Yine de anımsayalım: Merkez önce tarihsel yarımadayı terk ederek Galata Köprüsü'yle Haliç'i aştı, ardından Karaköy-Tünel-Taksim-Şişli-Büyükdere Caddesi-Maslak çizgisi boyunca kuzeye doğru tırmandı.
Yüzyılı aşan bu sürecin her adımında önceki merkez yerini bir ileri noktaya bırakacak, ya yeni bir anlamla donanacak, ya da kentin terkedilmiş bölgelerinden birine dönüşecekti.
Bu modernleşme serüveninin en sert kırılma noktalarından birinin 1970'li yılların ikinci yarısında yaşandığı da biliniyor. Bu yıllarda Beyoğlu merkez niteliğini yitireli epey olmuş, cazibe noktası olmaktan çıkmıştı.
Beyoğlu'nun yeniden bir çekim noktasına dönüşmesi ancak yeni bir anlam kazanmasıyla olabilirdi. Bu da aslında denetlenebilir bir süreç değildi, yine kentin kendi serüveninin, kendi dinamiklerinin belirleyici olacağı bir değişimle ortaya çıkabilirdi.
1980'lere gelindiğinde, Beyoğlu'nun büyük mağaza sahiplerinin beklemeye tahammülü kalmamıştı. Zaman yitirmeden bir "kurtarma" kampanyası başlatıldı. Bu bağlamda Beyoğlu için yeni bir anlam arandı ve gerçeklikten epey uzak bir "nostalji" edebiyatıyla bir Beyoğlu mitosu yaratılmaya başlandı.
Doğrusu bu "gözü yaşlı" kampanyanın çok sayıda taraftar bulduğunu itiraf etmeli. Her tür kitsch'i kabule dünden hazır popüler kültürün "elit" mekânlara da gereksinimi vardı. Bu "elit" gelenek de Beyoğlu'nda keşfedildiğine göre, geriye yerel yönetimin yükselen talebe kulak kabartması kalıyordu.
Yerel yönetim, dışarıdan taşınan bu yeni anlam için bir tiyatro sahnesi kurmakta gecikmedi. Önce cadde trafiğe kapatıldı. Gerçi Beyoğlu'nun o "ihtişamlı" yıllarında trafik de caddeden akardı ama olsun, bir tiyatro sahnesi kuruluyordu, sahne gerçek nesnelerle değil dekorla donatılacaktı.
Zaten o yılların otomobillerini bulup caddeye yerleştirmek de zor olurdu. Ama tramvay müzesine gidip sergilenen tramvaylardan iki tanesi seçilip sahneye taşınabilirdi. Taşındı. Üstelik emekliye ayrılmış son vatmanlar da sahnede yerlerini almaya hazırdı.
Motorlu araç trafiği ortadan kaldırılınca kaldırıma da gerek kalmadı. Yasaklarla pek ilgisi olmayan resmi araçlar bir yana bırakılırsa tüm cadde yayalara ayrılmıştı, kaldırıma da gerek yoktu.
Evet, "kaldırım" caddeye ölçeğini veriyordu, üstelik modern kentin önde gelen öğelerinden biriydi (geleneksel kentte kaldırım olmadığını anımsatmaya gerek var mı?), hem de İstanbul modernleşmesinin önemli duraklarından biri olan bu caddenin kaldırımları İstanbul'un en erken kaldırımları arasında yer alıyordu, ama "koruma" sloganıyla ortaya çıkılmış olsa da korumadan çoktan uzaklaşılmış, zihinlerdeki Beyoğlu yanılsamasının peşine düşülmüştü.
Kurulan "yanılsama sahnesi" bugünün kentiyle ilgilenmediği gibi, dünün kentiyle de ilgilenmeyecekti.
Ne var ki modern kentin şiddeti kendisine sızacak başka delikler buldu: Bina cephelerindeki tabelalar. Sahnenin dekorcuları yine göreve çağrıldı. Belki kentin çoğul görüntüsü korunarak bir norm getirilebilirdi.
Ama hem bu kentin (yani yaşamın) kendisi sahne tasarımcılarını ilgilendirmiyordu, hem de çoğullukla normu buluşturma konusunda çok becerili değildik. Geriye yabancısı olmadığımız bir yol kalıyordu: Tek bir üniforma altında "birlik ve beraberliği" sağlamak.
Artık tüm tabelalar ahşap zemin üzerinde pirinç harflere kavuştu. Şimdi sıra cephelerde, tasarımcılarımızın "belirlediği" üç-dört renkle boyandıklarında sahne de tamamlanmış olacak.
Bu arada Beyoğlu kampanyasını başlatan büyük mağaza sahiplerinin özlemlerine kavuşup kavuşmadıklarını merak edenler olacaktır. Onlar üniforma giydirilmiş kurumsal kimlikleri karşısında kara kara düşünüyorlar.
Ama zaten "yeni" Beyoğlu onların çağırdığı, mağazaları dolduracak insanlara da kavuşmadı. Yani evdeki hesap çarşıya uymadı. Şimdi Beyoğlu kentin en görkemli "flaneur" caddesi. Birileri onları sahneden kovana kadar... (AK/BA)