Kayıp yakınlarının kavruk tenlerinde, sanki bin yıllık bir acının tortularını taşır gibi televizyon kameralarına yansıyan görüntüleri yürekleri burkmakta...
"Acı,tıpkı insan gibi toplumları da olgunlaştırır" diyor sosyoloji bilimcileri. Bir nevi acının,çilenin kucağına doğmuş insanımız;her elim olaydan,ders almak bir yana daha bir bağışıklık kazanmış olarak çıkıyor karşımıza.
Ve "kader" sözcüğünün manevi dinginliğine bırakıyor kendini. Öğrenemiyoruz; sel yatağına yapılan konutun, olası bir selde içindekilerle birlikte yok olup gitmesinin kader olmadığını,
Çürük zeminde yetersiz malzemeyle yapılmış bir binanın küçük bir sarsıntıda yerlebir olmasının kaderle açıklanamayacağını,
Kapasitesinin üzerinde yük alan bir feribotun alabora olmasının kader değil cinayet olduğunu,
Trafikte yapılan bir hatanın doğuracağı vahim sonuçların kader masumiyetinin ötesinde başka gerekçesi varolduğunu.
Meramım, hırsızın suçunun olmadığını ispat etmek değil tabii ki. Bilakis bu zavallı oyunun başından sonuna hırsız karar verici konumda. Yani yetkililer...
Sel yatağına ev yaptırmak zorunda bırakanlar,on binlerce insanı kaybettiğimiz depremin üçüncü yılında hiçbir şey yapmayıp,olası bir İstanbul depreminde daha şimdiden bir o kadar insanın öleceğine kesin gözüyle bakan yetkin zihniyet utansın.
Dokuz yıldır bakımı yapılmadığı bizzat kaptanı tarafından açıklanan Baskil feribotunu kontrol etmeyenler,trafikte her gün onlarca insanını feda edip bir trafik yasasını dahi çıkarmayanlar utansın.
Ülkem insanı Avrupa Birliği düşleri kurarken, Avrupa'da "yüzyılın felaketi" olarak tarif edilen, ona yakın ülkedeki seller, sadece dokuz cana mal oluyor.Bizde ise iki taşra kasabası arasındaki çalışan feribot felaketine oniki insanımızı kurban veriyoruz.
Ve son söz; Karakaya`daki cinayeti gördük: Tanığız !... (NH/BB)