Kan kırmızı yediverenler
Ve kar yağar bir yandan
Savrulur Karacadağ,
Savrulur Zozan..."
Ahmed Arif
Nihayet beklenen kar, mevsimin ilk karı olarak bizim memlekete de (Diyarbakır'a) yağdı. 20 Ocak günü tümüyle birkaç saatin içinde ortalık bembeyaz bir örtüyle kaplandı.
Çalışma mekânlarımızın dışına akşam alacasında bedenimizi bırakıverdiğimizde daha o andan itibaren anı yaşamanın heyecanı bir çoğumuzu kuşatmıştı bile.
Arabayı o hengamede trafiğe çıkarmak haddimize dahi düşmemişti. Zaten çıkarsak bile dur kalklarla, yaşadığım şehrin trafiğine göre normal zamanda yakın denebilecek uzaklığı bu anormal zamanda uzak etmenin ve de hem kendimi hem aracı, bu arada başkalarını da riske atmanın manası yoktu.
O halde "ya Allah!" deyip yürümek bu arada uzun yıllardır akşam karanlığında ve sokak lambalarının ışıltısı altında hızla lapa lapa yağan karın keyfini çıkarmak da galiba en iyisiydi. Benim gibi yürüyenler epeyce çoktu. Genellikle de ikişerli, üçerli gruplar halinde yürüyorlardı.
Çoğu, bekledikleri halde servis araçları ile buluşamamıştı. Bir kısmı benim gibi araçlarını almamışlardı. Ama sanki özel araçları olduğunu, hava muhalefeti nedeniyle çıkaramadıklarını yüksek sesle yanındakilere ve de yoldan geçenlere duyurma gayretinde miydiler ne!.
Trafik polisi acele edenlere, kara rağmen ihlalden kaçınmayanlara veryansın ediyordu.
Birileri iş çıkışı gecikmiş ama geç kalmamış çocukluklarını yaşayarak çocukça ve yetişkinliğin şiddetçiliği ile sertçe, olanca güçleri ile birbirlerine kartopu fırlatmakla meşguldü.
Yaya yolumun üzerindeki park beyazın olanca zarafeti ile sanki görücüye çıkmıştı. Parkın içinden yürümeyi tercih ettim. Çam ağaçları yaşlı, piri fani dedeler gibi salkım saçak kar beyaza kesmişti.
Parktaki Diyarbakırlı şahsiyetlerin büstleri, hemşehrileri Cahit Sıtkı Tarancı'nın yıllar önce yazdıklarına bıyık altından gülerek; sadece şakaklarımıza değil kalk da bak Cahit, bıyık ve kaşlarımıza da kar mı yağdı, yoksa erken mi yaşlandık ne! diyorlardı gelen geçene!
Kestaneci tam da bu havada kestane yenir kabilinden "sıcak sıcak, kestane kebap" diye ünleyip ağız tadınızın yanında eliniz de ısınsın demeye getiriyordu.
Şemsiye satıcısı eldiven, bere ve kaşkolleri de işaret edip, fırsat bu fırsat diyerek "sadece iki ytl" demekle yetiniyordu.
Evin yakınındaki tatlıcı yeni yapıp servise koyduğu tulumba tatlısını illa ki satacaktı. Almadan geçmeye gönlüm elvermedi.
Evin önüne geldiğimde bizimkilerin de içinde olduğu mahalle çocukları sokakta "kardan adam" yapmakla meşgulken, sesleri, çığlıkları bütün sokağa yetiyordu.
Bana kalansa babalara düşen görev sorumluluğu bilinciyle deklanşöre basıp anı ebedileştirmekti.
Kar yağıyordu memleketin üstüne ve ben biliyordum ki; bütün olumsuzluklara rağmen hayat yaşamaya değiyordu işte.
Çünkü kar bütün pisliklerin üzerini örtmeye yetmişti. Birkaç günlüğüne de olsa bembeyaz, tertemiz bir örtü ile kaplanmıştı dünya(mız). "Keşke bütün pislikler, karın örttüğü gibi örtülüp temizlense ve yepyeni bembeyaz bir sayfa açılsa!" demek geçti içimden.
Ama olmuyordu işte! Dışarıda kar yağıyordu ve ben beyaz camın, televizyonun karşısındaydım. Gerçek, ülke gerçekleri olanca çıplaklığı ile yüze sert sabah ayazı gibi çarpıyor ve "kendine gel" diyordu.
Ve memleketin şairi de demiyor muydu?
"Dumanlı havayı kurt sevsin
Kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda, kar altındadır.
(... )
Dövüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş kar altındadır." (ŞD/BA)