Bu hafta İstanbul’da gerçekleştirilecek olan 5. Dünya Su Forumu, küresel su aktörlerin gelecek döneme ait politikalarını dünya kamuoyuna duyurmaları açısından önemli bir platform olacak. Dünya nüfusunun neredeyse çeyreğini oluşturan 1.4 milyar insanın içme suyu kaynaklarından mahrum olduğu; 2.4 milyar insanın su yetersizliği nedeniyle hijyen sorunları yaşadığı ve her yıl beş milyondan fazla insanın suyla ilişkili hastalıklar nedeniyle öldüğü dünyamızda suyun paylaşımı, önümüzdeki dönemde küresel ekonomik ve politik dengelerin şekillenmesinde daha önemli bir rol oynacak. [1]
Sanayi devrimi sonrasındaki süreçte ortaya çıkan ekolojik krizin, su kaynaklarının kalitesi ve dağılımında yaratacağı etkiyi göz önüne aldığımızda Dünya Bankası 2. Başkanı’nın tespiti kayda değer: "Geçen yüzyılın savaşları petrol için verildiyse, bu yüzyılın savaşları su için verilecektir." [2,3]
Küresel su politikasının aktörleri
Su politikalarına yön veren kurumlara baktığımızda, görünürde Birleşmiş Milletler (BM) şemsiyesi altında "insanlığa" hizmet eden, fakat yakından incelendiğinde oldukça karmaşıklaşmış ilişki ağları içerisinde bulunan bir dizi kurum görmekteyiz. Bunlardan en önemlileri arasında, 1996 yılında Dünya Bankası, BM’ye bağlı ajanslar ve özel şirketlerin bir araya gelerek oluşturdukları Dünya Su Konseyi’ni (WWC) ve Küresel Su Ortaklığı'nı (GWP) gösterebiliriz. WWC’nin misyonu "suyla ilgili konularda ortak bir dünya görüşünün oluşturulması" iken GWP, hedefini "su tasarrufu politikaları çerçevesinde kamu ve özel sektörün bir arada çalışması" olarak ifade ediyor 4. Bu iki yapıdan WWC’yi daha detaylı incelediğimizde içerisinde kalkınma bankaları, finans kuruluşları, küresel su tekelleri ve yerel yönetim organlarını da dahil olmak üzere 300’ün üzerinde yapı olduğunu görüyoruz. Konseyin Türkiye ayağında GAP Özel İdaresi, Devlet Su İşleri (DSİ) ve İSKİ gibi hükümete veya belediyelere bağlı kurumlar ve bazı özel şirketler bulunuyor. [5]
İstanbul’daki zirvenin düzenleyicisi olan Dünya Su Forumu (WWF), politik söylem ve yönetim kadroları açısından WWC ile önemli paralellikler taşıyor. Bugüne kadar üçer yıllık periyotlarla toplanmış olan Forum, daha önceki dört toplantısını, ilki 1997 Fas-Marekeş’de olmak üzere, Hollanda Hague, Japonya Kyoto ve Meksika Mexico City’de gerçekleştirmiştir. 2000’de Hague’de gerçekleşen 2. Forum sırasında "temiz suya erişim hakkı" kabul görmemiş, suyun bir ihtiyaç olduğu ve pazardaki diğer kaynaklar gibi serbest piyasanın insiyatifinde olması gerektiği ifade edildi. [5]
Üç yıl sonra Kyoto’da da tekrarlanan bu görüş, WWF’nin temel politik duruşunu oluşturmaktadır. Foruma yönelik en sert tepki ise, 4. Forum sırasında, ironik olarak dünyada şişelenmiş su tüketimin en fazla olduğu şehir olan Meksiko City’de gerçekleşmişti. Düzenlenen protesto gösterilerine Latin Amerika çapında 15 binin üzerinde aktivist katıldı. [6]
Küresel kurumlardan sonra su piyasasında faaliyet gösteren tekellere baktığımızdaysa, dünya piyasasının yüzde 70’inin Ondeo (Suez) ve Veolia olmak üzere iki şirket tarafından kontrol edildiğini görmekteyiz 7. Su dağıtım piyasasının hakimi olan bu iki tekeli Thames Water, Saur, Anglian, Cascal ve IWL izlemekte. Bu firmaların büyük bir kısmı, su sektörünün yanında çevre, toplu taşıma, enerji gibi diğer kamu hizmetleri sektörlerinde de faaliyet gösteriyor. Su piyasasına girmek için kenarda bekleyen başka bir devse biyoteknoloji alanındaki faaliyetleriyle bilinen Monsanto’dur. Son dönemde DB, IMF ve bölgesel kalkınma bankalarının, su altyapısı ile ilgili yatırımların finansmanında dayattıkları özelleştirme koşulu, su tekellerinin etki alanlarını Asya, Afrika, ve Güney Amerika gibi bölgelere genişletmelerine imkan verdi.
Suyun metalaşma süreci ve sonuçları
Dünya çapında su özelleştirmeleri, 1980’lerin sonuyla birlikte kendisini göstermeye başladı. Özelleştirmeler, verimliliğin artıp fiyatların düşeceği ve altyapı hizmetlerinin yoksullar lehine gelişeceği şiarıyla gerçekleştirildi, fakat çok kısa bir zamanda acı sonuçlara yol açtı. Avrupa çapında en göze çarpan uygulamalar İngiltere ve Fransa’da yaşandı. Thatcher hükumeti, su kaynaklarını küçük bir azınlığa devretmek konusunda en "cesaretli" davranan hükumet olmuş, İngiliz halkı ise bunun bedelini 1989-1995 yılları arasında su ve kanalizasyon faturalarının yüzde 67, su kesintilerininse yüzde 177 artması şeklinde ödemiştir. Fransa’da ise su sektörünün yönetiminde delegeler vasıtasıyla yer alan özel şirketler, karlılık oranlarını çok yükseltmişler ve bunun sonucunda 1990-1995 arasında su fiyatları bir çok şehirde yüzde 50, Paris’deyse üç misli artmıştır. [4]
Yine aynı dönemlerde DB ve diğer uluslararası kuruluşların desteğiyle Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Arjantin başta olmak üzere, Asya ve Afrika’da bulunan farklı şehirlerde su hizmetleri özelleştirildi.8 Bu özelleştirmelerde izlenen ortak yol, yönetim birimlerinin özel sektöre devredilmesi yöntemi veya Yap-İşlet-Devret modeli olmuştur. 1990’ların sonuna gelindiğinde, özel sektörün kendisinden beklenen altyapı yatırımlarını gerçekleştirmekten çok uzak olduğu ve özelleştirme süreçlerine arka çıkan kalkınma bankalarının yatırımlarının düştüğü gözlenmiştir.
2000’li yılların başlarında, küresel su tekellerinin azalan karlılık, öngörülmeyen riskler ve artan politik muhalefet sebebiyle özelleştirilen hizmetlerden çekilmeye başladığı görülmektedir. Çokuluslu su tekeli Suez, 2003 yılı itibariyle gelişmekte olan yatırımlarının üçte birinden çekilmiş, diğer çok uluslu şirketler Veolia ve Thames Water da Suez’i izlemiştir. [8]
Gelişmeleri yakından takip eden Dünya Bankası, özelleştirmelerin başarısızlıkla sonuçlandığı kabul etmiş ve bir yandan su tekellerin korunmasına yönelik politik ve ekonomik önlemler geliştirirken, öte yandan halklar nezrinde saygınlığını yitirmiş olan özelleştirme kavramı yerine "kamu-özel ortaklığı" (PPPs), "özel sektör katılımı" (PSP) gibi yeni kavramlar geliştirildi. [7]
Yine DB tarafından öne çıkartılan diğer bir kavram olan "yönetişim" ise, "çeşitli türden ortaklıklar ve ağlarla ifade edilen ilişkiler" olarak tanımlanmakta ve bir taraftan yerelleşmeye vurgu yaparken öteki taraftan da, piyasanın kamu hizmetlerine daha çok nüfus etmesinin teorik zeminini hazırlamakta.
Ekolojik yıkımın metalaşma sürecine etkisi
Sanayi devrimi sonrası su ihtiyacı dünya çapında geometrik olarak artarken, buna karşın sanayileşme, endüstriyel tarım ve kentleşme nedeniyle sınırlı su kaynakları hızlı bir şekilde kirletildi. Bunun bir sonucu olarak ise temiz su, tam da DB ve diğer kuruluşların raporlarında bahsettikleri gibi zor erişilen kıt bir madde haline dönüşmüş ve ekonomik olarak pazarlanabilir duruma geldi. Gelecek dönemlerde iklim değişikliği ve diğer ekolojik sorunların su kaynakları üzerinde yaratacağı olumsuz etki düşünüldüğünde, temiz su kaynaklarının daha da azalması ve halkların ihtiyacının karşılanması için yeni "teknolojik çözümlere" yönelinmesi kaçınılmaz gözüküyor. Bu anlamda biyosferin tümü için büyük bir tehdit oluşturan ekolojik krizin, su piyasasını canlandıracağı, yeni yatırım alanlarının oluşmasını sağlayacağı ve karlılık oranlarının arttıracağını tahmin edebiliriz. Bunun güncel emareleri olarak küresel ölçekte hızla büyümekte olan şişelenmiş su endüstrisini ve ekolojik açıdan bir çok sakıncası olan desalinizasyon teknolojiisine olan yönelimi gösterebiliriz. Suyun metalaşma süreci ve ekolojik felaketler, kısa ve orta vadede birbirini destekleyen olgular olarak karşımızda duruyor. (MÜT/BÇ)
Kaynaklar
1 Water First International, www.water1st.org
2 Kovel Joe, 2005. Doğanın Düşmanı: Dünyanın sonu mu – Kapitalizmin sonu mu ? Metis Yayınları, İstanbul.
3 Shiva Vandala, 2008. Su Savaşları: Özelleştirme, Kirlenme ve Kar. BGST Yayınları, Istanbul.
4 Petrella Riccardo, 2001. The Water Manifesto: Arguments for a World Water Contract. Zed Books Ltd., New York.
5 Su Politik İletişim Ağı, http://www.supolitik.org/
6 Blue Planet Project, http://www.blueplanetproject.net/
7 Çınar Tayfun, 2006. Su Yönetimi: Küresel Politika ve Uygulamalara Eleştiri. Memleket Yayınları, Ankara.
8 Transnational Institute, 2005. Reclaiming Public Water: Achievements, struggles and visions from around the world. ISBN: 90-71007-10-3.