Kasım içinde dört gün arayla önce İstanbul Avcılar’da Feyzullah Ete sivil polisin tekmesiyle, İzmir'de Baran Tursun resmi polisin kurşunuyla –Tursun 5 gün komada kaldıktan sonra- hayatlarını kaybetti. Her iki olayda da başrolde olan güvenliğimizi sağlamakla yükümlü polisti. İlgili polis birimlerinin ilk açıklamalarına göre bu iki kişi, "genel ahlakı ve kamu güvenliğini tehdit ediyordu." İlk bakışta böyle bir yorum pekâlâ yapılabilir. Yani İstanbul’daki polis ölümcül tekmeyle, İzmir’deki ise araç sürücüsünün kafasına isabet eden ‘uyarı’ ateşiyle güvenliğimizi korumuştu!
Demokrasimiz, yani yasalarımız her iki olay sonrasında gelişen süreci, özellikle kamuoyu kavramıyla ilişkilendirerek değerlendirmemize izin veriyor. Yapacağımız tek şey kamuoyu kavramının ne zaman ve neden ciddiye alındığı ve bunun vicdanla ilişkisi üzerine olacaktır.
Malum, kamuoyu “kamu” ve “oy” kelimelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir kavram.
Şimdi yanımıza bu tanımı alarak yukarıda sözü edilen her iki olayın hemen sonrasına gidelim.
İstanbul Avcılar’daki bir cana mal olan polisin tekmesi sonrasında, mevzu “ötekiler”, “muhalifler”, “Kürtler” olunca kontr-kamuoyu konusunda müthiş atraksiyonlar gösteren ‘çok büyük’ medyamızın bir kesimi yine sessiz kalmayı yeğledi.
Haberlerde Feyzullah Ete
Olayın bir iki gazetede dile getirilmesi ve televizyonların ana haber bültenlerinde konu olmasının ardından medyanın sessiz kalan kesimi de olayı hep görmüş ve işlemiş gibi görmeye başladı. Hal böyle olunca beklentilerin çok altında olsa da bir kamuoyu oluştu. Ancak kamuoyunun kafası karışıktı. Zira Eruhlu maktul Feyzullah Ete bir kesime göre uyuşturucu kullanıyordu, sinirliydi ve polise mukavemet etmiş olabilirdi. Bir diğer kesimse, maktulun böyle olması halinde bile polisin tekmeyle kimsenin canına kıyma hakkı olmadığını düşünüyordu. Daha sonra olay yerindeki tanıklar ile ailesinin ifadeleriyle öğreneceğimiz gibi maktul uyuşturucu kullanmıyordu. Ete, bir dönem uyuşturucu kullanmış ve tedavi görmüştü. Parkta arkadaşıyla oturmuş, usulca sadece bira içiyordu, yani yasalara göre –bildiğim kadarıyla parklarda bira içmek suç kapsamına girmiyor - masumdu.
Bu gerçek ortaya çıkmasına rağmen, olayda Ete’nin "masum olmadığını" düşünen kesim artık sessizliğe bürünmüştü. Görüldüğü üzere bu kesim gerçekle yüzleşmelerine rağmen olayı kınayan tarafın safına geçmemişti. Velhasıl, ifade ve tanıklardan sonra olayla ilgili olarak kamuoyunun bu aşamada kafası artık karışık değildi.
Baran Tursun haberleri
Dört gün sonra İzmir Karşıyaka’da Baran Tursun bu sefer polis kurşunuyla can verdi. Polisin olaydaki rolü üzerine yapılan tartışmalarda uyarı ateşinin nasıl olur da başa isabet edildiği tartışıldı.
Olayda aracın dur ihtarına uymadığı, kurulan barikatları aştığı bile söylendi. Bu çevrelere göre Diyarbakırlı Tursun sarhoştu ve yasalara göre suçluydu. Polisin ateş etmesini haklı görenlerle, yine "sarhoş olsa bile" ölümü haklı görmeyenler vardı. Yani İstanbul’daki olayda olduğu gibi kamuoyunun kafası yine karışıktı.
Bir kesim ısrarla olayın aydınlatılmasını ister ve polisin yetkilerini sorgularken, diğeri güvenlik ayağıyla polise hak veriyordu. Onlara göre, polis "araçtakilerin terörist olmadığını" nereden bilecekti?
Doğru, polis plakası okunan, takip mesafesinde olan araçtakilerin "terörist olmadığını" bilemezdi! Oysa anında yapılan plaka sorgulamasıyla ve akabinde yapılacak iki telefon trafiğiyle "terörist olmadıklarını" ortaya çıkarabilirdi.
Hangi kamuoyu ciddiye alınıyor?
Özellikle İzmir’deki olaydan sonra, Ankara’daki yetkililer sorunu konuşmaya ve fikirlerini medya aracılığıyla halkla paylaşmaya başladılar. Olay gününden itibaren, Baran Tursun’un babası Mehmet Tursun kendisine uzatılan her mikrofonda olayın peşini bırakmayacağını söylemiş, oğlunu toprağa verirken de, “babana güven oğlum” demişti. Yani küçük çaplı da olsa kamuoyu, olayın özne unsurlarından başlayarak duyarlı davranmış, olay meclise kadar taşınmıştı. Aynı kamuoyunun ve yetkilerinin ortak beklentisi, böyle olayların bir daha yaşanmaması, olayda suçlu bulunan unsurların cezalandırılması yönündeydi.
Nihayetinde meclis, polisin yetkilerini yeniden tartışmaya başladı. Sonucun resmi olarak ne/nasıl olacağını bilmiyoruz. Bu sırada, İçişleri Bakanlığı’nın talimatıyla emniyet birimlerinde görev yapan "polisin halka güler yüzlü davranmasını istemesi" resmi kayıtlarda elli bininci kezdir yerini almıştı. Kısaca kamuoyu kısmen de olsa ciddiye alınmış, olay meclise taşınmıştı. Şimdi burada duralım ve parlamenter rejimimizce kamuoyunun ne zaman ve neden ciddiye alındığı üzerine birkaç soru soralım:
- Toplumu yakından ilgilendiren olay, sorun ve konuların meclise taşınması için kamuoyu gerekli midir?
- Eğer kamuoyu tepkisiyle olay, sorun ve konular meclise taşınıyorsa Doğu ve Güneydoğu’da yıllardır devam eden savaşta barışı dileyen, seslerini miting ve benzeri organizasyonlar yükselten başta Kürtler ve barışseverler neden ciddiye alınmıyor?
- Özgürlükler, insan hakları ihlalleri ile emekçi hakları söz konusu olduğunda kamuoyuna rağmen neden aynı etki devletin ilgili birimlerinde görülmüyor?
- Son soru: Tepki ne ve hangi amaçla oluşturulduğunda kamuoyudur?
Kamuoyu vicdanı esas almalı
Kamuoyu vicdanı esas almalıdır. Vicdan hafızanın insana adalet duygusu eşliğinde bıraktığı mirasın ta kendisidir. Arkasındaki halk gücüne rağmen “kalabalıkları”, “grupları”, “göstericileri”, “eylemcileri”, “protestocuları” ve “anarşistleri” askeri ve polisiye önlemlerle, cop ve biber gazları gibi uygulamaların dışında hiçbir şekilde ciddiye almayan ne kadar vicdan sahibidir?
Özetle, eğer vicdan samimiyetse, bir yanda kamuoyunun yasını tuttuğu kuzuların ölmesine ağlayıp, öte yanda kasabın bıçağını bilemek sahtekarlığın daniskasıdır. (FA/TK)
* Faruk Arhan, Gazeteci