Sokaklarında gazetecilerin dövüldüğü, polisin "Ne yapalım, durup iki üç bin kişiyi mi sorgulayalım? Bir kalabalık dövmüş işte! Bize isim versin, biz de sorgulayalım" dediği yurdumda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!
Polis tüm "faili meçhul"lerde olduğu gibi "çaresiz"ce ellerini iki yana açıp "Ne yapalım?" diye soracak...
Ülker Fahri'nin arabası yakıldığında da polis ona ısrarla "Bize isim ver!" demiş, sonra da "Araba kendi kendini yaktı" diye rapor hazırlamıştı!...
Son üç yıldır yürütülen psikolojik terör kampanyasında hedef alınan gazetecilerin, sendikacıların, politikacıların can güvenliği için kılını bile kıpırdatmayan, tam tersine bir grevi izlediler diye gazetecileri, grevi örgütlediler diye sendikacıları, dayanışma belirttiler diye sivil toplum örgütleri liderlerini mahkemelere sürükleyen savcılık bu konuda da hiçbir şey yapmayacak...
"Yasalar bana yetki vermiyor" diyerek kalın kalın kitapların arkasına sığınılacak, top bir oraya bir buraya sürüklenecek, hedef olanlar topun kimin ayağında olduğunu çok iyi bilecek, savcılık susacak, polis susacak, tetikçiler elini kolunu sallayarak aramızda dolaşacak, baş tacı edilecek... Saray avlularından çıkarılıp sokaklara salınacak... Başları okşanacak, sırtları sıvazlanacak...
Kanatlı, Orhon, Adalı, Barçın, Eraslan...
Tıpkı 20 Temmuz Lisesi'ndeki öğretmen Nilgün Orhon'un Afrika'da yazı yazdı diye işten kovulmasına tepki koyup görevine iadesi talebiyle greve giden Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası (KTOEÖS) liderleri Ahmet Barçın ve Adnan Eraslan vahşice dövülürken, bu fotoğraflarla belgelenirken, yumruklarını savuranlara hiçbir şey yapılmadığı gibi, gazeteci arkadaşımız Murat Kanatlı'yı döven "ülkücü" gruba da hiçbir şey yapılmayacak...
Tıpkı Kutlu Adalı'nın katillerine hiçbir şey yapılmadığı, Alpay Durduran'ın evine, arabasına bomba koyanlara, parti binasını kurşunlayanlara hiçbir şey yapılmadığı gibi...
Tıpkı Tasos Isaac'ı döve döve öldürenlere, Solomos Solomou'ya kurşun sıkanlara hiçbir cezai işlem uygulanmadığı gibi, gazeteci Murat Kanatlı'yı dövenlere de hiçbir şey yapılmayacak...
Tıpkı Afrika'nın matbaasını bir değil iki kez bombalayanlara hiçbir şey yapılmadığı gibi...
Tıpkı savrulan ölüm tehditleri, kol bacak kırma, gazetecilerin dilini koparma tehditleri gibi artık "kanıksanmış" militarist ortamda, Gazeteciler Birliği bir "kınama" açıklaması yapma zahmetine bile girmeyecek... Basın Emekçileri Sendikası (BASIN-SEN) ve Kıbrıs Gazeteciler Birliği dışındaki örgütler susacak...
Basın bayramı kutlayanların suskunluğu
"Basın Günü"nde dizi dizi açıklama yaparak "bayramımızı" kutlayan siyasi partiler de, sendikalar da susacak: şimdi daha önemli işleri var ama dünya susmayacak, izleyecek, kınayacak, gerçek adresin kim olduğunu iyi bilerek sorumlu tutacak...
Uluslararası Af Örgütü, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, Gazetecileri Koruma Komitesi, Alman-Kıbrıs Forumu bu coğrafyadan sorumluluğunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde bizzat kendisi kabul etmiş olan Türkiye'yi sorumlu tutacak.
Uluslararası terör örgütleri listesine girmiş olanların buralarda at koşturması, statükoyu korumak için sokaklara dökülüp gazetecileri sokak ortasında dövmesi gizlenemeyecek... Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak: bu coğrafyadan kim sorumluysa tehditlerden de, şiddetten de o sorumlu tutulacak.
Kalabalık ve sessiz
Yurdum benim: bir yanın kalabalık, bir yanın sessiz... Bir yanın umarsız, bir yanın sancılı...
Yurdum benim: karanlıkla aydınlığı aynı anda barındırıyorsun içinde, cenneti ve cehennemi...
Güzel insanlar kadar çirkin insanların da durak yerisin...
Akşamları işten çıktığımda başımı gökyüzüne kaldırıp çiçek kokularını içime çekiyorum, yıldızlara bakıyorum...
Sokaklarında yürüyorum, "sınır"larını geçiyorum bir o yana, bir bu yana...
Acılarını dinliyorum yaşlıların ağzından: tam beş kez göçmen olmuş Ahmet amca o kadar yalın yaşıyor ki... Dokuz çocukla beş kez göçmen olan bir insan ne ister? Neye ihtiyaç duyar? Yalnızca anılarına, değil mi? Biracık huzura, barışa, torunları rahat yaşasın, gözü arkada kalmasın diye...
Esir kampında başına vurularak bir gözü kör edilmiş Hasan amca hala ağlıyor o günleri anlatırken bana... Leymosun'a gidiyor, oradan geri gelemiyor, takılıp kalıyor... Ölümle karşılaştığı o yer bir damla gözyaşı olup süzülüyor yanaklarından... Oradan oraya sürüklenmiş çocuklarını yetiştirmek için, küçücük bir evde hastalıklarla boğuşurken ihtiyacı nedir? Gözü arkada kalmasın, çocukları ve torunları rahat yaşasın, huzur gelsin bu topraklara... Başka ne isteyebilir ki?
Nimet teyze komşularını anıyor yıllar öncesinden, bir Rum doktorun kızının bozuk gözlerini tedavi edişini, satın aldığı gözlüklerin Rum tarafında 25 şiline, Türk tarafında üç buçuk liraya satıldığını anlatıyor... Ve bugün hala hiçbir şeyin değişmediğini görüyor... Huzur istiyor, kavga dövüş değil...
Ayşe teyze Elengo'yu anlatıyor bana: "Git! Çocuklarını da al ve git! Canını kurtar!" deyişini... Bir Rum'un arabasına iki yatak, birkaç yorgan yükleyip köyden kaçışını... Avustralya'daki Rum arkadaşlarını...
Şimdi havadar bir yerde, bahçesinde rengarenk çiçekler yetiştiriyor, kiraz, üzüm, incir, zeytin, erik... Kakatusuyla konuşuyorum, bana cevap veriyor...
Azıcık huzur
Ayşe teyzenin de tek derdi azıcık huzur...
Yalnız yaşamak zor: henüz korkularını atamamış üstünden...
Canyoldaşımla havuzbaşında geçmişi konuşuyoruz, bütün yaşanmışlıkları, insanımızın oradan oraya sürüklenmesini - ne için? Üç beş serseri başımızda tepinsin diye mi? Dürüst, onurlu insanlarımız sokak ortasında dövülsün ve yumruk sallayanlar cezasız kalsın diye mi?
"Hiçbir zaman fırsatımız olmadı parçaları biraraya getirmeye..." diyor... "Köylere gittiğimizde elektrikler kesilirdi, kahveler kapanırdı! Halk korkutulurdu! Kolay değildi o günler, 70'li, 80'li yıllar... Belki şimdi..."
Belki şimdi parçalarımızı biraraya getireceğiz: çünkü tabular yıkıldı, insanımız konuşuyor... İnsanımız başkaldırmak istiyor... Pusulasız gemicikler gibi okyanuslarda oradan oraya sürükleniyor... Henüz yelkenlerini açamadı rüzgarlara okyanuslarda yol almak için... Henüz kafasını netleştiremedi: dinamizmini hangi yönde kullanacağını kestiremedi... Ama bu bir süreç ve ben süreçlere güvenirim...
Her şey dünyanın gözü önünde olacak: bir zamanların sevimli hayalet Casper'i artık görünüyor, duyuluyor, izleniyor...
Bir yanım hüzün, bir yanım sevinç: bir yanım gökteki yıldızlar kadar parlak, bir yanım karanlık...
Sokaklarında gazeteci dövülen yurdum benim: biliyorum, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık...
Saflar netleşecek, sorumlular netleşecek, kol kırılıp yen içinde kalmayacak...
Avrupa'nın, dünyanın gözü burada, bu coğrafyada: Casper yalnızlığı bitti... Her şey dünyanın gözü önünde olacak...(SU/NM)
* Sevgül Uludağ'ın Yeraltı Notları, 20 Ekim 2003'de Hamamböcüleri sitesinde yayımlandı.