"Karşıdan Bakınca" başlıklı yazılarımın konularını elimden geldiğince mesleğimle yani "tıp"la ilgili konulara ayırmamaya çalışıyorum. Ama "tıp" öyle bir alan ki her konuyla ilişkilendirilebiliyor.
Bu yazımda da yine çıkış noktam tıp. Ama tartışmak istediğim konu farklı.
* * *
Çalıştığım hastanenin bitişiğinde Ortadoğu'nun en büyük Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi var. Çok büyük bir alana yerleşen bu hastanenin büyüklüğünün doğal bir sonucu olarak birden fazla giriş çıkış kapısı var. Sanırım toplam sayısı beşe ulaşıyor.
Ama bu sıralar tüm hastane tek kapıdan çalışıyor. Diğer dört kapının ikisi işlevi olmadığı için yıllardır kapalı. Ama ikisi işlerliği olan kapılar. Üstelik bu kapılarda, çalışma saatlerinde birer kapı görevlisi de var. Dahası bu kapılardan birisi bir başka hastaneye, yani benim çalıştığım hastaneye açılıyor.
Bu da dahil iki kapı çalışma saati içinde de dışında da sürekli kapalı tutuluyor. Sorulduğunda gerekçenin "güvenlik" olduğu söyleniyor.
* * *
Aslında bu dört kapının kapalı olması "yaya" olarak hastaneye girilip çıkılmasına engel oluşturmuyor. Üç kapıdan hastaneye yaya olarak giriş çıkış mümkün. Ama araç giriş çıkışı tek bir kapıdan.
Daha önce hastaneye işi düşenler bilir; hastane binaları büyük bir alana dağılmıştır. Hastane içinde bir yerden bir yere yaya olarak ulaşmak çok zaman alır. Hatta bazı hizmetler nedeniyle hastane içinde bir zamanlar faytonlar, şimdi de belirli işler için elektrikli araçlar, servisler hizmet vermiştir. Başka bir deyişle hastane içinde "araç" olmazsa olmaz bir unsurdur.
Ama araçlı girişler için de aşağı yukarı 7-8 km.lik bir yolu her defasında kat etmek gerekir. Çünkü hastanenin konumlandığı yer anayollarının arasındadır. Dahası bu yolların şeritleri de bir yönden diğerine geçmeye olanak tanımamaktadır. Sonuç olarak kapılar kapandığında hastane açısından ciddi bir ulaşım sorunu ortaya çıkmaktadır.
* * *
Hastanenin geçmişinde her dönem uygulama böyle değildi. Zaman zaman hastanede yaşanan çeşitli olaylar nedeniyle güvenlik önlemleri arttırılsa da iki önemli kapının sürekli kapatılmasına hemen hiç tanık olmamıştık. Şimdi ise bu durumu zorunlu olarak yaşıyoruz.
Hem de "Hastaneyi kurtarma" iddiasıyla, AKP tarafından göreve getirilen yeni başhekimin aldığı bir kararla.
Ondan önceki dönemde üç kapının üçü de açıktı. O zamanlar girişler için "otopark ücreti" adında "Deli Dumrul" misali bir har(a)ç alınıyordu ama, en azından hastalar, yakınları, hastane çalışanları ve çevre hastanelerde çalışanlar bu paraları ödemeden kolayca girip çıkabiliyordu. Şimdi ise buna olanak yok. Para alınmıyor ve kapılar kapalı.
O kadar ki benim çalıştığım sağlık kuruluşunun başhekimi bile "açılabilir ama açılmayan kapılardan" birisinin önüne aracını park ederek hastanesine girip çıkabiliyor.
Böyle yapmazsa 8 km.lik yolu tavaf etmek zorunda.
Bu kadarla olsa iyi, bu gereksiz turla benzine gelen zamları sigaya çekmek, gereksiz yaratılan bir trafikte sinirleri gerilmek, gereksiz çalışan bir aracın egzozundan çıkan gazlarla hava kirliliğine, dolayısıyla küresel ısınmaya katkıda bulunmak zorunda.
Neden? Komşu hastanenin güvenliği için.
* * *
Aklıma "şu okulları kapatsak maarif ne güzel idare edilirdi" diyen milli eğitim bakanı geliyor. Onun söylediği gibi yapsak, açık olan o tek kapıyı da kapatsak hastanenin tüm "güvenlik sorunları" sanırım kökten hallolmuş olurdu.
İçindekilerin kendilerini "hapis" hissetmelerinin ne önemi olabilir!
Durumu böyle anlattıktan sonra başta sorduğum soruya gelmek istiyorum: "Kapı"ların kapalı olmasıyla, "kafa"ların kapalı olması arasında acaba bir ilişki var mı?
Hastanenin başhekiminin "AKP" tarafından göreve getirildiğini söylemiştim. Biyografisinde 1985-87 yıllarında bu hastanede başasistan olarak çalıştığı yazılıyor. Göreve geldikten sonra kendisiyle yapılan ve Sağlık Müdürlüğü'nün "Resmi Dergisi"nde yer alan bir röportajda "sistemi formatlamaya geldim" diyen bir insan. Röportajda sistemin formatlanmasından sonrasının ayrıntıları yok. Ama ilk uygulamalarından birisi yukarıda anlattığım uygulama.
"Format"lanacak olan sistem kuruluşu 40'lı yıllara kadar uzanan, 80'den sonra adeta yeniden kurulan bir hastanenin sistemi. 80'den sonra uzun süre başhekim olan Dr.Yıldırım Aktuna'nın en temel uygulaması hastanenin tüm kapılarını açarak, hatta bazı duvarları yıkarak hastaneyi "hapishane" olmaktan çıkarmak olmuştu.
Şimdi ise kapılar yeniden kapatılıyor.
"Acaba sistemin formatlanması hapishaneye bir dönüş yapmak mı?"
Doğrusu ben bundan ciddi ciddi kuşku duyuyorum. Çünkü bu olayda da tıpkı "türban"da simgeleşen "kafa"nın kapatılması olayının bir başka dışavurumunu görüyorum.
* * *
"Kamusal alan" tartışmasına yeni bir açılım getiren bu yaklaşım, sürekli hizmete açık tutulması gereken ve devletin kontrol ettiği bir kamusal alanın bile "açıklığa", "açılmaya" tahammülünün olmadığını gösteren bir tutumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor bana.
Sonra "türban"la kapatılmak istenen "kafa"ların da aynı "formatlama"nın bir başka göstergesi olduğunu düşününce benim için bazı gerçekler daha görünür hale geliyor.
Tam bu noktada günlerdir kendi kendime tartıştığım başka bir ikilem birden çözüme kavuşuyor: "Türban" konusunda "devlet"in muhafazakarlığı ile, "kafa"ları ve onun içindeki "akıl"la birlikte kapatanların muhafazakarlığı çatışmasında arada kalmak ya da bir tercihe zorlanmak ne kadar anlamsız.
Özgürlüklerin genişletilmesinden başka bir talebi olmayanlar neden "dışlanan", "yok sayılan"ların yanında olsun?
"Düşüncelerine katılmıyorum ama onların savunulması için elimden gelen her şeyi yaparım" türünden bir demokrat tavırla neden temelde özgürlükleri kısmak, kısıtlamak biçiminde bir tutumu benimseyenlerin yanında taraf olmak zorunda kalsın?
Böyle bir "taraflılığı" özgürlüklerden, insan haklarından, hukukun üstünlüğünden yana olanlara "dayatmak" ne kadar doğru ve anlamlı?
"Kırk satırla kırk katır"ın arasında kalmak yerine bir üçüncü, dördüncü, beşinci seçeneğin olduğunu savunmak daha doğru tavır olamaz mı?
Bu çatışmadaki tarafların "haksız" ve "yanlış" olduğu ya da davrandığı "başka" konuların, tutum ve davranışları görünür kılmak da acaba bir başka yol olamaz mı?
"Kamusal alan"da özgürlüklerin genişlemesini isteyenler olarak; onları "neden" tüm kapıları kırmaya çağırmıyoruz?
Bunu yapamayacakları yukarıda anlattığım örnekte gün gibi ortada değil mi?
* * *
Onların gerçek hedeflerinin aslında "özgürlükleri genişletmek, yaygınlaştırmak ve çoğaltmak" ya da "kamusal alanın" korunması olmadığını neden göstermiyoruz?
Onların görünen bin yüzlerinin ardında tek ve birbirinin aynadaki yansısı kadar "aynı" tek bir yüzleri olduğunu söylemek ve bunu göstermek bu kadar zor mu sizce?
Bence değil.
Bu nedenle "hep aynı türküyü" söylüyorum.
Benim türkülerim de bu nedenle hep "ahlat" üstüne.
Ahlat mı dedim. Sanırım yanlış tuşa basmışım: Aslında son harf olarak "k"ya basmalıydım belki de.... (MS/YS)