İnönü'deki cinayetin zanlısı Fatih Sözüer'in, öldürülen Cihat Aktaş'ın ailesinin yaşadığı Çağlayan semtinin çocuğu olduğu ortaya çıktı. Kâğıthane'de ailesiyle yaşayan Sözüer'in, babasının işyerinin bulunduğu Cağlayan'da, sık sık arkadaşlarıyla bir araya gelip maça gittiği belirtildi.
Babasının yanında çalışan Sözüer'in asabi birisi olduğunu belirten arkadaşları, "Ağrı'da vatani görevim yaptığı sırada psikolojik tedavi gördüğünü biliyorduk. Ölen genci ve yakınlarını tanımıyoruz. Aramızda herhangi bir kavga yaşanmadı. Sözüer'in de tanıdığını sanmıyoruz" dedi.
Sözüer'in Ülkü Ocaklarına gittiği ve adam yaralama ve toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasını ihlalden gözaltına alındığı bildirildi. Sözüer, Aktaş'ı bıçakladıktan sonra maçı sonuna kadar seyretti..."
Cihat'ın ölümünden, katillerin, hepimizin orada olmaktan vazgeçemeyeceğimiz, haz mekanlarımızdan olan tribünlere kadar sokulabileceği gerçeğini, gözümüze soktuğu için daha çok korkuyoruz; Fatih'i ve onun gibilerin dünyasını anlayabildiğimiz ölçüde denetleyebileceğiz ve tribünler yeniden "bizim" olacak.
Mardinli bir çocuk
Tribünde işlenen son cinayet, yoksulların birbirine karşı uyguladıkları şiddetin bir biçimi olarak, korkularımızı en iyi giderecek bir yere, biz'den çok uzağa, "futbol terörü" ambalajıyla paketlenerek, kapkaç, trafik, tecavüzcü ve diğer "terör" türlerinin yanına, şehrin göbeğine ve uzak mahallelerine fırlatılarak, hayatlarımızdan uzaklaştırıldı.
Yukarıdaki haberden, ölenin de öldürenin de yoksul olduğunu, öldürenin Ağrı'da "vatani" görevini yaptığını, asabi olduğunu, psikolojik tedavi gördüğünü ve Ülkü Ocakları'na gittiğini, polisle başının derde girdiğini öğreniyoruz.
Ölen hakkında pek bilgi yok; ölenin Mardinli, öldürenin de oralarda askerlik yapmış olduğu, medyanın fısıltıyla söylediği ayrıntılardan. Hala tartışılıyor, futbolda çeteler, klüplerin sorumlulukları, bedava biletler, turnikeler, fanatizm... Herkes yerine oturarak maç seyretse, kimse kimseyi bıçaklayamaz.
Mardinli başka bir çocuk
Bir süre sonra başka bir Mardinli çocuk, Uğur, başka bir "vatani görev" sırasında öldürüldü. Murat Çelikkan "Uğur, gazete manşetlerini günlerce işgal edemiyor. O, Mardin'den İstanbul'a göç edip, bir futbol karşılaşmasını izlerken tribünde öldürülmedi.
O, Mardin'de, evinde kaldı ve öldü, iki Mardinli çocuk, ikisinin de kaderi ölümde buluştu. Birinin ölmesi üzerine, bu şiddeti yaratan koşulları, sorumlu yöneticileri alabildiğine tartışıyoruz. Öteki, öteki olarak kalıyor." diye yazıyor (Radikal; 25 Kasım).
İki ölüm, birbirine çok benziyor, ama hayatlarımızda yer alışları çok farklı. Uğur yapayalnızdı, memleketin, "öteki" tarafında, güvenli mesafenin gerektirdiği kadar -yeterince- uzak zaten hepimizden. Onu öldüreni, iktidarın cinayetlerinde hep yaptığımız gibi edilgen bir çatı içine yerleştirip gizleyiverdik: "Uğur, çatışma sırasında öldürüldü" ; "Cihat Aktaş'ı Fatih Sözüer öldürdü."
Cihat'ın ölümünden, katillerin, hepimizin orada olmaktan vazgeçemeyeceğimiz, haz mekanlarımızdan olan tribünlere kadar sokulabileceği gerçeğini, gözümüze soktuğu için daha çok korkuyoruz; Fatih'i ve onun gibilerin dünyasını anlayabildiğimiz ölçüde denetleyebileceğiz ve tribünler yeniden "bizim" olacak.
Eğer, bütün orta ve üst sınıfların, içlerine dolarak, tinercilerden, kapkaççılardan, katillerden, fanatiklerden, hatta sokak kedilerinden köpeklerinden, yoksulluğun, şiddetin ve erkekliğin bütün faili belli suçlarını işleyenlerden, yeterince uzakta olabilecekleri güvenli siteler yapabilmiş olsaydık, yine de medyada, bunca zaman ayrılır mıydı bin bir "terör" biçimine, Cihat'a, Fatih'e...
Sahadaki "psikolojik harekat"
Fatih Sözüer'in, futbolla, milliyetçiliğin ezeli ilişkisinden haberdar olduğunu sanmıyorum; ya da "Diyarbakırspor'un 1990'ların başından beri PKK ile özdeşleştirilmesinden; 1997'de, Gaziantep Sankospor-Diyarbakır maçında, tribünlerin "teröristler dışarı" sloganlarıyla, Diyarbakırlı taraftarın, polisler tarafından dışarı atılmasından, Diyarbakırspor'lu futbolcuların Ankara Büyükşehir Belediyespor maçından sonra, stat çıkışında polis tarafından coplanmasından; daha 70'li yıllarda Diyarbakırspor birinci ligdeyken, kaptan Şeyhmuz'un "Kürdüm diye beni milli takıma almıyorlar" demecini verdiğinden (Ta-nıl Bora).
Askerliğini Ağrı'da yaptığı için ve belki de askerliği sırasında, Kürtlerin "düşman" olduğunu, düşmanı yok etmenin meşru hatta yasal olduğunu öğrendiğini ve bu bilgiyle davrandığını da sanmıyorum; Fatih'in bilinç ve inançla tasarlanmış bir intikam girişimiyle, adaleti gerçekleştirmeye çalıştığını düşünmek, tıpkı bu ve benzeri suçların önlenmesi için, kulüp ya da başka iktidarların almayı kararlaştırdıkları önlemlere dayanak oluşturan "suçu kişiselleştirmek" anlayışındaki gibi, onun suçunu fazla kişiselleştirmek ve ona fazlasıyla irade yüklemek olurdu.
Fatih, "Bu gol, şehitlerimize hediyemdir." (4.12.1998, Fotomaç) diyerek, iyi futbol oynamakla da vatan uğruna şehit olunabileceğini gösteren Suat kadar, ya da "Türk'ün, Türk'ten başka dostu yoktur," tekerlemesiyle, vatan uğruna şehit olabilme şerefini yaşayabilecek olanların milli tarifini yaparak, "şerefi", Türk olmayanlara, ölümden sonra bile kaptırmayan Hakan Şükür (4.12.1998, Fanatik) kadar olsun, "psikolojik harekatın tribünlerdeki kendiliğinden figüranı bile sayılmaz.
Vurdumduymazlık
Adorno, Almanların, savaş sonrası kendileriyle hesaplaşma konusundaki isteksizliklerini şöyle yorumluyordu: "Auschwitz'den sonra, ölümü haketmış biri olduğunuz halde, rastlantılar sayesinde onun elinden kurtulmuş ve hayatta kalmış olabilirsiniz. Böyle biri olmak, alabildiğine vurdumduymaz olmayı gerektirir; onsuz, tek bir Auschwitz'in bile olamayacağı, ölçülere varmış bir vurdumduymazlığı gerektirir. Bu vurdumduymazlık, Auschwitz'i atlatabilmiş, diğerlerinden ayrı tutulmuş herkesin, üzerinden atıp kurtulamayacağı kendi suçudur."
Fatih Sözüer'in, Cihat'ı bıçakladıktan sonra seksen dakika boyunca maçı soğukkanlılıkla izleyişini, bir "alabildiğine vurdumduymazlık" hali olarak anladığımızda, bu bizi daha mı çok korkutur? Fatih'in, belki de, üç darbenin, otuzbeşbin ölünün, onca yoksulluğun, şiddetin, acının, orada unutulmuşların hıncını, acısını paylaşmayan hepimizden, bir toplama kampının duvarlarının içinde ya da dışında olmak kadar farkı var; belki de bizim "kartal kabzalı bir bıçak"tan daha fazla kaybedecek şeyimiz var. Vurdumduyarlığımız erdemimizden değil, sahip olduklarımızdan.
Ölüm ya da ölüm
Uğur Yücel'in "Yazı Tura" sında, parçalanmış hayatların parça parça hikayesinde, insanların çoğunun neden Şeytan Rıdvan'ı daha çok sevdiğini düşündüğümde, başlangıcını unuttuğumuz bir zamandır bu coğrafyada yürütülen "psikolojik harekat"ın, sessiz ve zararsız kurbanlarını, mesela Cihat'ı daha çok sevdiğimizi, ona daha çok acıdığımızı düşünüyorum.
Oysa, Cevher, Hayalet olarak kalıyor, burada, "görevim tamamlamış" bir asker olarak ölüp gitmiyor... Doğduğu şehirlerden göç edip aramıza karışıyor, zaten çok kalabalığız, daha da kalabalık ediyor, trafiği tıkıyor, tedavi olmuyor, psikolojik sorunları şiddete dönüşüyor, bazen sokakta, bazen tribünde, kontrolsüz biçimde aramızda dolaşıyor, maraza çıkarıyor.
Hayalet Cevher, Fatih, bize hep kaçtığımız, yaşayamadığımız matemlerimizi hatırlatıyor. Matemi yasaklanmış toplumların şölenleri olabilir mi?
Yanımızdakinin acısına bu kadar duyarsızken, bu duyarsızlık içinizi, "öteki"ne karşı, bunca ince ince, ama güçlü korkuyla kaplamışken, tribünlerde, önünüzde, arkanızda, yanınızda oturanların kucağına düşme ihtimalinden hiç ürkmeden, güvenle sıçrayıp, "beraberr yürüdükk biz bu yollarrdaa, beraber ıslandıkk yağann yağmurrdaa." diyen, çocukça coşkulu şarkılar söyleyebilir misiniz?
Uğur Yücel, "ben, namuslu bir film yaptım." demişti; filmin namusu, hepimizde yaratmaya çalıştığı utanç duygusundan mı? Cihat ya da Fatih, Rıdvan ya da Cevher, ölüm ya da ölüm... (MG/BA)