Beyaz üzerine kuştan yeşil yapraklar kondurmuş bir kitap. Buna sebep yapraklar yere düşmüyor, göğe uçuyor. Elimde kitabım evime döndüğümde, önce kitabın arkasını çeviriyorum, "Hicran" diye birinin hikayesi karşıma çıkan...
Sonra başlıyorum kitabı okumaya. İlk sayfalarda, "Acıyı hissetmeyen acıyı hissettiremez... Acıyı ve yalnızlığı hissetmelisiniz söylerken" cümlesine takılıyorum.
Acı üzerine söylenenleri çekip çıkarıyorum raflardan, "Bizi bir araya getiren şey, acı çekmemiz" diyor başka bir yerden başka bir ses...
Akşam saatlerinde başladığım, gece yarısı bitirdiğim kitabı elimden bırakırken, arka kapaktaki "Hicran"la tanışmış, acısını hissetmiş bulunuyorum...
Bunu yazayım diye yola çıkmamıştım...
Hicran bir çocuk gelin. Hicran'ın kaderini yazan Özlem Yılmaz. Birçok kadının son anlarına bir hikaye kurucusu olarak tanık olan Özlem'in ilk kitabı, "Kayıp Yalnızlık Ormanı" , Everest yayınlarından çıktı.
Mardin'den iz sürmeye başlayıp İstanbul'a gelen bir yolculuk, yolculuğun izinde bir yazar, yazarın izinde kadınlar var. Hikayelerdeki kadınlar acılı, tedirgin, bir büyük orman içinde yolunu şaşırmış, yalnız...
Ama Türkçe, ama Kürtçe, ama Süryanice ağıt yakıyor...
Özlem'in yazdıklarını, yaşadıklarını pekiştiren şey mesleği öğretmenlik. Dolayısıyla Mardin'de başladığı, İstanbul'da sürdüğü öğretmenlik içinde, hikayelerine de giren bir çok olayı yaşamış.
Tanık olduğu olaylardan beslendiğini, "ille bunu yazayım, ille bu sorunu dillendireyim" diye çıkmamışken yola, bir anda insanın ta içini acıtan şeyleri yazıp bitirdiğini anlatıyor mütevazılıkla...
Yaşlı çocuklar sessiz duvarlar...
Kitabı yayınlandıktan sonra ben dahil bir çok insanın aklında gelen soru Özlem'e sıkça yöneltilmiş: "Çocuk gelinleri gördün mü?", "Akrep satanlar var mı?", "Gerçekten Süryaniler dışarıya kız vermez mi?"
Bunları soruyorum ona, yanıtlıyor: "Akrep toplayan öğrencilerim de oldu, çocuk yaşta evlendirilen de. Okuyanlar şaşırdıklarını dehşete kapıldıklarını söylediler anlattığım olaylardan. 'Gerçekten oluyor mu?' dediler... Gerçekten oluyor bunlar Mardin'de."
"Yasak aşk" yüzünden fındık içi kadar bir şehirde oturup konuşmayanları ekliyor...
Zaten bunun, okuyanlara; Mardin'e dışarıdan gidenlere; dışarıdan bakanlara şaşırtıcı geldiğini ekliyor; "Orda çok fazla yaşanan bir şey çocuk gelinler. Yaşlı adamlara satılan kızlar. Okuldan alınanlar... Oradakilere bütün bunlar garip gelmiyor, ama dışardan gelenler için dehşet verici..."
Özlem'in hikayelerinde kişileşen çocuklar aslında bir başka, daha büyük hikayenin parçaları. O yüzden hikayelerin gerçekliği, masallığı katmerleniyor...
Öğrencisi kızların, orta okula doğru sayısının giderek azaldığını, ortaokula gelenlerin de "şanslı" azınlıktan olduğunu söylüyor...
Yana yana akan ayrı nehirler...
Özlem, Mardin'i anlatırken, birçoklarının göz ardı ettiği bir gerçeğin altını çiziyor: "Bir arada duran ama bir araya gelmeyen kültürler..." Yani birbirine karışmayan mozaik renkleri...
"Bu bir tarafı suçlayıp diğerini aklamak değil. Mardin 'öteki' bir yer ve kendi içinde de 'ötekiler'i var. Kültürler, inanışlar çekişmiyor ama, iş kız alıp vermeye gelince her şeyin rengi değişiyor. O zaman anlıyoruz ki, farklı renkler yan yana akıyorlar, ama ayrı yataklarda..."
Hikayelerine de konu olan "yasak aşkların", "birbirlerine kapısını kapamış komşu kültürlerin" de bu şehre ait olduğunu söylüyor Özlem...
Dizilerde anlatılan büyülü atmosferlerin, konakların, mekanların insanı ilk anda içine aldığını aktarırken, bin yıllık evlerin içinde sürgit yaşanan gündelik hayatın dışarıdan gelenlere "çarpıcı" geldiğini anlatıyor.
Ama gerçek bunlarla sınırlı değil... Mardin'e yerleştikten sonra başlayan yaşamın durağanlığı, kırılmazlığı, ayda yılda bir piyango vurup gelen filmi izlemek için sinema salonunu açtırmamak... Bunlarda diğer yaşananlar...
Özlem, "Dışarıdan cazip içeriden aciz" diyor, anlatırken de, yazarken de, gerçeğin bir de öbür yüzüne bakmak gerektiğini vurguluyor...
İstanbul'a sürüklenenler daha hüzünlü...
Özlem'in Mardin'den sonraki durağı İstanbul olmuş. Burada, dışarıdan göç alan bir semtin okulunda öğretmen. İstanbul'da şahit olduğu hayatın, Mardin'dekinden daha acımasız olduğundan, göç edenlerin, göç etmek zorunda bırakılanların kaderlerini peşleri sıra sürüklediklerinden bahsediyor.
"Buradakiler çok hüzünlü. Çoğunluğu oradaki hayatlarını sürdürmeye uğraşıyor. Günlük işler bulmaya, büyük şehirde tutunmaya çalışıyorlar. Ama bunu gerçekleştirmeleri zor olduğu ve kendi düzenlerini yaşatmaya çalıştıkları için sonraları trajik oluyor. Çetelere, tinercilere, uyuşturucuya bulaşıyorlar..."
Kadınları bekleyense başka bir cendere: Töreler... Özlem kadınların, burada da kapalı kaldığını, kızların okula gidemediğini görmüş. Buradaki tek fark, "baba eviyle", "koca evi" arasına giren "tekstil atölyesi"...
"Ya ormanda kaybolursanız?"
"Büyükşehir değiştirmiyor. Kızlar burada aynı kurallarla yaşıyorlar. Üstelik İstanbul'da farklı trajediler var..."
Özlem anlatıyor, ben viyadüklerden atlamaya zorlanan kızları düşünüyorum... İki şehir, iki yaşam arasında öyle güzel, öyle özel bir bağ kurmuş ki. Duvardaki, Şahmeran gülümsüyor. "Kayıp Yalnızlık Ormanı"ndan, İlya ağlıyor. Büşra ölüyor...
"Kadın dengbejler var" diyor Özlem... Dili kadın korur, yasaklananı kadın saklar, kadın kadına söyler, kadın kadını söylerse güzel söyler...
Özlem'in hikayesinin sonunda başı da gizli:
"Bir ormanda gezinti yapmak güzeldir. Temiz havayı ciğerlerinize çekip başka bir dünyanın kapılarını aralarsınız. Yaşadığınız hayata ait olmayan bir şey vardır orada. Bir süre sonra gezinti bitecek ve yeniden kalabalıklara karışacaksınızdır. Bu düşünce sizi rahatlatır. Her zaman, ait olduğunuz yeri özlersiniz. Peki ya ormanda kaybolduysanız ve düşlerinizde gittikçe büyüyorsa orman?" (AÖ/TK)