene sonra kurguladınız. Aradan geçen zaman ve kurgu aşaması size ne hissettirdi?
4 kameracı arkadaşla gitmiştik bir Sinema Genel Müdürlüğü önündeki eyleme. İbrahim İlhan, Nazan Bozkurt, Eser Budak ve Sibel Tekin. Arkadaşlarımdan birisi beni kameramı kullanıyordu hatta videonun başında ona kameranın nasıl kullanılacağını anlatıyorum.
Diğer arkadaşları ise ‘Yüksel Direnişi’ sürecinden tanıyordum. Halk da çekim yaptı ama onlara daha sonra ulaşamadım. Kendi çektiklerimizle 20 dakikalık bir video montajladım.
En azından sinemacıları da ilgilendiren, izlenebilir bir videoya dönüştürelim dedik. Altyazı Dergisi de bunu yayınlayalım dediler ve bir röportajla birlikte yayınladık.
Kurguyu yaparken fark ettim ki orada beni izleyen insanları, izleyicileri sürekli canlı tutabilmek zorundayım. Çünkü kelepçeyi takıp pankartı açtığım andan itibaren orası artık bir sahne. Sokakta kurulmuş bir sahne. İzleyiciler toplanmaya başlıyor. O ilgili canlı tutmak için sürekli bir şeyler olması gerekiyor. Bir boşluk olmamalı, performans düşmemeli. Adına eylem desek bile bir performans aslında bu. Performatif bir eylem.
Bunun için de sürekli konuşmak zorunda kalmışım. Onun için, eylemlerimin daha etkili olabilmesi için videoyu kurgularken eleştirel bir gözle baktım açıkçası. Bir dahaki sefer olsa neyi nasıl yapardım diye düşündüm.
"Kıymetli olan arşivdir"
Peki son olarak, sizin gibi arşivine el konulan, yargılanan, tutuklanan belgeselcilerden bahsettiniz. Onlar için bir şey söylemek ister misiniz?
Arşiv meselesi özellikle haberciler ve belgeselciler için çok önemli. Birçok belgeselci arkadaşımız ya kurgusunu yurt dışında yapmak ya da arşivini gizli yerlere taşımak zorunda kalıyor. Hiçbir şekilde kurgusunu özgür bir şekilde yapamıyor.
Zaten çekimler birçok şehirde yasaklı. Yasak dinlemediniz gittiniz, gizli bir şekilde çekimleri yaptınız ama kurgu sürecinde, tam montajın ortasında gelip keyfi bir şekilde arşivinize el konulduğunda her şeyiniz gidiyor.
Bu mesele şimdiye kadar çok fazla geçiştirildi. Çünkü insanlarda arşivlerinin bir ceza doğurabileceği fikri var. Bunun da nedeni mevcut siyasi iklim. İnsanlar arşivin peşine düşmektense aman yeter ki ceza almayayım gibi bir noktada kalıyor.
Halbuki kıymetli olan o arşivdir. Onun mücadelesinin verilmesi gerekiyor. Ben biliyorum ki el konulmuş onlarca hard disk, bilgisayarlar, film yapılan malzeme var. Bunun mücadelesinin verilmesi ve sessiz kalınmaması gerekiyor.
Haziran 2018'den bu yana bianet muhabiri. 2013'te bianet'te staj yaptıktan sonra bianet'in projelerinde de yer aldı. Expression Interrupted, susma24.com, Jıneps, Inside Turkey, tol.org gibi platformlarda...
Haziran 2018'den bu yana bianet muhabiri. 2013'te bianet'te staj yaptıktan sonra bianet'in projelerinde de yer aldı. Expression Interrupted, susma24.com, Jıneps, Inside Turkey, tol.org gibi platformlarda haber ve makaleleri yayınlandı. İfade özgürlüğü alanında birçok haber ve makaleye görüş verdi. Yazıları İngilizce başta olmak üzere Fransızca, İtalyanca ve Çerkesceye çevrildi. 8 Mart 2018’deki Feminist Gece Yürüyüşünde çektiği fotoğraflar İstanbul Büyükşehir Belediyesince sergilendi. 27. Metin Göktepe Gazetecilik Ödülünü kazandı. Erciyes Üniversitesi Gazetecilik mezunu.
Yiğit Akın, Birinci Dünya Savaşı’nın toplumsal tarihine bakıyor; başka bir deyişle, savaşı salt askerî-siyasi boyutunun ötesinde, toplumsal bir olay olarak inceliyor.
Hapishaneden Mektuplar - Antonio Gramsci (Çev. Cemal Erez, Meral Erez) (717 sayfa)
Ölümünden yıllar sonra bir araya getirilen Hapishaneden Mektuplar, 1926-1937 yılları arasında Gramsci’nin kaleme aldığı, bilinen 489 mektubun tamamını içeriyor. Bir entelektüelin düşünce dünyasını, insani yönlerini en açık biçimde sergileyen mektupların her satırında küçük sevinçler ve kederler kadar derin ahlâki ve entelektüel yargılar da yer alıyor.
Cemal Erez ve Meral Erez’in titiz çalışmalarıyla, tamamı ilk kez Türkçe yayımlanan Hapishaneden Mektuplar, Antonio Gramsci’nin düşünsel mirasının önemli bir parçası…
Doğana - Gündüz Vassaf (166 sayfa)
Baba olacağını öğrenen Gündüz Vassaf, çocuğunun doğumuna aylar kala kaleme sarılır ve ona mektuplar yazmaya başlar... Yazılmalarının üzerinden 40 yıla yakın zaman geçtikten sonra nihayet gün yüzüne çıkan bu mektuplar, baba adayı Vassaf’ın iç dünyasını tüm samimiyetiyle ortaya koyuyor: Hamileliğin öğrenilmesinden ebeveynlik sorumluluklarını düşünmenin yarattığı baskılara, kendi anne-babasıyla ilişkilerini sorgulamasından çocuğunun geleceği için kurduğu hayallere, ilk ultrason görüntüsünden insanlık üzerine düşüncelere...
Ziyafet Güzin - Yalın (168 sayfa)
Güzin Yalın, Ziyafet’te bazen bir sofradan, bazen kaynayan tencerenin başından; bazen de iki arada bir derede ağza ancak bir lokma atılabilen sıkışık anlardan ve kalabalık zamanlardan yola çıkarak hayatın tam ortasına gelip kurulan öyküler anlatıyor: aşklar, ayrılıklar, yeni yeni heyecanlar, yalnızlıklar…
Unutma Bizi Dolması - Gülhan Davarcı (109 sayfa)
Gülhan Davarcı’nın kahramanları hayatın akışı içerisinde önemsizmiş gibi görünen ama aslında o akışa yön veren duygularla baş başalar: Bazen, her şey yoluna girecekmiş hissi veren, bazen de bir lekeymişçesine üzerimize yapışıp kalacağını gelişinden anladığımız…Duygular gibi kahramanlar da gelgitli, temkini elden bırakmadıkları anlarda coşkunun ya da karamsarlığın esiri etmiyorlar kendilerini, bir köşede başlarına gelecekleri kabullendikleri anlarda ise dünyanın hemen yok olacağına inanmış insanların o umutsuz gözleriyle bakıyorlar etrafa.
Bilinmeyen Bir Tanrıya - John Steinbeck (Çev. Mehmet Harmancı) (242 sayfa)
Joseph Wayne genişleyen ailesi için yeni yerler kapmak üzere Kaliforniya’ya taşınır ve burada bir çiftlik kurar. Babaları öldükten sonra diğer kardeşleri de aileleriyle birlikte buraya gelirler. Joseph kendisinin toprakla özel bir bağı olduğunu ve ölen babasının evin bahçesindeki ağaçtan kendisini izlediğini düşünür. Onları kuraklık ve kötülüklerden koruduğuna inandığı bu ağaca neredeyse bir put gibi tapar. İnsan iradesi, yalnızlık, inanç ve doğayla kurulan mistik bağ üzerine derinlemesine bir anlatı sunan Bilinmeyen Bir Tanrıya, Steinbeck’in edebi mirasında özel bir yere sahip.
Çok Şeker Armud-Komiser Entürk’ün Asayiş Hikâyeleri - Roni Margulies (168 sayfa)
Çok Şeker Armud, Christie’den ve Simenon’dan ilhamla yazılan, ama yaşadığımız memleketin tüm dertleriyle, ilginçlikleriyle karılan hikâyelerden müteşekkil; bunlar "cinai hiciv" denebilecek yeni bir türün örnekleri.
Ateş'in Güneş'i-Galatasaray’da ve Siyasi Elitte Bölünme - Mehmet Şenol (384 sayfa)
Mehmet Şenol, Ateş’in Güneş’i’nde Türkiye’de futbol-siyaset ilişkisinin sansasyonel bir tarihsel vakasını bir roman gibi anlatırken aynı zamanda Tek Parti döneminde siyasi elitler arasındaki mücadelenin kritik bir “muharebesini” ele alıyor. Bir tarafta, Cumhuriyet’in müesses nizamı karşısında, “politikacılar bankası” diye anılan İş Bankası Grubu, Denizcilik Bankası, Celal Bayar… Bir tarafta Galatasaray Lisesi merkezli seçkinler karşısında Peyami Safa’nın deyişiyle “Galatasaray’da cumhuriyet ilanı zamanı geldiğini” ileri sürenler...
Nurgül Certel, Türkiye’nin aşina olduğu fakat araştırma konusu olarak çoğunlukla gözden kaçmış bir hususu ele alıyor: Çokeşlilik. Suriye iç savaşının neden olduğu zorunlu göç sonrası, Suriyeli kadınlarla yapılan çokeşli evlilikleri yerinde gözlemlediği çalışmasında, bu evliliklerin taraflarından olan erkeklerin, çokeşli evlilikleri nasıl meşrulaştırdıklarını gösteriyor. Erkeklerin, “mağdur olana sahip çıkmak”, “çocuk sahibi (ağırlıkla erkek çocuğu) olamamak”, “sevgisiz ve geçimsiz evlilikler” gibi sebeplerle yapıldığını iddia ettikleri çokeşli evliliklerin diğer tarafları olan kadınların da sesi oluyor. Hem Türkiyeli “ilk eşlerle” hem de Suriyeli “ikinci-üçüncü eşlerle” yapılan görüşmeler neticesinde kadınların bu evliliklere nasıl ve neden “razı olduklarını/edildiklerini”, evlilik içi dinamikleri ve ilişkileri açıklama çabasının yanı sıra bu evliliklerin “aracılarını”, kadınların bir meta gibi pazarlık konusu haline getirilmelerini, kadınlar üzerinden kurulan çıkar ilişkilerini ve sağlanan kazançları da es geçmiyor.
Devrim öncesi Rusya’nın başkentinde, 20. yüzyılın başlarında geçen Petersburg, siyasi kaosun ve bireysel varoluş sancılarının gölgesinde bir baba-oğul çatışmasını merkeze alır. Senatör Apollon Ableuhov ve devrimci fikirlerle “zehirlenmiş” oğlu Nikolay’ın hikâyesi, Petersburg’un sisli sokaklarında, patlamaya hazır bir bomba metaforu etrafında şekillenir. Beliy, şehrin mimarisini ve atmosferini canlı bir karaktere dönüştürerek, mekânı hem bir dekor hem de bir anlatıcı olarak kullanır. Dilsel oyunlar, ritmik anlatım ve simgesel imgelerle zenginleşen Petersburg, Dostoyevski’nin ahlâki derinliğiyle Gogol’ün grotesk mizahını buluşturur. James Joyce’un Ulysses’i ile kıyaslanan bu başyapıt, modern roman sanatının kilometre taşlarından biri.
Klinik psikolog Jessamy Hibberd Sahtekârlık Sendromundan Kurtulmak’ta öğrencilerden üst düzey yöneticilere kadar geniş bir yelpazede çok sayıda insanı etkileyen bu durumdan sıyrılmanın basit ve uygulanabilir yollarını açıklıyor ve mağdurlara kendi kabiliyetlerine inanabilecekleri daha iyi bir gelecek için umut veriyor.
Festival, kuir filmlerin yer aldığı “Nerdesin Aşkım?” bölümünün kaldırılmasının film seçkisinin içeriğini etkilemediğini açıkladı; İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası ise festivalin her sansür vakasını benzer tepkilerle karşıladığını savundu.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 11-22 Nisan 2025’te 44. kez düzenlenecek olan İstanbul Film Festivali (İFF), bu yıl programında önemli bir değişikliğe gitti.
2014 yılından bu yana festivalde yer alan ve kuir filmleri bir araya getiren "Nerdesin Aşkım?" bölümü, festivalin 2025 programında yer almadı. Festivalin kararı, kültürel alandaki sansür mekanizmalarının derinleştiği ve kuir sinemanın sistematik olarak dışlandığı yönünde eleştirilere neden oldu.
İFF, eleştiriler ve boykot çağrısıyla ilgili bianet'e ilettiği açıklamada “İstanbul Film Festivali programı bu yıl daha çok film içeren daha az sayıda bölümden oluşuyor. Bölümlerde yapılan değişiklik, festivaldeki film seçkisinin içeriğini etkilemiyor. Önceki yıllarda Nerdesin Aşkım?, Çiçek İstemez ve Musikişinas bölümlerinde yer alabilecek filmler, bu yıl diğer bölümlerin altında yer alıyor," dedi.
İFF’nin yanıtıyla ilgili konuştuğumuz İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi ise festivalin sansür iddialarına somut bir yanıt vermediğini ve bu nedenle boykot çağrısına devam edeceklerini belirtti.
Komite, açıklamasını şöyle sürdürdü:
Birkaç kez üst üste okunsa bile anlaşılmayacak kadar karışık yazılmış bir cevap. Ne sansür yok diyen bir tavır var, ne de olanları samimiyetle açıklama çabası. Festival geçmişte de her sansür vakasında gelen tepkileri böyle karşılıyor.
Sansür yapmak zorunda kalmaktansa bölümleri komple kaldırmak gibi bir çözüm üretiyorlar son yıllarda ve çözüm olarak gördükleri bu tutum sansür mekanizmalarının daha da derinden işleyebilmesi için ona alan açıyor. Bu tavrı kabul etmiyoruz, festival ifade özgürlüğünü savunana ve sansüre karşı durana dek boykota devam edeceğiz.
“İfade özgürlüğüne sahip çıkın”
Öte yandan, sosyal medyada yer alan yorumlarda da festivalin kararının Türkiye’de "Aile Yılı" kapsamında LGBTİ+’ları hedef alan politikaların bir parçası olduğu vurgulandı.
Eleştirilerde Ulusal Yarışma ve Ulusal Belgesel Yarışması’nı da iptal eden İstanbul Film Festivali’nin sinemada ifade özgürlüğü alanlarını daraltan adımlar attığı ve özellikle Kürt Sineması’na yönelik sansür mekanizmalarına zemin hazırladığı belirtildi.
Sansüre karşı boykot çağrısı yapan sinemaseverler ve LGBTİ+ hak savunucuları, festivalin ifade özgürlüğüne sahip çıkması gerektiğini vurguladı. İzleyicilerden bazıları boykot kapsamında Lale Kart üyeliklerini iptal edeceğini ve bilet almış bile olsa festivaldeki filmleri izlemeyeceğini duyurdu.
Festival, “Nerdesin Aşkım?” bölümünü 2014 yılında şöyle duyurmuştu:
“Sinemaseverler için İstanbul'da yaşamanın güzelliklerinden biri olan festivalin bu yılki sürprizlerinden biri yepyeni bir bölüm ve adı Gezi'nin gülümseten sloganlarından biri: Nerdesin Aşkım? Festivalin, aşkın ne yaşı ne de cinsiyeti olduğunun altını çizen bu yeni bölümü, aşkı bulmanın bin bir yolu olduğunu anlatan filmleri bir araya getiriyor.” (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.