Onu bu hafta yeni kurdukları bu derneği topluma da tanıtsın diye Yön Radyo'da dokuz yıldır her pazartesi gerçekleştirdiğimiz "Merhaba Acil" adlı sağlık programının "Hastayım Hakkım Var" bölümüne konuk ettik. Bu yeni derneğin hangi ihtiyaçlardan kaynaklanarak kurduklarını, neler yapmayı planladıklarını anlattı.
Tabii söz dönüp dolaşıp "medya"ya ve medyanın "Ruhsal (psişik) rahatsızlığı olan kişilere" ve "ruh hastalıklarına nasıl yaklaştığına, onları nasıl sunduğuna" da geldi.
Sevgili Mesut bu konu açılınca "çok dertli" olduğunu belirtti ve yazının başlığındaki soruyu program sırasında bana sordu.
Bir hekim olarak durup düşündüm. Gerçekten de böbrek taşı sancısı ciddi bir sorundur. Yaşayanlar şiddet yönünden "doğum sancısı"ndan hemen sonra geldiğini söylerler. "İnsana dünyayı dar eder" derler. İşte "böbrek sancısının daralttığı bir dünyada" yaşayan birisi katil olabilir mi, bir insanı öldürebilir mi diye düşündüm önce.
Düşünürken yaşadığım bir anlık suskunluktan dolayı, Mesut Demirdoğan sorusunu anlamadığımı düşündü ve sorusunu açıkladı:
"Bir şizofreni hastası birini öldürür, bu da medyada haber olursa 'şizofrenili filancayı öldürdü' şeklinde yazıyorlar. Neden başka cinayetlerin haberini yazarken katilleri tıbbi muayeneden geçirtip, örneğin böbrek taşı olanları 'böbrek taşlı katil', şeker hastalığı olanları 'diyabetik katil' diye adlandırıp bunu haberlerine başlık yapmıyorlar?" dedi.
* * *
Onun haklı sorusu üzerine işin bir de bu yönünü düşündüm: Gerçekten de medyanın, bir olumsuzluktan ya da kötü bir durumdan söz ederken bazı hastalıkların "ad"larını nitelendirme amaçlı kullandığının bir daha farkına vardım. Hem de sık sık.
Sevgili Mesut'un söz ettiği örnek üzerinde düşününce, açık söyleyeyim daha da "korktum". Çünkü bu tür haberler örneğin "aklında birini öldürme düşüncesi hiç bir zaman olmamış bir 'şizofrenili hastayı' böyle bir davranışa yöneltebilir mi" sorusu aklıma geldi.
Ya da "bir yakını şizofreni hastası olan bir kişi her an 'acaba o da günün birinde beni öldürür mü' korkusunu böyle bir haberi okuduktan sonra düşünmez mi" diye sordum kendi kendime.
Durduk yerde, farkında bile olmadan neden olduğumuz bu ve benzeri durumların olabileceği düşüncesi, medyanın sorumluluğunun aslında ne kadar büyük olduğunu bir kez daha fark etmeme yol açtı.
* * *
Karşılaştığım ya da dikkatimi çeken olumsuzluklar nedeniyle, şu sıralarda kullandığımız dil, konuşurken ya da yazarken seçtiğimiz sözcükler konusunda çok daha "duyarlı" hale geldim.
Bağımsız İletişim Ağı (BİA) örneğin kadınlarla ilgili konularda böylesi bir duyarlılığı, "cins bakış sözlüğü"yle daha yola ilk çıktığı anda ortaya koymuştu. Yıllar içinde bu yaklaşım insan hakları, çocuk hakları, farklılıklarla ilgili konuların ifade edilmesi sırasında her zaman, hem de önemle gözetildi. Buna uygun bir dil, sözcükler ve anlatım yeğlendi. Ne iyi ki bu da sürüyor, sürdürülüyor.
Kendimizi "ifade etmek" için dilden ve sözcüklerden başka aracımız yok. Gerçi görsel medya buna bir de "görüntü"yü ekliyor ve ifadesini "görüntü" yardımıyla kuvvetlendiriyor ama asıl olan "dil ve sözcükler".
Her halde "dilin, sözcüklerin ve anlatım biçiminin" anlam ve önemini; "Söz ola kese savaşı, / Söz ola kestire başı, / Söz ola ağulu aşı, /Yağ ile bal ide bir söz" diyerek en iyi Yunus Emre söylemiştir.
* * *
Sözcüklerle "baş kestirmek", sözcüklerle "yok etmek", sözcüklerle "öldürmek" sanırım en kolay yaptığımız işler arasındadır.
Peki sözcüklerle bir "savaşı bitirmek", sözcüklerle "oldurmak", sözcüklerle "var etmek"? Bu da önceki kadar kolay mıdır sizce?
Gerçekten çok mu zordur bunu gerçekleştirmek; aklı, duyguları, bilgisi, görgüsü, deneyimi, dahası "işini sözcükleri ve dili kullanarak yapmak" zorunda olan gazeteciler, haberciler, "medya"cılar için?
Zordur!... Zor olmalı!...
Öyle olmasaydı, her gün aramızdan birileri, her an "medya"ya bu kadar kızmaz, "medya"dan bu kadar yakınmazdı.
* * *
Ne yapmak gerekir?
BİA gibi olumlu örneklerin çoğalmasını sağlayabiliriz. Bu işin iyi yönü. Ama RUSİHAK gibi "hak temelli" yapılar, örgütlenmeler de "olumsuz örnekleri" ortaya koymak ve onları teşhir etme konusunda çekingen olmamalılar. Onları zorlamalılar ve değişmelerini sağlamalılar.
Değişimin hep "yukarıdan aşağıya" yapılacağını söylüyoruz ama inanın öylesi değişimler, mevcudun kalıcı olmasından başka ise yaramıyor.
Değişim "aşağılarda, yaşamın içinde olursa değişiyoruz".(MS/EÜ)