Açık olan 34 başlıktan sekizi ertelendi. Ankara'nın bu uzlaşıya gösterdiği tepki de aynen bekleniyordu. İslamist - neoliberal başbakan Erdoğan, sanki Temmuz 2005'de Ek Tutanağı imzalayan ve bu şekilde 1995 yılından beri yürürlükte olan AB Gümrük Birliği'nin AB üyesi (Güney) Kıbrıs'ı da içermesine yükümlü kılınan kendi hükümeti değilmiş gibi, "AB ile olan ilişkilerimizi ciddî bir biçimde gözden geçirmeliyiz" türünden göstermelik kızgınlık pozlarına girdi.
Gelişmeleri yakından tanıyanlar, bu kızgınlığın iç kamuoyuna yönelik gösteri olduğunun bilincindeler. Kızgınlık - küskünlük gösterileri süre dursun, aslında "müzakere"olmayan, aksine Türkiye tarafından yerine getirilmesi gereken AB yaptırımları olan "Üyelik Müzakereleri" devam edecek.
Yani tren yolculuğunu sürdürüyor - her ne kadar hızını yavaşlatmış olsa da, en azından AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Rehn'in korktuğu kaza olmadan, yoluna devam ediyor. Ancak tren yolculuğunun nerede sonuçlanacağı sorusu daha yanıtlanamıyor.
Önemli olan, şu anda zaman kazanılmış olmasıdır. "Önce kendi evimizdeki durumu düzeltmeliyiz" diyen Avusturya başbakanı Schüssel, hem zamana ihtiyaç olduğunu vurguluyor, hem de 2007 Ocak'ından itibaren Almanya'nın üstleneceği Dönem Bakanlığı'nın, yerine getirilmesi gereken "ev ödevleri" üzerine uzlaşmanın sağlanmasına yardımcı olmasını umduğunu söylüyor. Bunu ummakta haklı da.
Çünkü Alman Şansölyesi Merkel, işi eski şansölye Schröder 'den daha iyi kotarmak, AB'ni istediği gibi yönlendirmek istiyor. Merkel 14 Aralık 2006'da Federal Parlamento'da yaptığı hükümet açıklamasıyla Dönem Bakanlığı'nın hedeflerini öyle tanımlamıştı: "başarılı bir AB genişleme politikası", reddedilen AB Anayasa Sözleşmesi'nin kabulü için bir "yol planının" hazırlanması, "AB dış politikalarında tek sesliliğin" sağlanması ve AB iç piyasasının, "özellikle elektrik ve doğalgaz piyasalarının açılarak" daha fazla liberalleştirilmesi. Merkel, tüm bu hedeflerin "Almanya'nın ulusal arzuları" olarak algılanmasını istiyor.
Tabii böylesine ağır "arzular" söz konusu olduğunda, Türkiye konusunda ortaya çıkacak çatlak sesler rahatsız edici olur dorusu. Kaldı ki Türkiye'nin AB'ne yakınlaştırılmasının jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik faydaları neredeyse tüm kesimler tarafından vurgulanmıyor mu?
Çekirdek Avrupa'nın, ABD'nin yanı sıra dünya politikaları ve piyasalarında daha fazla önemli roller üstlenme arzusu, Türkiye'nin son derece karmaşık olan üyelik sürecinin fazla sorun çıkartmadan sürdürülmesini sağlayacak politikaları zorunlu kılıyor. Bu nedenle Aralık 2006'da AB dışişleri bakanlarının vardığı uzlaşı sayesinde kazanılan zaman, hem giderek Türkiye'nin AB'ne üyeliğine karşı olanların sayısının arttığı1 AB kamuoyunu rahatlatan, hem de Türkiye'ye, AB'nin otoritesine uyması durumunda, müzakerelerin devam edeceği sinyalini veren adımların atılmasını sağlayacağından, son derece önem taşıyor.
Kıbrıs çözümün "anahtarı" mı?
Bu günlerde Kıbrıs, Avrupa otoritesinin manivelası olarak görülmekte. Özellikle son dönemlerde gerek Avrupa'da, gerekse de Türkiye'deki ekonomik elitler arasında, Kıbrıs'ta sağlanacak makul bir çözümün, üyelik sürecinin önündeki en büyük engeli kaldıracağı ve hedefe kilitlenmeye yardımcı olacaı eklinde görüler dile getirilmekte.
Türk Yatırım ve Dünyası Konfederasyonu (TÜRKKONFED) bakanı Celal Beysel bu görüşü öyle ifade ediyor: "Komisyon önerileri ne kadar adaletsiz ve haksız olursa olsun, Türkiye'nin tam üyelik perspektifini hukuksal olarak sorgulamamaktadır. (...) Bir taraftan bu önerinin politik karar haline gelmesini engeller, diğer taraftan da limanların açılmasını kabul edersek, sürecin rengi hemen değişecektir."
Yalnız sorun, Beysel'in sermaye çıkarları açısından arzu ettiği kadar basit değil. Türkiye'de Kıbrıs ve limanlar üzerine yürütülen tartışmalar, Kıbrıs sorununun manivela olmaya hiç uygun olmadığını gösteriyor. Kıbrıs, olsa olsa, her iki tarafın da işine gelecek şekilde zaman kazanmaya yarar, daha fazlasına değil.
Çünkü 2007 Türkiye'de son derece önemli bir seçim yılı. Yeni bir meclis ve yeni bir cumhurbaşkanı seçilecek. Bu balamda AB üyelik süreci Erdoğan hükümeti için yaşamsal önem taşıyor. Erdoğan, sırf AB masalı nedeniyle iktidarını koruyabilmekte. Ancak bu durum Erdoğan ve hükümeti açısından çözümü güç bir ikilemi de beraberinde getiriyor. Bir tarafta Kemalist elitler ve ordu yönetimi tarafından AB konusunda tutarsız davranmak ve "ulusal çıkarları" savunmamakla suçlananan Erdoğan, diğer taraftan yeni cumhurbaşkanının ya kendisi, ya da yakın çevresinden birisinin olabilmesi için bastırıyor.
Bu hedefe ulaşabilmek içinse, devlet bürokrasisi içerisindeki Kemalist elitleri temsil eden ve "ulusalcıların" sözcüsü durumuna gelmiş olan cumhurbakanı Sezer ile açık çatışmayı göze alıyor. Erdoğan, sağ popülizme soyunmuş olan Deniz Baykal yönetimindeki CHP 'nin, iktidarı ele geçirmek için neofaşist MHP ile dirsek temasına geçtii bir dönemde, çok zor olan bir manevrayı deniyor: hem AB kördüğümünü çözen, hem de milliyetçi oyları toplayabilen bir güç olmak. Bu nedenle Kürt sorununda sertleşiyor, Kıbrıs sorununda dayatmacı ve AB reformlarını uygulamada yavaş davranıyor.
Türkiye toplumunda AB üyelik süreci konusundaki hoşnutsuzluğun artması, seçim atmosferi ve AB'nin belirgin iç çelişkileri, Erdoğan'ın Kıbrıs sorununu "şartlı rehin" olarak kullanmasına olanak sağlamakta. Çünkü Erdoğan ve çevresi, Türkiye'nin yerine getirmesi zorunlu olan Kopenhag Kriterleri'nin taşıdığı rizikonun farkında. Kopenhag Kriterleri'nin dördüncü noktası, Türkiye'nin politik ve ekonomik kriterleri yerine getirmesi durumunda bile, AB'nin daha fazla genişlemeye hazır olmadığı gerekçesiyle üyelik başvurusunun reddedebileceğini öngörmekte.
AB elitleri ise Erdoğan'ın şartlı rehinine karı, kendilerinin şartlı rehinini gösteriyorlar: demokrasi, insan hakları ve azınlıklar. Türkiye'de AB'nin dayattığı neoliberal reformların uygulamaya sokulmasının yavaşladığı her dönemde bu kartlar oyuna sokuluyor. işte o zaman Kürtlerin veya hıristiyan azınlıkların haklarından veya düşünce özgürlüğünden dem vuruluyor. Ancak Türk tarafı da, içerisinde sosyal ve demokratik hakların malî piyasalar kapitalizmi lehine teker teker yok edildiği ve neoliberalizm ile militarizmin bir Avrupa'sına dönüşen bir AB'nin demokrasi ve insan hakları konusunda ciddî olmadığının farkında artık.
Son İlerleme Raporu'nda Türkiye'deki sendikal haklar konusunu zar zor tek bir cümle ile geçiştiren bir AB'nin, bu hakları savunacağına Avrupa'da bile inanan yok. Ve böylelikle üyelik süreci, tarafların birbirlerine artlı rehinler gösterdiği ve karılıklı ikiyüzlülüğün sahnelendiği bir oyuna dönüşüyor. Aslına bakılırsa oynayan da bunun farkında, seyreden de.
Örneğin AB Komisyonu'nun sekiz müzakere başlığının ertelenmesini önerdiği günlerde bazıları, Komisyon'un böylesine "yumuşak" bir kararı alması için Avrupa silah sanayii lobisinin bastırdığını ileri sürüyor ve TSK için 2 milyar Dolar'lık 50 saldırı helipkopteri alımı ihalesine dikkat çekiyorlardı. İhaleye MI29 helikopteri satmak isteyen Rusya ve İtalyan Mangusta'nın yanı sıra Fransız-Alman ortak yapımı Tiger helikopterleri de katılmıştı.
Üniformalı kapitalistler mi?
Ama AB - Türkiye ilişkilerini salt silah satımı ile ilgili ayak oyunlarına indirgemek, çok basitleştirici olur. Çünkü asıl sorun çok daha karmaşık ve çok boyutlu. Türkiye'nin AB'ne üyelik sürecinin önünde yığınla sosyal, politik, ekonomik ve kültürel sorun durmakta.
Tüm bu sorunlar - zaman içerisinde - öyle ya da böyle bir çözüme ulaştırılabilecektir mutlaka. Ancak baka bir ihtilaf öyle kolay çözülebilecek cinsten değil. Halihazırda AB üyeliğinin resmen devlet politikası olarak ilan edilmiş olmasına ve ordu yönetiminin resmî açıklamalarında "Atatürk'ün çizdiği bu yolu" desteklediklerini belirtmelerine rağmen, generallerin AB yönetmeliklerine ve yönergelerine bir çok alanda muhalefet ettikleri görülmektedir.
Kamuoyu önündeki AB tartışmalarında genellikle "ülkenin toprak bütünlüğünün tehdit altında olmasından" veya "hükümetin ulusal çıkarları yeterince savunamamasından" dolayı duyulan kaygı ve eletiriler ifade edilirken, önemli bir ihtilaf arka planda içten içe kaynamaktadır: Ordu yönetiminin özel iktisadî çıkarları. Çünkü ordu yönetimi, kârlılık ve verimlilikte Sabancı veya Koç gibi büyük holdingleri dahi geride bıraktığı iddia edilen, ülkenin en güçlü iktisadî teşekküllerinden birisine - Ordu Yardımlaşma Kurumu OYAK 'a sahip. Sıradan bir yardım derneğini çağrıştıran ismin arkasında, yaklaşık 49 milyar Avro'luk (2005) satış ve işlem hacmini yakalamış olan büyük bir sermaye - şirketler grubu durmaktadır.
OYAK, cumhuriyetin ilk askerî darbesinden dokuz ay sonra, 1 Mart 1961 tarihinde 205 sayılı yasa ile, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensuplarının, özel hukuk hükümlerine balı "yardımlaşma ve emeklilik fonu" olarak kurulmuştur. Dönemin cuntası kurumun kurulu amacını "TSK mensupları için bir sosyal güvenlik sisteminin oluşturulması" olarak beyan etmişti.
"OYAK 44.Yıl 2005 Faaliyet Raporu"nda Kurumun Profili başlığı altında, malî ve idarî bakımdan özerk ve tüzel kişiliği olan OYAK'ın temel hedefinin "üyelerine en üst düzeyde nema ve hizmet sağlamak" ve "bu hedefine ulamak amacıyla varlıklarını finansal ve iştirak yatırımlarında değerlendirmek" olduğu belirtilmektedir. Sonuçta OYAK yasa ile kurulmuş, ama kamu mülkiyetinde olmayan ve kapitalist sermaye birikimi amacını güden özel bir iktisadî teşekküldür. Gene yasa ile muvazzaf subay ve astsubaylar ile Millî Savunma Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı sivil memur ve müstahdemlerinin maaş tutarlarından yapılacak yüzde 10'luk kesintilerin OYAK'a aktarılması düzenlenmiştir.
Anılan Faaliyet Raporu'na göre, 2005 yıl sonu itibariyle OYAK'ın üye sayısı 227.296'dır. Bu sayının yüzde 86,5'ini görevdeki üyeler, yüzde 13,5'ini ise emekli üyeler oluşturmaktadır. Orduya ait "yardımlaşma ve emeklilik fonunun" kârlılık derecesi neredeyse rekabetsizdir. Çünkü OYAK, 205 sayılı OYAK Kanunu'nun 35. maddesi gereğince her türlü vergiden muaftır. OYAK'tan ne kurumlar vergisi, ne veraset ve intikal vergisi, ne gelir, damga ve gider vergisi, ne de aidat tevkifatı gelir vergisi kesilmektedir. Sadece OYAK'ın, Türk Ticaret Kanunu'na göre faaliyet gösteren iştirakleri vergi ödemektedirler. Türkiye'deki "vergi adaletini" göz önüne getirirseniz, bu iştiraklerin nasıl vergi ödediğini tasavvur edebilirsiniz.
Yasaya göre OYAK yönetim kurulunun yedi üyesinden dördü TSK'nin görevdeki mensuplarından seçilmek zorunda. Yönetim kurulunun oluşmasında yasa gereğince Genelkurmay Bakanı'nın dorudan müdahale hakkı var.
2005 Faaliyet Raporu'na göre şu anki OYAK yönetim kurulu bakanı emekli koramiral Yıldırım Türker'dir. Yönetim kurulunda ayrıca aktif görevde olan iki tuğgeneral, bir jandarma tümgenerali ve bir tümamiral yer almakta. Genelkurmay Bakanı'nın OYAK genel kurulu ve temsilciler kurulunda son derece etkin bir konumu olduğunun vurgulanmasına herhalde gerek yoktur.
2005 Faaliyet Raporu'nda OYAK'ın "dorudan ya da dolaylı 60'tan fazla iştiraki ile finansal hizmetler, sanayi ve hizmet dallarında faaliyet gösterdiği" belirtilmektedir. Bu iştirakler arasında örneğin OYAK Renault, Oyakbank, AXA-OYAK Holding, OYAK Savunma ve Güvenlik Sistemleri gibi güçlü ve uluslararası teşekküller yer almaktadır. OYAK Grubu Türkiye'nin ekonomi politikalarında özelleştirmeye ağırlık verilmesini desteklemektedir.
Örneğin OYAK 2006 başında, ülkenin ikinci en büyük endüstri kuruluşu olan ERDEMİR-EREĞLİ Demir Çelik 'i, Özelleştirme Dairesi'nin açtığı ihale sonucunda 2,7 milyar Dolar'a satın almıştır. Böylelikle OYAK'ın çalıştırdığı personel sayısı 32.000'i aşmış durumda. 2005 Faaliyet Raporu'nda OYAK'ın 2,6 milyar Avro (2004: 1,8 milyar Avro) tutarında öz kaynaklara sahip olduğu ve 522,3 milyon Avro (2004: 507,6 milyon Avro) net dönem aktüel kârı elde ettiği belirtiliyor. Üyelere yönelik gerçekleştirilen zorunlu yardım ödemeleri tutarının ise 2005 yılında toplam 215 milyon Avro'ya ulaştığı da belirtilmiş.
OYAK Grup şirketlerinin 2005 birleşik sonuçlarına göre ulaşılan yıllık 48,7 milyar Avro (2004: 33,7 milyar Avro) ciro ile toplam 695,4 milyon Avro (2004: 697,3 milyon Avro) kâr yapılmış. Grup şirketlerinin aktiflerinin tutarı olarak da 10,4 milyar Avro'luk (2004: 7,7 milyar Avro) bir meblağ verilmekte. 2006 yılı sonuçlarının çelik devi ERDEMİR sayesinde çok daha yüksek olacağını tahmin etmek güç değil.
Faaliyet Raporu'nda dikkat çeken bir husus ise OYAK'ın, Moddy's Investors Service ve Standart Poor's tarafından ülke derecelendirmesinde eşit kredi notu ile derecelendirilen ilk ve tek Türk şirketler grubu olduğunun vurgulanmasıdır. Zaten bu da OYAK'ın Türkiye iktisatı içerisindeki ekonomik gücünü açıklamaya yetmektedir.
Ordu yönetiminin dorudan etkide bulunduğu iktisadî teşekkül tabii ki sadece OYAK değil. OYAK ile herhangi bir organik, tüzel ya da yasal bağı bulunmayan "Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı" (TSKGV) da özel bir önem taşımaktadır. Malî açıdan hayli güçlü ve tabii ki vergi muafiyeti olan TSKGV 1987 yılında 3388 sayılı yasayla kurulmuş olan bir vakıftır.
TSKGV'nın internet sayfalarında vakfın amacının "Millî Harp Sanayiimizin geliştirilmesi, yeni harp sanayii dallarının kurulması, harp silâh, araç ve gereçlerinin satın alınması suretiyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin sava gücüne katkıda bulunmak" olduğu açıklanmaktadır. 31 Ocak 2001'de Millî Savunma Bakanlığı tarafından yapılan bir açıklamada, vakfın 14 şirkette iştiraki bulunduğu belirtilmektedir.
Kuruluşu için Türkiye'de özel bir yasa çıkartılan tek vakıf olan TSKGV'nın gelirlerinin "mevduat faizleri, kur farkları, iştiraklerden elde edilen kâr payları, kira gelirleri, bağışlar, sosyal faaliyet gelirleri, vakfın bizzat ilettiği tesislerden elde edilen gelirler, menkul kıymetlerden elde edilen gelirler ve fuarcılık faaliyetlerinden elde edilen gelirlerden" oluştuğu belirtilmekte. TSKGV 3388 sayılı yasanın 6. maddesi uyarınca elde ettiği toplam gelirin yüzde 20'sini yönetim ve idame giderleri ile "harp sanayii faaliyetleri ve harp silâh, araç ve gereçlerinin alımına kaynak yaratabilecek getirisi yüksek ticarî alanlara" harcanırken, kalan yüzde 80'i de "Millî Harp Sanayiimizin geliştirilmesi, yeni harp sanayi dallarının kurulması, harp silâh, araç ve gereçlerinin satın alınması suretiyle TSK'nin savaş gücüne katkıda bulunmak için harcanmaktadır".
64 ildeki şubeleri ile "silâh alımı" için bağış toplayan TSKGV, Ankara'da iki yılda bir düzenlenen "Uluslararası Savunma Sanayii Fuarı"DEF'in işletmecisi olarak, uluslararası silâh tekellerinin Türkiye'de başvurduğu ilk adresler arasına girmiştir.
Gerek OYAK, gerekse de TSKGV ve bu kurumların yasal imtiyazları meşru ve demokratik kontrol altında değil. Rekabet Kurulu halihazırda OYAK'ın statüsü ile ilgilenmemekte. Ordu yönetiminin doğrudan ya da dolaylı olarak kontrolü altında olan bu konsantre ve imtiyazlı iktisadî güç, Türkiye'deki ekonomik elitleri uzun yıllardan beri rahatsız ediyor. Ancak kamuoyu önünde ilk eleştiri denemelerini yapmaları için 2005 Eylül'üne kadar beklemişlerdi. Özel sermayenin homurdanması Genelkurmay Başkanlığı'nın yazılı bir emirle subay, astsubay ve erler ile sivil personelin maaş ödemelerinin sadece Oyakbank tarafından gerçekleştirilmesini istemesiyle söz konusu olmuştu.
Tugay ve tümen seviyesindeki büyük askerî birliklerde özel bankalarla yapılan sözleşmelerin iptal edilmesi ve ülke genelindeki yüzlerce askerî birliğin maaş, harcırah ve diğer malî işlerinin sadece Oyakbank üzerinden yapılmaya başlanması, TSK ile geleneksel olarak iyi ilişkiler içerisinde olan Koç Grubu'nun üst yöneticisi olan Bülent Özaydınlı'yı bile isyan ettirmişti. Ancak Genelkurmay kulislerinden yayıldığı söylenen "OYAK'a yönelik eletiri, orduya yönelik olarak algılanır ve gerei yapılır" fısıltısı, eleştirilerin fazla uzamadan sona ermesine neden oldu. şimdi ise özel sermaye çevreleri AB'nin Rekabet Yönergeleri sayesinde bu imtiyazlı statünün sona erdirileceğini ummaktalar.
Kanımca bu arka plan, generallerin, sermaye çevrelerinin aksine bir çok AB yönetmelik ve yönergelerine neden çekince koyduklarını açıklamakta. Ancak sorun sadece rekabet serbestisi veya imtiyazlı statünün tehlikeye girmesi ile sınırlı değil. AB üyelik süreci çerçevesinde düzenlemeye sokulacak olan tapu ve kadastro yasalarının da yeni ihtilafları yaratması söz konusu olabilir.
Bu bağlamda "Ermeni sorunu" ile Anadolu ve İstanbul Rumlarının mübadele edilmeleri veya "Azınlık Vakıfları Sorunu"nun zaman zaman dile getirilmelerine karı çıkılmasının sadece politik nedenleri yok. Ordunun ve OYAK'ın mülkiyetinde olan gayrî menkullerin, zaman içerisinde eski mal sahipleri veya onların mirasçılarının açacağı tazminat davalarının konusu olmaları büyük bir riziko olarak algılanmakta. Her ne kadar bu algılama spekülatif bir karakter taşısa da, bu sorunun ne denli ciddî bir tehlike olarak görüldüğünü kanıtlamakta.
Sonuç yerine
Her ne ise; gayrî menkul sorunu dikkate alınmasa da, ordu yönetimi gerek politika ve devlet yönetimi içerisinde, gerekse de iktisatta, ülkedeki yaşamı bütün alanları ile belirleyen hegemonik bir güç haline gelmiş durumda. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye kapitalizminin, dünya kapitalist sistemleri içerisinde özel bir istisna tekil ettiğini söylemek olanaklıdır.
Neoliberal dönüşüme uğratılan bir AB'nin, bu istisnaî durumdan doğan çelişkileri çözebilmesi hayli zor görünüyor. Türkiye'nin AB üyelik sürecinin zigzaglı ve ini-çıkılı yol alışının, söz konusu olan tüm çelişkilerin ardında bana göre bu istisnaî durum ya da ihtilaf yatmaktadır.
Henüz Türkiye'nin, belki 20 yıldan uzun sürecek olan üyelik süreci içerisinde AB'ne nasıl "yakınlaştırılacağı" belli değil. Henüz "AB treninin" hangi istasyonda duracağını söylemek için çok erken.
Ancak Türkiye'deki bağımlı çalışanlar, köylüler, genç-yalı kesimler, öğrenciler, memurlar, kısacası çoğunluk için, neoliberal barbarlığın ortaçağ karanlığına yönelen bir Avrupa Birliği ile şu anki iki başlı yapısını koruyan bir Türkiye arasında yapacağı seçimin, veba ile kolera arasında bir seçim yapmaya benzeyeceğini söylemek için müneccim olmaya gerek yok.(MG/EÜ)
* Murat Çakır, Rosa Lüxemburg Vakfı Basın Sözcüsü. Bu makalenin Almanca aslı Ocak 2007'de Sozialismus dergisinde yayınlanacak.