“yazılmış öyküleri unutmalı
kırık bir kuş yolculuğu anlatır
geçmiş ölüler tarlasından kendi yarasıyla
o günden beri bir fotoğrafın yası tutulur.”
Göç isimli eserden
22 yıllık sürgünden sonra kardeşi Metin ile birlikte ilk konserini memleketi Dersim’de veren Kemal Kahraman, 20 Aralık CUmartesi günü İstanbul’da sahneye çıktı.
Deniz Koydum Adını, Renklerle Yaşamak, Yaşlılar Dersim Türküleri Söylüyor, Ferfecir, Sürela, Çevere Hazaru ve Şahmaran...
Bazen tek kişi sanıldılar. Tek kişi gibiydiler zaten: Metin Kemal Kahraman. İki isimli sanatçı… Hatta bazen de üç kişi sanıldılar...
Ama onlar halk hikâyelerini müziklerine harmanlayan iki ozan kardeş. Kahraman kardeşlerin eserlerinde söz ve müzik birbirine ikrar eder gibi nefes buluyor. Ben onları müzik arkeologları olarak tanımlıyorum. Bir yandan kendi müzikal ürünlerini yayınlarken bir yandan da Dersim kültür coğrafyasının binlerce yıl geriye dayanan sözlü birikimini örnekleyen çalışmalarıyla müzik hayatındalar.
Zazaca, Kürtçe, Türkçe türkülerle, deyişlerle, Dersim yöresi öykülerinden ağıtlarına geçmişi günümüze taşıyan iki kardeş.
Pülümürlü olan iki kardeş sekiz kardeşin en küçükleri. Babaları devlet memuru olduğu için Kemal Erzincan’da doğmuş, Metin ise Pülümür yakınlarındaki Geçit istasyonunda. Aileden, müzikle ilgilenen sadece ikisi. Metin Kahraman’ın sazla ilgilendiği zamanlar devlet tarafından arandığı zamanlara denk düşerken, Kemal Kahraman’ın ise lise yıllarına. 1980 Askeri Darbe sonrası üniversite ortamının boğulmuş havasından kurtulmak için müziği bir çıkış imkânı olarak görmeye başladıkları noktada, bu sosyal faaliyet onları profesyonelliğe taşımada bir adım olmuş. Arkadaş gruplarında söyledikleri türküler ve çaldıkları sazlarla müzikleri de olgunlaşmaya başlamış.
1980 sonrası yeniden canlanan öğrenci hareketlerinin içerisinde yer alan kardeşlerden Kemal Kahraman’ı bu süreç akabinde ilk olarak 3 yıl 2 aylık bir cezaevi, sonrasında Berlin’de sürgün hayatı bekliyordu, artık sürgün bitti.
Şimdi sözü, provaları arasında bana zaman ayıran Kemal Kahraman’a bırakalım.
Neden sürgün hayatı ve neden Berlin?
1985 – 88 arası Ankara’da okuyordum. Metin’de İstanbul’da. Yeniden bir öğrenci hareketi vardı ve biz de o hareketin içerinde aktif bir mücadele veriyorduk. Eylem içerinde müzisyen kimliğimizle vardık. Metin, İstanbul’da Grup Yorum üzerinden, ben de ODTÜ’de amatör olarak kurulan bir müzik grubu üzerinden. Öğrenci hareketleri içerisindeki süreç sonrası cezaevine girdim. “Deniz Koydum Adını” bu süreçte olgunlaştı. Artık yeni tercihlere yönelmeye başlamıştık. Kürt mücadelesi belli bir seviyeye gelmişti. Türkçe şarkılarımız vardı neden Zazaca da söylemiyoruz şarkılarımızı fikrine gelmiştik. İlk gençlik yıllarımızdı; kendimizi, yerimizi aradığımız bir dönemdi. Biz kimiz, neyiz, hangi yoldan gitmeliyiz gibi sorular sorduğumuz bir dönemdi. 1991’de çıktıktan sonra yurtdışına gitmek istedim.
Bütün bu sorulara cevap bulundunuz mu?
Bütün bu soruları kendi cevaplarımızı en sağlıklı bir şekilde bulmak niyetiyle bu sosyal ortamın dışına çıkmak gibi bir ihtiyacımız vardı. Kendimizi bulma derdimiz vardı ve gerçekten yurtdışı böyle bir imkân yarattı bize. Kendi sorularımızla kendi bildiğimiz şekilde meşgul olmak, bunların arkasından gitmek anlamında.
"Berlin'de Dersim'e daha çok yaklaştım"
Neden Berlin?
Berlin’de önemli bir Dersim diasporası vardı. Bunların bir kısmı politik, 1980’lerde 1990’larda gitmiş. Ama çok önemli bir kısmı da 1960’larda, 1970'lerde işçi göçüyle birlikte gidenlerdi. Berlin’de çok özel bir Dersimli nüfus vardır. Berlin’i tercih etmemdeki sebep buydu. Benim için en ideal yer Berlin idi.
Berlin’deki hayat müziğinizi nasıl etkiledi?
Berlin’de yaşadığım yaklaşık 20 yıl bizim Dersim’e en çok yaklaştığımız yıllardır. Bu mekânsal uzaklık tam da Dersim’i anlamak, kendimizi anlamakla ilgili bir ihtiyacın ürünüydü. 90’larda Kürt mücadelesi kendini hissettirmeye başlamıştı. Belki de Kürt mücadelesinin en önemli etkisi şu olmuştur. 90’lara kadar gelindiğinde artık kronikleşmiş bir takım siyasal tezleri, bu toplumun kimliği ile ilgili bizim varoluşumuzla ilgili bütün kabul edilmiş ön yargıları bir hallaç pamuğu gibi savurdu. Bütün cevapları soruya dönüştürdü. Ben kimim, Biz kimiz ekseninde... Bizim için bu 20 yıllık süreç kendi dilimizi, kültürümüzü iyi kötü daha yakından tanıdığımız, öğrendiğimiz bir süreç oldu.
Tam da sorularınızın çıkış noktasından bakarsak belki de size cevap olacak bir neden: Zazaca’yı sizin çalışmalarınız üzerinden öğrenenler de var. Okur yorumlarında denk gelmiştim. Dersim’in Pink Floydu diye bahsediyorlardı sizden.
Pink Floyd çok ciddi bir grup; bir dönemi, bir kuşağı etkilemiş bir grup. Benzetilmek güzel. Ama bizim durumumuz şöyledir; bizim müzisyenliğimiz de derlemeciliğimiz de biraz hasbelkader bir süreç; çok büyük virtüözler olalım, çok önemli besteciler olalım hayalimiz yoktu. Biz kendimizle ilgili sorularımızın peşindeydik. O anlamda sahici soruların ardından gidip o sahici sorulara cevap aramak sürecinin kendisi kendince bir özgünlük ortaya çıkarıyor olabilir. Bu süreç 20-25 yılı kapsayınca da geniş bir külliyat çıkıyor ortaya; bir yola, bir karaktere işaret eden. Belki bu birikim, bu külliyatın hepsi bir farkındalık yaratıyor Zazaca'yla ilgili.
Dersim kültür coğrafyasına ait çalışmalarınız da söz konusu. Yaptığınız alan çalışmaları arşiv niteliği taşıyor.
Evet. Biz henüz işin başındayken de, kendimizle ilgili en zengin kaynaklara yaşlılarımız aracılığıyla ulaşabileceğimizi biliyorduk. Çünkü bizimle ilgili sadece bir takım devlet kaynakları ve siyasal belgeler dışında bir kayıt yoktu. Dersim dili kültürü nedir? Bu alanda hiçbir çalışma yoktu. Dolayısıyla biz Zazaca türküler söylemek istiyoruz, diye yola çıktığımız andan itibaren bunun en önemli kaynağının bizzat yaşlılarımız olduğunu, bizzat alana gitmek gerektiği biliyorduk. O anlamda Berlin'le ilgili şunu söyleyebilirim. Evet, 22 yıldır Berlin’deydim fakat hem orada otantik bir topluluk vardı. 40–50 yıl öncesinden gelen. Önemli biz Zaza nüfus vardı. Bu kültürel çalışmaları Almanya’dan yürütebilmemizi sağlayan. Ayrıca Metin sürekli alanda çalışıyordu. İki üç ayda mutlaka gelirdi. O kayıtların hepsini getirirdi. Ben de onları izlerdim, dinlerdim.
Peki, bu çalışmalarla ilgili bir planınız var mı ileriye dönük?
Çok birikmiş çalışmamız var henüz yayınlayamadığımız. Mesela 2006'da Çevere Hazaru albümünü yayınladık Dersim bölgesi beyitlerini, dualarını, gulbanglarını. Alevilik literatürünü örnekleyen bir çalışma olarak bu ilktir... Zazaca, Kürtçe dualar, beyitler, gulbangların varlığına işaret eden, gösteren, icra eden ilk çalışmadır. Bütün akademik gelenek Aleviliğin ibadet dilinin Türkçe olduğunu söyler. Fakat bu çalışmada Kürtçe ve Zazaca duaların, beyitlerin olduğunu gördük.
Onun dışında o çalışmaya paralel kırk kaynak kişiye dayanan yaklaşık 300 sayfalık kitabı olan bir dokümanter çalışmamız da var yayınlayamadık. Tamamen yaşlılardan derlenen. Sonra Şahmaran albümünü çalışırken hem Kürtçe hem Zazaca kaynak kişilerden derlenmiş Şahmaran hikayesinin geleneksel versiyonu olan yaklaşık 250 sayfalık bir çalışmamız daha var. Kitap haline getirilip yayınlanması gereken.
Neden yayınlamadınız?
İmkân olmadı. Bütün çalışmalarımızı kendimiz finanse ediyoruz. Dışarıdan bir destek yok ve bunlarında ciddi bir getirisi yok. Dersim belediyesine ücretsiz verdik onlar bile bu bizi aşar dediler. Bir takım kurumlara başvuruşlarımız oldu.
Yakın tarihte bir proje var mı?
Bir-iki aya kadar yayınlamak istediğimiz ‘’Dersim’in Politik Ağıtları’’ diye adlandırdığımız bir albümümüz var; üç-dört yıldır . Dersim’in son yüzyıllık tarihini ağıtlar üzerinden takip edebileceğimiz bir alan. Sekiz tane ağıt var bu çalışmada ve bir kronolojiyi takip ediyor.
Hangi kronolojik sırayı takip ediyor?
Çanakkale Savaşı, Osmanlı-Rus savaşı, Koçgiri, Dersim 38, Kore 1950, 1970’ler, 1980’lerde öldürülmüş Dersimlilere yakılmış ağıtlar. Yine yaklaşık 300 sayfalık bir dokümanter kaynak. Bununla da ilgili bir ağıtlar kitabı düşünüyoruz. Albümlerden başka dinleyicimizle paylaşmak istediğimiz çok şey var.
"Dersim tartışmaları verimli ve sahici değil"
Dersim tarihi üzerine yaptığınız araştırmalar ışığında bugünkü Dersim tartışmalarını nasıl değerlendirirsiniz?
Aynı harala gürele devam ediyor. 2011’de Erdoğan’ın özrüyle mesele gerek akademik çevrelerde ve gerekse medya tartışılır oldu. Ama ben bu tartışmaları verimli ve sahici bulmuyorum. Bir şey getireceğine de inanmıyorum. Çünkü bunlar aktüel siyasetin ihtiyaçlarına göre kullanılıyor, araçsallaştırılıyor. Diğer taraftan akademik çevrelerde de aynı şey söz konusu... Akademinin kariyer kaygıları dışında sahici sorularla, hakikat arayışı ile bir ilgisi kalmamış. Üniversite bitirdim, simdi yüksek lisans yapacağım, sonra doktora yapacağım vs süreçler içinde kayboluyor insanlar.
Son beş yıldır kitapçılarda bir Dersim rafı oluşturuldu ama yazılanların çoğu 70 yıldır söylenenlerden farklı değil.
22 yıl aradan sonra Türkiye’yi nasıl göründü gözünüze?
Bence işler kötüye gitmiş. Özellikle İstanbul ve Diyarbakır’ı iki ayrı uç gibi görürsek, 15 yıldır Diyarbakır’ı BDP yönetiyor. Ama BDP’nin belediyecilik yönetimi ile AKP’nin belediyecilik yönetim tarzı arasında fark görmedim. Diyarbakır da tıpkı İstanbul gibi parsellenmiş, yağmalanmış. Bu anlamda hem fiziksel hem de sosyal alanda bence daha kötüye gitmiş. İş yapma tarzımızda bir değişiklik olmamış; hala kaptı kaçtı usullüyle devam ediyor. Yöntemsizlik, kanunsuzluk, kuralsızlık hâkim. Özellikle devlette bir hukuksuzluk, akşamdan sabaha kanun değiştirip ihtiyaca göre yeni bir yasal meşrutiyet yaratmak gibi bir keyfiyet her alanda hakim.
İnşaat spekülasyonu üzerine kurulu bir ekonomi, üretim yok, birçok meslek ölmüş, tarım, hayvancılık ölmüş, herkes inşaatçı ya da emlakçı. İstanbul çok büyük bir tahribata uğramış. Şehrin bütün yaşanmışlıklarına dokunulmuş. Ağaçlar yaşlanmaya fırsat bulamamış. Dünyanın belki en eski şehrindeyiz ama ağaçlarımız iki üç yıllık. Ama otobanlar elektrik direklerine kadar dekoratif çiçeklerle donatılmış böylece şehirde yeşile, doğaya ne kadar önem verildiği gösterilmiş. Absürt bir durum. Sadece hüzün veriyor insana. Belirttiğim gibi en umut kırıcı olan da BDP gibi sistem alternatifi iddiaları olan bir partinin Diyarbakır'da, Dersim’de yürüttüğü belediyeciliğin en küçük bir fark yaratamamış olması.
Sürgün hayatından sonra kendi memleketinizde kardeşinizle birlikte konser verdiniz. Nasıl hissettiniz?
Dersim’de konser veriyor olmamın sembolik bir değeri vardı benim için. Balık tekrar suyunu buldu diyelim. Köklerini hissediyorsun söylediğin sözün, müziğin gücünü hissediyorsun.
Yurt dışına gitmek bir noktadan sonra sudan çıkmış balık olmaksa, geri dönmek de balığın tekrar kendi suyuna dönmesiydi. (RDY/HK)