Altınpark'ı, Namazgah'ı, Tilkilik'i geçerek Yapıcıoğlu yokuşunu bir yandan tırmana tırmana, bir yandan döne dolana önce Tekke'ye, sonra Zeytinlikler'e, en sonunda da insanda sanki küçük bir Mardin'e varmış duygusunu uyandıran Topaltı'na varırsınız. Bir başka yol; Kestelli'den vurursanız o da yine bir yokuş yukarı, Yangın Yokuşu'nun düzüne götürür sizi, ama ben o yolu öğütlemem; hem sapadır, hem de kendinizi geçmiş zamanı ince bir gevşeklikle canlandıran gravürler içinde bulursunuz.
Yollar çok dardır, evlerin eskimiş, yarı çökmelere yüz tutmuş balkonları (belki de balkon değil, yaşlanmış cumbaları demem gerekir) birbirine sokulup yüz yüze vermiş sokaklarda kaybolabilirsiniz.
Sonra bu dediklerimden başka bir de koca koca adamların inanılması zor bir çocuksulukta (hâlâ) meşe ve dringa ile karış oynadıkları o ününün dayanılmaz hafifliğindeki Mumcu Kahvesi'ni arkanıza alarak bir iki sokak dönüp yine Zeytinlik'e ve Topaltı'na, Kale'nin eteklerine erişirsiniz.
İzmir ayaklarınızın altında
Bir an durup hem soluklanır, hem de (evlerin kırmızı kiremitli damları üstünden limanı, denizin sabah sisini, Bahribaba'dan destek ala ala Varyant'ı bin dikkatle inen vasıtaları, irili ufaklı körfez vapurlarını, metroya giren, metrodan çıkan insan selini, Karşıyaka'yı, narenciye ağaçlarının acımasızca sökülüp yerine çirkin villaların yapıldığı sözde yeni İnciraltı'nı, küçük bir baş çevirmenizle tam hizanıza düşen iki çıplak Yamanlar'ı, bir anda sizin için derleyip toparlayarak gözlerinizin önüne o dakika seriliveren) manzarayı şaşkınlıklar içinde seyredersiniz.
Evet, efendim, burası eski İzmir'dir ve hep eski İzmir kalacaktır, yürek kalkındıran güz rüzgarlarının önü sıra oradan oraya tıpkı bir yaprak gibi (Nereden nereye mi? Diyelim. Bosna Hersek'ten, Kosova'dan, Manastır'dan, Yanya'dan, Girit'ten, Filipe'den, Kırcali'den, Harmanlı'dan, Rusçuk'tan, Küstendil'den) savrulan, göçmen kuşların tıpa tıp eşi o "mazi insanları" bugün artık yoktur.
Hepsi de zaman aşımına uğrayıp ya diyar-ı gurbete çıkmışlardır, ya sınıf atlayıp İzmir'in düzüne inmişler, ya çoktan dünyamızı değiştirmişlerdir.
Geriye hiçbir şey (onları bize hatırlatacak en ufak bir yaşam kırıntısı bile) kalmamıştır; çünkü giderlerken anlaşılmaz bir kıskançlıkla anılarını da, yanı sıra diktikleri fesleğenleri, sümbülteberleri, hatmileri, hercaimenekşelerini, mor ya da yumurta sarısı rengindeki Siliboviça eriği ağaçlarını da, hatta yılda iki kez açan o koklamalara kıyılmaz macenta kırmızısı Üsküp güllerini de (üstelik) toprağıyla birlikte alıp götürmüşlerdir.
Kale altı bir vakitler bakla tarlalarıydı, unutmadım. Kalın gövdeli, yaşlı zeytin ağaçlarının seyrelmeye doğru giden yarı hastalıklı, bakımsız zeytinliklerin altında sabahları bir, ikindileri iki; çevre kadınları, kapı eşiklerine attıkları bodur tokmaklardan kalkıp bu kez de cümbür cemaat zeytinliklerin altına giderler, su parasına paçavralardan dokuttukları rengarenk yaygılara oturur, akşam yemeği hazırlıklarını (kocaları gelmeden ve bir an evveli) bitirmeye bakarken ajans haberi dinler gibi bir İzmir'den, bir de (asıl salt kulak kesildikleri) memleket dedikodularını dinlerler, "o topraklar"ı ne kadar özlediklerini belli etmemeye çalışarak sık sık sessizce göğüs geçirirlerdi.
Selam verdim, aldı ağarık ve uzun kaşlarının altından ne dost, ne düşman, bana baktı, yerinden kıpırdamadı. "Ne kadar çok oldu?" diye sordu sonra suskunluğunu bozarak.
"Ben o zamanlar Arap Fırını'ndaki Dumlupınar İlkokulu'na gidiyordum, Gülsefanım teyzemler, iki oğlu bir kızıyla, (parmağımla gösterdim, ama o oralı olmadı) şu iki katlı evde oturuyorlardı. O zamanlar evin bir de taraçası vardı, duvarını asma sarmıştı, bahçede de bir Boşnak eriği olacaktı, yanılmıyorsam..."
Doğruldu. Gözlerini kısıp baktı.
"Sen kimlerdensin bakayım?" dedi.
Sorusunu ben de soruyla karşıladım.
"Siz ne kadardır bu mahalledesiniz?"
"Dikiş tuttururuz" diye gelinen kent
Ooo, çok, çok, çok olmuşmuş. Doğudaki (onun bilmediği, hatırlayamadığı kadar uzak bir geçmişte kurdukları, sürüp götürdükleri) o eskinin düzenleri (ansızın) bozulmuş, dikiş tuttururuz umuduyla birerli ikişerli bu büyük kente göçmüşler. Gelmez olsunlarmış. Büyük kent, büyük kentmiş, ama ekmek nerdeymiş, nerde? Aslanın ağzında da değilmiş artık, midesindeymiş, anlıyor muydum, midesindeymiş. Bu mahalleye bir tıkılmışlar, tıkılış o tıkılışmış. Şeytan gelse alıp götürmezmiş kimseciği.
Mahalle, ona bitişik mahalleler hep Doğu ya da yarı Doğulularındı. Yokluk ve yoksulluk dizboyuydu. Çocuklar kirli paslı, elleri kirden kapkara fakat kudretten sürmeli gözleriyle ülkenin değilse bile kentin (bence) en güzel çocuklarıydılar.
Hele birbirinin (hiç unutamayacağım) o çok aydınlık çok umut var, o çok güvenli gözlerle bana "amca"" diye seslendikten sonra bir el sallaması vardı ki... (TDK/BB)