Dünyanın çeşitli festivallerinde yer alıp yoğun ilgi görmeye devam eden MOTÖR Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması (Remake Remix Rip-Off) adlı belgesel Yeşilçam sinemasının en parlak dönemlerinden erotik film furyasına, Emek sinemasının yıkılmasına mani olmak için yapılan direnişten sektör emekçilerinin sömürülmesine, hatta günümüzdeki televizyon dizilerine kadar birçok konuyu masaya yatırıyor.
Kosova'nın Prizren şehrinde düzenlenen 14. Dokufest Belgesel ve Kısa Film Festivalinde seyirci ödülü kazanmasından sonra belgeselin yönetmeni Cem Kaya ile aşağıdaki söyleşiyi gerçekleştirdik.
Almanya'da doğup büyümüş, orada yetişmiş bir “Almancı” çocuğu olarak Türkiye'ye (Almanya'ya da) belirli bir mesafeden, çok kişiye göre çok daha objektif bakabildiğine inanıyorum. Oysa fiziksel mesafe birçok kişi için memleket hakkındaki kanaatin, romantize ve idealize edilerek pragmatik olmaktan fazlasıyla çıkmasına yol açabiliyor.
Anlattığın kadarıyla Türkiye'den göç etmiş birçok insan memleket hasretini bir zamanlar VHS kasetlerden, akabinde CD'lerden izlediği filmlerle gideriyordu. Hatta senin gibi orada doğmuş yeni jenerasyonlar için Türkiye imajı filmlerde ortaya çıkan imajla özdeşleşebiliyordu. Sonra onların yerini diziler aldı ve hem Almanya'da, hem dünyanın muhtelif coğrafyalarında ve bilhassa Balkanlarda insanları etkilemeye başladı. Bu etkileşim hayali bir Türkiye algısı oluşturuyor ve ciddi bir toplum mühendisliğinin sonucunda insanlar apolitize edilmeye çalışılıyor.
Mesela seyirci ödülü aldığın Prizren'deki 14. Dokufest sırasında dikkatini çekmiştir, Türkiye ve özellikle İstanbul'un idolleştirilmesi nostalji yüklü bir tapınmaya sebebiyet vermiş durumda.
Fakat son zamanlarda Almanya'da, özellikle Alevi kesim, memlekette olanlara daha mesafeli bakıyor, muhalefetin sesi yükseliyor. Kosova'da da festivalden hemen sonra basında yer alan bir haberde Türkiye'nin illegal yollardan ülkeye para aktardığı, bu paranın ekonomilerine yardım için değil camilerin restorasyonları için kullanıldığı belirtildi; aklanan kara paranın Türkiye Büyükelçiliği'ne bağlı olarak çalışan TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) tarafından bağışlandığı açıklanıyor. Tabii Kosova'da Müslüman geleneğin Balkan ruhuyla fazlasıyla iç içe olması bazı akımların buralarda kolay kolay tutunamayacağının garantisi, ama yine de bu durum Kosova'daki açık görüşlü kesimleri epey rahatsız etmiş durumda. Görmüş olduğun gibi Prizren'de tekno, hip hop veya diğer müziklerin sesi ezanla karışsa da herkes halinden memnun görünüyordu...
Senin Kosovalılar ve Prizren hakkındaki izlenimlerin nelerdir?
Kosova kısa süre önce bağımsızlık savaşından çıkmış fakir bir ülke. Ekonomisi zayıf, işsizlik oranı yüzde 45 civarında, kendi para birimi yok, güvenliği KFOR askerleri tarafından sağlanıyor.
Türkiye, Osmanlı’dan kalan kültürel mirası ve şimdiki ekonomik gücü ile bir sömürgeci konumunda ve az çok istediğini yaptırabiliyor ülkede. Türk sermayesinin Kosova'da okullar, hastaneler, karayolları gibi, birçok yatırımı var, büyük devlet ihaleleri onlara gidiyor. Marketler Türk ürünleri ile dolu, parası olan çocuğunu Türkiye’de üniversiteye yolluyor.
Türkiye, Kosova’ya göre gelişmiş bir ülke görünümünde. Bu yüzden Türkiye’nin hayalini kuranlar var. Ama Türkiye’ye eleştirel bakan insanlarla da tanıştım.
Türkiye’nin imajını belirleyen şey hem Kosova televizyonlarından hem de uydu üzerinden izlenen Türk dizileri ve televizyon şovları. Eskiden VHS kasetlerden Yeşilçam filmleri izlenirmiş. Belki de bu yüzden seyirci ödülü aldık festivalde.
Peki, Almanya'dan Türkiye nasıl görünüyor? Diziler gurbetçiler arasında eskisi kadar sansasyon yaratıyor mu? Son yıllarda muhtelif sebeplerden dolayı sanki insanlar mazide olduğu gibi memleketin empoze edilmeye çalışılan imajına, devleti yönetenlere körü körüne inanmıyor, ne dersin?
Bence eskiye göre çok şey değişmedi, herkes inanmak istediğine inanıyor. Değişen şey bilgiye erişim. Uydu teknolojisi ve internet öncesi Türkiye'nin Almanya’daki propaganda imkanları kısıtlıydı. Birkaç Türk gazetesi yayınlanıyordu, Yeşilçam filmleri kiralanıyor, radyo dinleniyordu.
Günümüzde göçmenler Türkiye gündemini internetten veya Türk ana akım medyadan takip edebiliyorlar, diziler elbette izleniyor ve Türkiye’de vizyon filmleri Almanya’nın büyük sinema zincirlerinde eş zamanlı gösterime giriyor. Tek fark, insanların Almanya'daki gündelik hayatları çok farklı, bu yüzden algıları da farklı olabiliyor.
Mesela dizilerdeki gösterişli hayatları Türkiye’nin geneline projekte eden çok insan var. Hayali bir Türkiye’nin özlemini giderenler, biraz da Almanya’da dışlanmış olma psikolojisi içinde ülkesine daha da sahip çıkanlar. Bu kitlenin Türkiye propagandası ve havuz medyası tarafından manipüle edilme olasılıkları daha yüksek.
Türkiye tarihini ve gündemini bilmeyen üçüncü dördüncü kuşağı düşünün. Mesela bundan dört ay önce Çanakkale Savaşı'nı konu alan Son Mektup filmini izledim Almanya’da. Film öncesi Kültür Bakanlığı'nın büyük paralara yaptırdığı Türk askerini ve milli duyguları yücelten bir kısa film gösterdiler. Sinemada alkış koptu.
Peki, gurbetteki Türkiyelilerin şu anda Almanya'daki konumlarında ne gibi değişiklikler var? Gördüğümüz kadarıyla sen dâhil olmak üzere orada doğup sinema sektöründe isim yapan kişiler her geçen gün artıyor. Yıllar içinde ister istemez bir gelişme meydana gelmiş durumda, öyle değil mi?
Almanya’dan kaç Türk asıllı sanatçı çıkmış, bunun dökümünü yapmanın anlamı yok bence. Asıl sorulması gereken soru, ne tür işler yapılıyor? Buradaki kültür politikalarının işleyiş şekli nedir? Fonlar ve burslar ne tür projelere veriliyor? Türklerden neler bekleniyor ve onlar hangi hikayeleri anlatmak istiyorlar?
Burada iki sorunla karşılaşıyoruz bence. Birincisi, desteği verenlerin, editörlerin, küratörlerin, fonların Avrupa merkezli belli kalıplar ve klişeler dahilinde Üçüncü Dünya'ya bakışları. İkincisi, ben de dahil Alman toplumuna entegre olmus ikinci ve üçüncü kuşağın göçmen psikolojisi.
Çünkü bize yüklenen misyon, kültürler arası uzlaşma sağlamak, Almanlara Türkleri, Türklere Almanları anlatmak. Hayat boyu ırkçılığın her türüne maruz kaldığımız için ister istemez bazı refleksler ve stratejiler geliştirdik. İkilemimiz de zaten burada. Çünkü bütün kimlik meselelerinizi kendinizi savunma üzerine kurarsanız, aktivistlik dışına çıkamazsınız. Bu da sizi bir alana kapatır ve vizyonunuzu daraltabilir. Bu yüzden sanat alanında yapılan işlerin çoğu kimlik arayışı gibi konuların dışına ne yazık ki çıkamıyor. İktidarın işine gelen de bu. Size uzmanlaşmış olduğunuz bir alan açıyorlar ama o alanda kalmanızı istiyorlar. Kendi köşenizde hikayelerinizi anlatın ama genel gidişata karışmayın. Muhalefet yaptıklarını düşünen ve aynı zamanda sınıf atlamaya çalışan sanatçı sayısı çok yüksek Almancılar arasında.
Biraz önce bahsettiğim hayali Türkiye bu minvalde önemli bir konu. Çünkü bildiğinizi zannettiğiniz ama aslında iç dinamiklerini tamamen çözememiş olduğunuz bir alan. Oraya mesela bir belgesel çekmek adına sözüm ona bir uzman olarak girdiğinizde, zaman zaman yanlış sonuçlara varabilirsiniz. Belki de bu tuzağa düşmemek için yedi yıl uğraştım bu filmle.
Sansür belasına karşı bir zamanlar Yeşilçam senaryo yazarlarının geliştirdiği olağanüstü formüller vardı. Bunlardan bir tanesi film boyunca her türlü icraatını rahatça yerine getiren suç örgütünün filmin sonunda "TÜRK POLİSİ" tarafından yakalanması ve haddinin bildirilmesi sahnesi. Yabancı gözlerin milliyetçilik dozuna inanamadıkları bu sahnenin ayrıntılarını bize aktarır mısın?
Bu sahne tipik bir sansür finali. Bazen sansürden geçmesi kuşkulu olan filmlere iki ya da üç final çekilirdi Yeşilçam’da. Bu finaller hatta ayrı bir bobinde giderdi sansüre. O dönem sansür kurulunda askeri ve polisi temsil eden bürokratlar var. Bu yüzden bir filmin sonunda suçlu mutlaka yakalanmalı. Kilink, Soy ve Öldür’ün finalinde Kilink’in Türk polisini bu kadar övmesi Yılmaz Atadeniz’e göre, filmin içinde geçen müstehcenlik ve sadizm sahnelerinin görmezden gelinebilmesi için başvurulan bir yöntem.
Başka bir strateji, filmi başka bir ülkeye taşımak. Anadolu'da geçen feodal sistemi konu alan bir filmi, Meksika’da geçiyormuş gibi çektiğinizde, Erol Taş’ın ismini de Ahmet Ağa yerine Rodrigo koyduğunuzda sansür kurulu birşey diyemiyor, çünkü hikaye Türkiye’de geçmiyor. Böylece sansürü aşmış oluyorsunuz. Ama seyirci yine de mesajı alıyor.
Filminde sinema emekçilerinin ve dizi sektöründe çalışanların sömürüldüğünü anlatıyorsun, bu konuyu açar mısın?
Yeşilçam film endüstrisi Türkiye’deki diğer sektörlerden farklı işlemiyor. Tekstilde, madencilikte, inşaat sektöründe olan bitenler, sinemada da hemen hemen aynı. Çok kısa vadede çok iş yapılıyor, iş güvenliği sıfır, profesyonel dublörler yok, sigortalar ödenmiyor, bono sistemi gibi çarpık bir ekonomik yapı var ve devlet, sansür dışında sektöre karışmıyor.
Kelle koltukta çalışan emekçilerin problemlerine çözüm üretmiyor. Sinema yasası olmadığından, çalışanlar gelirlerini nasıl vergilendireceklerini bilmiyorlar. Oyunculara, senaristlere, müzisyenlere ekonomik baskıyı biraz olsun hafifletecek telif hakkı ödenmiyor.
Bu çarpık sistem, Yeşilçam 80'lerin sonlarında çöküp televizyona dizi sektörü olarak taşındığında aynen devam ediyor. Türkiye dünyanın en büyük dizi sektörüne sahip ülkelerden biri. Başarılı bir dizi, yapımcısına yabancı ülke satışlarını da hesaplarsak 10 ve 40 milyon Dolar arası bir gelir sağlıyor. Ama üretim koşullarına baktığınızda, sömürünün had safhada olduğunu görüyoruz. 90 ya da 120 dakikalık bir bölüm, altı günde çekiliyor. İnsanların sosyal hayatları yok, ailelerini göremiyorlar, setlerde sefil oluyorlar. Uykusuzluk ve ihmal yüzünden setlerde kazalar, sakatlanmalar ya da ölümler olabiliyor.
Çocukluğumda Beyoğlu sinemalarına ebeveynim tarafımdan götürülürdüm. İKSV'nin festivalleri sırasında ise jüriye Emek'te eşlik edip tercümanlık yapmak hayatımın en önemli tecrübelerinden biri olmuştur. İnsanların elini eteğini çektiği dönemlerde de Emek'te film seyretmek gerçek bir lüksmüş meğer...
İstanbul'un özellikle azınlıklarla özdeşleşen bir semtinin tarihini bu kadar kolay harcayabilen zihniyet için neler diyeceksin?
Kentin tarihi dokusunu yok ettiğinizde toplumsal hafızayı da yok ediyorsunuz. Hafızası olmayan bir toplumu yönetmek daha kolay. Emek Sineması, İnci Sineması ve AKM gibi geçmişin simge yapılarının bilinçli olarak yok edilmesi ve birer kiç unsuruna dönüştürülmesi neo-liberal ideoloji ve rant ekonomisi bir yana, tıpkı İŞİD’in Palmyra’yı yağmalaması gibi. Yapacakları AVM’nin en üst katına Emek Sineması'nın bir kopyasını inşa etmek, biraz önce anlattığım kiçleştirme ve kimlikten yoksun bırakma meselesidir.
Toplumsal hafızayı silmenin bir yöntemi ise arşivleri yok etmek ya da arşivlerin kurulmasını önlemek. Böylece tarihi ihtiyaçlarınıza göre yorumlayabiliyorsunuz. Türk Sinemasının 100'üncü yılı diyorlar mesela, Fuat Uzkınay’ın Ayastefanos Rus Abidesi yıkımına tanıklık eden belgesel filmine değinerek. Ama ne film var ortada, ne de Fuat Uzkınay’ın gerçekten o tarihte o çekimi yapmış olduğuna dair kanıt. Oysa ki, Makedonya’da Manaki kardeşlerin çektiği Osmanlı Padişahı V. Mehmed Reşat’ın Selanik ve Manastır ziyaretleri belgelenmiş ama o dönem Makedonya Osmanlı toprağı mıdır değil midir tartışması çıkmış uzmanlar arasında. Durum böyle karışıkken, 2014 yılında sinemamızın yüzüncü yılı demek abesle iştigaldir.
Filminde özelllikle Hollywood kökenli malzemenin Yeşilçam tarafından zamanında serbestçe kullanılmasının pek de zararlı olmadığı ortaya çıkıyor. Küreselleşen dünyada bilişim evreninin imkânlarıyla zaten benzer bir seviyeye gelmiş durumdayız...
Günümüzün sert telif hakları yüzünden belgesel filmci olarak bağımsızlığımızı korumak çok zor. Çünkü geçmişe dönük yapmak istediğiniz her işte tarihi görüntü gerekiyor. Bütçenin büyük kısmı bu görüntülerin telif haklarını ödemek için harcanıyor. Düşük bütçeli filmler yapmak imkansızlaşıyor, fonlara ve televizyon kanallarına muhtaç oluyorsunuz. Onlar da içeriğe karışıyor. Böylece sadece büyük televizyon kurumları gibi parası olanlar görsel mirasla çalışabiliyorlar ve yorum hakkına sahip oluyorlar. Bir görüntünün public domain (kamu malı) sayılması için eser sahibinin ölümünden 80 yıl geçmiş olması gerekiyor.
Yeşilçam dönemine baktığımızda senaryoların ve film müziklerinin telif hakkı ödenmeden kullanıldığını görüyoruz. Hatta özel efekt yapamadıkları için yabancı filmlerden parçalar kullanmışlar bazı araba kazaları veya yangın sahnelerinde. Türkiye 80 öncesi global kapitalizme tam entegre olmadığından, yabancı eser sahipleri de eserlerini Türkiye’de tescil ettirmediklerinden kaynaklanıyor. Kullanılan film müziklerinin çoğu Avrupa veya Amerika seyahatlerinde satın alınan ve Türkiye’ye getirilen plaklar. Yani Türkiye’de yayınlanmamış ve bu yüzden de telif haklarıyla korunmamışlar.
Yeşilçam aslında Hollywood’dan çalmıyor, yasal çerçeveler içinde public domain’de bulunan dev bir görsel ve işitsel arşivi kullanıyor. Çünkü eser işletme belgesi alabilmeleri için iki kez sansürden geçiyor filmler. Önce senaryo sansür kurulu tarafından onaylanıyor, ardından bitmiş film izleniyor. Orda biri sen bu senaryo çalıntı ya da James Bond müziğini kullanmışsın, bu yasaktır demiyorsa, eser sahipleri de eserlerini Türkiye'de tescil ettirmemişse her şey yasal çerçeveler içinde gerçekleşmiş oluyor.
7000'den fazla ürün vermiş dev bir film endüstrisi 40 yıl boyunca Hollywood’tan senaryo, müzik ve film parçası kullanmış ve Hollywood iflas etmemiş. Demek ki çok da abartılacak bir durum yokmuş. Günümüze göre çok daha serbest bir kolaj kültürü yaratmış Yeşilçam.
Yakında hangi çalışmalarını izleyebileceğiz?
Şu an sadece Yeşilçam görüntülerinden olusan bir kolaj film üzerine çalışıyoruz. (MT/EKN)