* Fotoğraf: Anadolu Ajansı / Arşiv.
14-28 Mayıs seçimlerinden sonra özellikle muhalif kesimin içinde bulunduğu ruh halini tanımlamak için psikiyatrik nozoloji içinde bir isim var mı? Seçimlerin kazanılmaması muhalefeti nasıl etkiledi? Siyasi parti temsilcilerinin toplumun ruh halini gözetme gibi bir sorumluluğu var mı?
Soruların yanıtı klinik psikiyatri, kaygı bozuklukları, ruhsal travma konularında çalışan Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu ile gerçekleştirdiğimiz söyleşinin ikinci bölümünde.
TIKLAYIN - PROF. DR. CEM KAPTANOĞLU İLE SÖYLEŞİ (I)
Özellikle muhalif kesimde bir konuşmama ve sorunun üzerinden "atlama" hali hâkim. Siyasiler dahi ne olup bittiğine dair çok yorum yapmıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Kılıçdaroğlu, seçim öncesinde özellikle CHP'nin geçmişteki politikaları nedeniyle mağdur edilmiş Müslümanlara "helalleşme" vaadinde bulunmuştu. Fakat şimdi kendisinin ve partisinin hayal kırıklığına uğrattıkları kitlelerle helalleşmeye sıra gelince, seçim öncesinde ağzından düşürmediği "helalleşme" kavramını unuttu. Helalleşmek, yüzleşmek-hesaplaşmaktır. Bunun ilk adımı, özeleştiri vermek, seçim yenilgisine yol açan eksik ve hatalarla yüzleşmek, bunların hesabını vermek, sorumlularını açıklamak ve beceriksizlikleri, yetersizlikleri nedeniyle mağdur ettikleri geniş kitlelerden özür dilemektir. Ne yazık ki Kılıçdaroğlu ve partisi bunların hiçbirisini yapmadılar, belirttiğiniz gibi göz göre göre yaptıkları politik hataların yol açtığı felaketin üzerinden atlayıp muhalefetçilik oynamaya devam etmek istiyorlar.
Emek ve Özgürlük İttifakı
Seçimlerde beklediği sonuçları alamayan ve Emek ve Özgürlük İttifakı içindeki tutumu nedeniyle ittifaka güç ve zaman kaybettiren TİP de seçim sürecinde yaşananlarla ilgili yeterli, anlamlı bir açıklama yapmadı, hatta "biz en doğru olanı yaptık" dışında bir şey söylemedi. Genel seçimden hemen sonra EMEP genel başkanı Ercüment Akdeniz, görmezlikten gelinemeyecek eleştirilerle hem görevinden hem de parti üyeliğinden istifa etti, EMEP'in bu önemli istifaya değgin açıklamasının doyurucu olduğu söylenemez.
Sol muhaliflerin bu tutumları, muhalif oldukları sağ partilerin, sorumluluk üstlenmeleri gereken yerde aldıkları vurdumduymaz tavrı çağrıştırıyor. Oysa halk, muhalif siyasetçilerden, sağ partilerin özellikle iktidardaki AKP'nin siyaset yapış tarzından farklı bir tavır bekliyor. Fakat muhalif siyasiler, rakipleri olan sağcı politikacılara benzer davranışlar sergiliyor. Bunlar, halkın politikaya ilgisi ve gelecek umudunu yeniden yeşertmesinin önündeki önemli engeller.
Siyasilerin üzerine düşen nedir? Toplumun ruh durumuyla ilgilenme gibi bir sorumlulukları da var mı sizce?
Siyaset, toplumun eksikliğini yönetmek olarak tanımlanabilir. Türkiye'de halkın eksikliğini çektiği demokrasi, insan hakları, eşitlik, adalet, özgürlük, barış, refah gibi çok önemli değerler var, bunların yokluğunda bir arada insanca yaşayabilmemiz olanaksız. Son seçimlerde de görüldü ki muhalif siyasetçiler bu talepleri formüle edip yönetemediler, başka deyişle etkili siyaset yapamadılar. Muhalif partiler içinde CHP, ana muhalefet partisi olması ve toplumsal tabanı açısından en etkili parti. CHP seçim öncesi, sırası ve sonrasında üzerine düşeni yapamadı. Halkın şiddetle yoksunluğunu çektiği yukarıdaki değerleri öne çıkaran bir siyaset gütmek yerine, araçsallaştırılmış, altı doldurulmamış, yüzeysel bir "helalleşme" söylemi tutturup, kendini sağa beğendirmeyi hedefleyen bir bukalemun politikası izledi. Seçim sürecinde "Bozkurt Kemal"i de, takılmadan Fatiha okuma iddiasına tutuşan Kemal'i de gördük.
Fotoğraf: CHP lideri ile DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan Millet İttifakı mitinginde. (Kaynak: CHP Basın.)
Bukalemun siyaseti
Farklı kesimleri temsil eden partilerden oluşan "Altılı Masa" Kılıçdaroğlu'nun girişimiyle kurulup, gelişti. CHP'nin hegemonyasında bir uzlaşma, mutabakat için bu politik esnemeler zorunlu değil miydi?
Uzlaşı politik esnekliği gerektirir ancak esneklik kendi kimliğini kaybetme düzeyinde olmamalı. Seçim sürecinde CHP, Kılıçdaroğlu, Altılı Masa ve daha sonra Zafer Partisi ile ilişkilerinde kendisi olmaktan çıktı, belki de biz yanlış biliyorduk. Altılı Masa girişimi, sol literatürdeki "hegemonya siyaseti" ile yakından uzaktan ilintili değildir. Sosyalist strateji olarak hegemonya siyaseti, farklı halk kesimlerinin demokratik taleplerini karşılayan bir söylem ve politikalar üretme, bunlar arasındaki çelişkileri çözme çalışmasıdır, vurgulamak isterim, "demokratik talepleri".
HDP düşmanlığına göz yummak, İstanbul Protokolü'nü altılı Masa'nın mutabakat metnine sokamamak, 10 Ekim katliamının başbakanına "bildiklerini anlat" diyememek, olsa olsa, "hegemonya" değil, uygulayanların kendisini kaybettiği bukalemun siyaseti olabilir. Yaşanan seçim felaketinin sorumluluğunu üstlenmeyen Kılıçdaroğlu, kendi deyişiyle partisinde "bagajı olmayan" yani geçmişi temiz birisi hâlâ bulunamadığı için "bagajı olmayan" tek CHP'li olarak başkanlık koltuğunda oturuyor.
Tüm bunlar, muhalif kesimlerin, iktidardan farklı ilke ve değerlere sahip olduğuna inandıkları, inanmak istedikleri ana muhalefetin, sandıkları kadar da iktidar partilerinden farklı olmadığını düşünmesine ve hayal kırıklığı yaşamasına neden oluyor. Halkın, her şeyin bozulup çürümediği, tutunabileceği iyi bir şeylerin hâlâ kaldığı inancını koruması çok önemli, çünkü umudu yaşatacak, "başka bir Türkiye mümkün!" dedirtecek en önemli unsur iyiye olan bu inanç. İşte özellikle CHP'nin, Kılıçdaroğlu'nun seçim öncesi, sırası ve sonrasında yaptıkları veya yapmadıkları, bu inancı baltalıyor, halkı gücendirip umudunu tüketiyor. Muhalif bir parti lideri olarak tüm vaatlerini, başta demokrasi, adalet, "helalleşmek" olmak üzere değersizleştiriyor. Böyle bir siyasetçinin, halkın ruhsal iyilik hali için üstlenmesi gereken sorumluluk, halkın daha iyi bir yaşam arzusunun önünde tıkaç olduğunu görebilmek ve oturduğu yerden kalkıp halkın yolunu açmaktır. Politik olarak iyi olmayan halkların, toplulukların ruh halinin iyi olması olanaksızdır.
Toplum olmayan toplum
Toplumsal ruh halimiz ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Yas dışında melankolik bir ruh hali mi yaşanan?
Öncelikle toplumsal halimize kısaca göz atalım isterseniz. Batı demokrasilerinin tanımlayıcı iki temel özelliği yasallık ve meşruluktur. Bu iki ilkenin geçerli olduğu bir toplumda gerginlik ve çatışmaların varlığına rağmen, eşit haklara sahip yurttaşlar olarak bir arada yaşayabilir, daha iyi bir hayat için mücadele edebilirsiniz. Demokrasiler, vazgeçilmez ilan ettikleri bu ilkeler gereği her tür eylem ve işlemde hukuka bağlı kalmak zorunda olduğunu kabul ederler. Ülkemizdeki duruma baktığımızda, farklılıklara rağmen bir arada yaşamayı yani toplum olmayı mümkün kılan bu ilke ve değerlerin yerine, güç sahiplerinin gözü dönmüş arzularının geçtiğini görüyoruz. "Birinci Cumhuriyet'in elitleri yağmaladı, şimdi sıra bizde!" yağması sınırsız kuralsız her alanda sürüyor.
Gücü elinde bulunduranların çılgın arzusu, yasa olarak kendisini dayatıyor, kendi meşruiyetini üretip, hayatımızın her yanına nüfuz ediyor. Bu durum toplum olma halini bozup, toplumsal yaşamı, her şeyin mümkün olduğu bir işkencehaneye dönüştürüyor. Bizler uzun bir süredir "her şeyin mümkün olduğu" böyle bir toplum olmayan toplumda yaşamaya çalışıyoruz. En çok acı çekenler, mülksüzler, alt sosyal sınıflar özellikle de kadınlar ve çocuklar. Güçlülerin yasa tanımaz bencil arzularının özgürce peşinde koştukları ülkemizde, toplumsal ilişkiler, yasallık ve meşruiyet sözleşmesinin egemen olduğu toplumlardaki gibi değil. Demokratik toplumlarda gerçekleştirilmesi hayal bile edilemeyecek, ötekine, doğaya, ötekinin malına-hakkına... yönelik sapkın arzuların aleni doyurulduğunu yaşıyor veya tanık oluyoruz.
1930'ların Almanya'sında muhaliflerin ruh halini tanımlayan "içe göç" kavramı 2020'ler Türkiye'si için de geçerli, tabi "dışa göçenleri" de unutmamak lazım.
HDP eski Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar'ın CHP lideri ile buluşması. (Kaynak: Mezopotamya Ajansı)
Kazanmak
Böyle bir toplumda yaşamaya, tutunmaya çalışan insanların ruh hali, "melankoli" gibi öznellikle, bireyin kişisel tarihi, bilinçdışı, iç dünyası ile çok yakından ilişkili bir klinik kavramla açıklanamaz. Melankoli ne kadar öznel dünyamızla ilişkili, görünür, somut nedenlerden bağımsız gelişebiliyor ise, Türkiye'de yaşayan muhaliflerin ruh hali o kadar dışarıyla, çevreyle, yukarıda tanımladığım toplumsal halimizle ilişkilidir. Her gün yaşanan veya tanıklık edilen örseleyici olaylar muhaliflerin ruhunu sıkan. Tek başına bu bile umutlanmamız için yeterlidir, çünkü hasımlarımız, melankolide olduğu gibi bilinçdışının elle tutulmaz gölgeleri değildir. Karşımızda, değiştirmek için mücadele etmemiz gereken bir dış gerçeklik, ve o gerçekliğin sürmesini isteyen somut ötekiler vardır. Kazanma umudu ve tabi kazanmak, toplumsal ruh halimizi iyileştirecektir.
Kitlesel ruh hallerini illa psikiyatrik terimlerle adlandırmak istersek, benzer sorulara yanıt aramış Alman psikiyatri literatürü bize yol gösterebilir. Toplumsal değişimlerin, sarsıntıların, toplumsal grupların ruh halini nasıl etkilediği konusunda Alman toplumunun dolayısıyla Alman psikiyatrların zengin bir deneyimi var. Travmatize olmuş toplulukların ruh hali denildiğinde, yaşanılan stres yaratıcı kitlesel olaylara bağlı gelişen ruhsal tepkiler veya uyum (adjustment) bozukluklarından söz ettiğimizin altını çizmek gerekiyor. Bir başka deyişle bu bozukluklarda, kişinin veya belirli bir grubun yaşadığı olumsuz olay veya olaylar sosyal, mesleki vb. uyumunu, iyilik halini bozucu etkide bulunuyor.
Doğu Almanya örneği
Geniş kitleleri etkileyen olumsuz toplumsal olaylar nedeniyle ülkemizde uyum bozukluğu yaşayan çok sayıda insan olduğunu söyleyebiliriz. Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından, Doğu Almanya'da yaşayan milyonlarca Alman özlem duyup merak ettikleri Batı Almanya'ya göç ettiler. Fakat kısa bir süre sonra Batı'nın hayal ettikleri gibi bir cennet olmadığını yaşayarak anladılar. Dışlandıklarını, ayrımcılığa uğradıklarını, alışkanlıklarının, benimsedikleri değerlerin aşağılandığını deneyimlediler.
Alman psikiyatrlar Doğu Almanya'dan gelenlerde gözledikleri, diğerleri tarafından ağır şekilde düş kırıklığına uğratılma, aşağılanma veya temel değerlerinin ihlal edildiği inancı, kaybeden olma, prestij kaybı inancı, çaresizlik, öfke, nefret gibi duygu ve düşüncelerle karakterize bir klinik tablo tanımladılar. Toplumsal bir örselenme sonucu belirli bir toplumsal grupta ortaya çıkan bu uyum bozukluğu tablosuna "verbitterungsstörung" (gücenme bozukluğu) adını verdiler. Toplumsal ruh halimize eğer psikiyatrik nozoloji içinden bir isim arıyorsak en uygunu "gücenme sendromu" olabilir. Gücenme sendromu melankolik bir içe göç değil, haksızlığa uğramanın, değerlerinin aşağılanmasının öfkesi ve hak, adalet arayışıyla karakterizedir.
Buradan nasıl çıkılır? Ne yapılması gerekir?
İktidardakilerin kendi arzularını yasa kıldıkları ve bu duruma dur diyebilecek bir toplumsal, politik gücün olmadığı bir toplumda, gücendirilen yurttaşların, adalet, özgürlük, eşitlik, insan hakları taleplerinden topluca vaz geçip içlerine veya dışarıya göçeceklerini düşünmemek gerekir. Gücenikliğin ayrılmaz eşlikçisi öfke duygusudur. Öfke, diğer duygular içinde başka bir şeye dönüşebilme potansiyelinin yüksekliği ile ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Öfke, daha iyi bir hayat için mücadele coşkusuna dönüşüp, sanat yapıtı, mizah, dayanışma, örgüt, protesto, direniş, politik mücadele olabileceği gibi, iç göç, dış göç, ruhsal çökkünlük, küskünlük, kendine zarar verme, lümpen şiddet veya psikosomatik hastalık etkeni de olabilir.
Kısaca, genellikle sanıldığı gibi öfke, önlenemez şekilde içsel veya dışsal yıkıma yol açan zehirli bir duygu değildir. Kaba şiddete veya içe göçmeye dönüşmeyen öfke, yıkıma ve yıkıcı şiddete, ötekilerin sapkın arzularına karşı yaşamı savunmanın, adalet arayışının, temel hak ve özgürlükleri, evrensel insanlık değerlerini koruma mücadelesinin enerjisi olabilir. Halkın öfkesindeki bu potansiyeli, yönetmek, örgütlemek yani toplumsal mücadele ve direnişin enerjisine dönüştürmek siyasi örgütlerin, partilerin sorumluluğu. Çıkış yolunu sormuştunuz. Bu sorunuza İspanyol şair Antonio Machado'nun bir dizesiyle yanıt vereyim: "Bir yol yok, biz yürüyerek o yolu açacağız."
Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu kimdir?
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi 1983 yılı mezunu. 1991 yılında psikiyatri uzmanı oldu.
1992-2017 yılları arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı. "Bu Suça Ortak olmayacağız" başlıklı barış bildirisi imzacısı olduğu için 7 Şubat 2017 tarihinde üniversiteden atıldı.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Yüksek Onur Kurulu üyesi olarak ve Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Onur Kurulu üyesi olarak çeşitli dönemlerde görev yaptı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı kurucu üyesi.
1995 yılında Britanya'da Sheffield Üniversitesi Psikanalitik Çalışmalar Enstitüsünde kültür-psikanaliz alanında çalıştı. 2012-2020 yılları arasında Türkiye Psikiyatri Derneği Destekleyici Psikoterapi Çalışma Birimi genel koordinatörlüğü ve destekleyici psikoterapi eğiticiliği görevlerini yürüttü.
2019 yılında serbest psikiyatr-psikoterapist olarak çalışmaya başladı. 2020-2023 yılları arasında Ulm Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikosomatik Tıp ve Psikoterapi Kliniğinde misafir öğretim üyesi olarak mesleki çalışmalarına Almanya'da devam etti. Halen psikiyatr-psikoterapist ve psikodinamik psikoterapi eğiticisi olarak çalışmalarını Türkiye ve Almanya'da sürdürmekte.
1960, Antalya doğumlu.
(TY)