Hatırlamanın tam da zamanıdır: Emil Galip Sandalcı. 1922-1993.
Ne uzun ne kısa denebilecek bir insan ömrü. Harcanmış bir ömür diyenler çıkacaktır bolca. Ardında ele gelir kitaplar bırakmamış, bütün ışığını hayatına yedirmiş bir aydın. Kendisinden alıntılar yapılamayacak; tanıyanlarının belleğiyle birlikte usul usul unutulacak. O güzel yüzü; sanki mahcubiyet içinde ak sakalının ardına sakladığı uçucu, kırılgan yüzü; o koskocaman hınzır çocuk gözleri, unutuluşla gölgelendi bile. Kaç yıldır bir resmi gezinmiyor sokaklarda. Kaç yıldır onun gözlerine bakmıyoruz yeis içinde çırpınırken. Hatırlamanın tam zamanıdır.
Bugün 'Dünya İnsan Hakları Günü' olduğu için değil. Bugün, en az geçmiş günler kadar kötü olduğu için değil. Bugün onun varoluş biçimini anlamak iyice zorlaştığı için değil. Belki bütün bunlar için ve hâlâ burada olduğumuz için, tam zamanıdır Emil Galip'i hatırlamanın.
Emil Galip, Harvard da dahil olmak üzere kimi üniversitelerde tarih, ekonomi, felsefe okumuş bir adamdı. 1956 yılında gazeteciliğe başladı. Kısa bir süre DPT'de sonra TRT Dış Haberler Servisi'nde çalıştı. Çalışanların temsilcisi olarak TRT yönetim kurulu üyeliği yaptı. 60-62 arasında İstanbul Gazeteciler Sendikası Yönetim Kurulu üyeliği, 61-63 arası Basın Şeref Divanı üyeliği, 78-86 arasında Türk Yazarlar Sendikası Yönetim Kurulu üyeliği de var, ille anlaşılır bir biyografi çıkarmaya kalkışırsak. Ama onun en sessiz, en çetin zaferi, hiç kimse olmayı başarabilmesiydi kanımca. Onu tekinsiz kılan, otorite gözünde başa çıkılması en güç hainlerden biri haline getiren, bu özelliğiydi. Onu düşündükçe Emily Dickinson'un şiirini hatırlamam boşuna değil: "Ben Hiç kimseyim! Sen kimsin?/Sen de mi Hiç kimsesin?/Bir çift ettik desene!/Söyleme! İlan ederler, bilirsin!//Ne sıkıcı, birisi olmak!/Ne sıradan, bir kurbağa gibi,/Adını söylemek, bütün haziran boyu/Sana hayran bir bataklığa!" O, hiçbir örgüte, hiçbir adı konmuş görüşe bağlı değildi. Hayatını ahlaki bir öneri gibi yaşayan nadir insanlardan biriydi. Onu bu toplumun aile albümünde bir yere oturtmaya çalışanın vay haline! Ondan kalan, olsa olsa duvarımızı gülümseten bir ışık huzmesi.
Darbeler, onu sevmedi. Sosyalist değildi, hiçbir sol örgütle ilişkisi yoktu ama tehlikeliydi. TRT yönetim kurulundaki muhalif tutumu, Musa Öğün Paşa'nın TRT'nin başına getirilmesine direnmesi, 71'de tutuklanıp Yıldırım Bölge Erkekler Koğuşu'nu boylamasına yetti.
İşkence gördü. Henüz tekâmül etmemiş, deneyimsiz 12 Mart darbecilerinin sonradan kasık çatlatan senaryolarından birine oyuncu tayin edildi. Erdal Öz ve Altan Öymen'le birlikte Bulgaristan'a uçak kaçırdıkları gerekçesiyle yargılandı. Bahane bulma konusunda hayalgücü cömert darbeciler bu isimlerin Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam edilmemesi için imza kampanyası başlatanlar olduğunu biliyordu.
Uçak kaçırdığı kanıtlanamadı ama çocuklar idam edildi.
12 Eylül darbecileri de bu ne idüğü belirsiz adamı hırpalamadan edemedi. Muhalif yazıları nedeniyle 81 ve 83'de tutuklandı. 84'te Aydınlar Dilekçesi'ni imzalayanlar arasındaydı. İnsan Hakları, Türk-Yunan Dostluk, Helsinki Yurttaşlar derneklerinin ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Toplumsal Araştırmalar, Kültür ve Sanat İçin Vakfı'nın kurucuları arasında yer aldı. 1956 yılından ölümüne dek sivil ve askeri mahkemelerde sayısız davanın sanığı oldu.
Bir kez olsun mahkûm edilemedi.
Emil Galip, otoriteyi huzursuz edecek bütün girişimlerin ardındaki gölgeydi. Muhteşem bir baş belasıydı.
Toplum boynunu bükmüş otururken, 1986 yılında Emil Galip, İnsan Hakları Derneği'nin kurucuları arasında çıktı karşımıza. Bununla yetinmedi. Kimsenin kolaylıkla göze alamayacağı bir görevi üstlendi. İstanbul Şube Başkanı oldu. Dönemin vahşi koşulları altında çok farklı görüşlerden genç insanlarla birlikte çalıştı. Sükûneti, sabrı, inadıyla onları eğitti. Hepimizi İnsan Hakları kavramıyla tanıştırdı. İnanılmaz isabetli adalet duygusu ile vicdanı dışında sırtını dayayabileceği hiçbir şeyi yoktu. İstanbul Emniyeti'nin polisleri, her gün kendilerini arayıp gözaltındakilerin durumunu soran bu tuhaf adamın ne manaya geldiğini anlayamayıp küfürlerle savıyorlardı önceleri. Zamanla alıştılar. Artık işkenceye aldıklarına 'Sizi Emil Galip de kurtaramaz' diyorlardı hiç değilse. 1990 yılına kadar şube başkanlığını sürdürdü. Gözüne uyku girmeden, çoğunluk yemek yemeyi unutarak hayatını mağdur edilen insanları kurtarmaya adamış bu adamın inadı, sadece insan kalmak içindi. Benzersiz bir sahiciliği vardı. En ufak bir gayret göstermiyordu sanki, Emil Galip olmak için. Yakıcı bir masumiyet öyküsüydü sanki. Dünyanın bütün vicdanına talip çocuklar gibi. Vicdanı bir an olsun terk etmiyordu onu, gündelik olanın, adını parlatacak, yelesini kabartacak olanın kucağına. Yanında durdukça insana doğal olan, onun duruşuymuş gibi geliyordu. Tehlikeliydi. Çok tehlikeliydi.
Bütün kırılgan insanlar gibi kendine has bir gücü vardı.
Evi kalabalıktı hep.
O, kimselere benzemeyen adamın hayatı bana, kalabalık bir inzivayı hatırlatıyor şimdi. Soyuna soyuna en çıplak benliğe varmış bir münzevinin hayatını.
Aksi mi aksi, ama kimsenin kalbini kırmamayı becerebilen, cesaretini kahramanca bir edaya tenezzül etmeden gösterebilen, çevresindeki gençlerin sevgili Emil abisi. Muhalifleri bekleyen en yakıcı sorunlardan birini işaret edip, "Kötülüğe karşı duyulan nefret yüzünü çirkinleştirir insanın. Haksızlığa karşı bağırmak sesini kabalaştırır" diyen Brecht'in gönlüne su serpilirdi onu tanısaydı. O, hiç çirkinleşmemeyi, sesini kabalaştırmamayı başardı. Cezaevi koşullarını protesto etmek için Ankara'ya yapılan yürüyüşte polis müdahalesi üstüne fenalaşıp şeker komasına girerek ölen insan hakları mücadelecisi ana Didar Şensoy'un cenazesinde bir yandan polisle uğraşıyor öte yandan Şensoy'u polisin öldürdüğünü belirten ilan vermeye çalışan dernek yöneticilerine karşı koyuyordu. Polis müdahalesinde Şensoy fenalaşmış, hastaneye kaldırılmış, orada ölmüştü. Emil Galip için gerçek, esnetilmeye müsait de olsa çarpıtılamazdı. Çevresini öfkenin zehrinden sakındı hep.
Sonra nefesi tükendi. Soluk alamaz oldu. Galiba ona bu hastalık da yakıştı. Emil Galip, o incecik adam, yine bizi mahcup edip bu dünyanın havasından boğularak öldü. Tepemizden bir yıldız gibi ağdı.
Onu anladıkça, daha iyi anladıkça sığındığım birkaç kelimeyi kızının, Defne Sandalcı'nın yazmış olduklarından ödünç alıyorum: "Bu 'hiçbir şey olmayan' adamı, Emil Galip'i, 'politikler' (devlet dahili ve harici her türü) çekiştirip durdular, ama onu ne yapacaklarını bilemediler. O da, tasarlayarak değil belki, ama ne ise o olduğundan, yani yüzünü kendi kılmış (ve kendini yüzü) ve bunu bildiğim en katıksız alçakgönüllülükle (ve aksilikle!) taşımış biri olarak hep 'kullanışsız', 'yarayışsız' kaldı. Yani kendini genel geçer iktidarlılık konumları açısından düpedüz erksiz kıldı." (YT/YS)