Gülhan Erkaya Balsoy’un Tanzimat döneminin başlangıcından 20. yüzyıl başlarına değin Osmanlı devletinin nüfus sorunlarını arşiv belgelerine ve dönemin ünlü teknokrat ve münevverlerinin tartışmalarına dayanarak ele aldığı çalışması önce İngilizce, daha sonra Türkçe olarak Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı: Geç Osmanlı Doğum Politikaları adıyla yayımlandı.
Ağırlıklı olarak kadın bedeninin neye, nasıl hizmet etmesi gerektiğini, makbul ve makbul olmayan kadınları, annelik, nüfus, devlet ve toplumsal refah politikaları tartışmalarını zamanın profesyonelleri, aydınları ve devlet adamlarının çeşitli şekillerde müdahil olduğu tartışmalar ve mevzuat oluşturma girişimleri üzerinden okuyan Balsoy ile Tuba Demirci'nin Toplumsal Tarih Dergisi için gerçekleştirdiği söyleşiyi yayınlıyoruz.
Öncelikle kitabınızın yayımlanması nedeniyle sizi kutlamak isterim. Çalışmanızın yaşadığımız coğrafyanın toplumsal cinsiyet tarihini ve 19. yüzyıl Osmanlı beden-nüfus politikalarının çerçevesini yeni bir bakışla ele alarak, kadın bedeninin denetimine ilişkin tarihsel arka plan hakkında önemli bir boşluğu doldurduğunu ve pek çok araştırmacının ufkunu açacağını düşünüyorum.
Kitabınızın belkemiğini oluşturan doktora araştırmanızın hikâyesiyle başlamak isterim; işletme eğitiminin ardından neden tarihsel araştırmalara yöneldiniz ve özellikle de doğum, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetlendirilmiş bedene dair devlet politikalarına yönelik bir çalışma yapma gereği duydunuz? Araştırmanız için size neler, hangi çalışma ve ekoller ilham verdi?
Ben de teşekkür ederim öncelikle. Evet, yolumu bulmam ve sonunda kendimi tarihçi olarak tanımlamaya başlamam gerçekten de çok uzun zaman aldı. Bütün hikâyemi anlatmam için Türkiye’deki eğitim sisteminin yanlışlığından ve üniversitelerin değişen işlevlerinden başlamam gerekir ki oralara hiç girmeyeyim.
Ama benim düşe kalka ve fazlasıyla zaman kaybederek tarih alanını keşfetmem ve bu alanda akademik kariyer yapma hikâyem nihayetinde sosyal ve beşeri bilimlerin başta para getiren alanlar olmamaları nedeniyle yalnızca Türkiye’de değil dünyada da gözden düşmesi sürecinden pek o kadar da bağımsız değil. Ben de sadece işletme gibi “parlak” bir gelecek vaat eden bir disiplinden tarih gibi “sönük” bir alana geçmekle kalmadım tarihçiliğin de en burun kıvrılan alanlarından birinde, kadın ve toplumsal cinsiyet tarihçiliği alanında kendimi var etmeyi seçtim.
Bu seçim kısmen aldığım eğitimle ama daha çok da kendimi politik olarak konumlandırdığım yerle ilişkili; bunu belki biraz daha açarız sonra. Ama aldığım eğitim hakkında birkaç şey söyleyecek olursam Binghamton Üniversitesi’ndeki danışmanın rahmetli Donald Quatert’ten aşağıdan tarihçiliğin, toplumsal aktörleri görünür kılmanın, onların hikâyelerine duyarlı olmanın önemini; Rıfaat Abou El Haj’dan ise iddia edilenin aksine tarihçinin tarafsız olmasının aslında hiçbir zaman mümkün olmadığını, tarihçinin örtük de olsa her zaman bir siyasi duruşu olduğunu, ancak bir gündeme sahip olmanın akademik kriterlerden ve objektiflikten ödün vermek anlamına gelmeyeceğini öğrendim. Dolayısıyla kadın ve toplumsal cinsiyet tarihi alanında çalışmaya karar vermem zaten kendi doğallığında gerçekleşti.
Ama kitabımın temel aldığı doktora tezi araştırmamda geç Osmanlı doğum politikaları konusunu seçmem biraz karşıma çıkan arşiv belgelerinin de bende yarattığı merakla ilgili oldu. Kitabımın başında da ifade etmeye çalıştığım gibi, bu konuda çalışmaya karar verip araştırmaya başladığım 2006 yılında üç çocuk politikası, fiili kürtaj yasakları ya da sezaryen karşıtı görüşler hükümet çapında henüz pek dillendirilen meseleler değildi. Ama doktora tezimi bitirip savunduğum 2009’da pek çok şey değişmişti artık. 2006’da şimdiki tablo olsa yine bu konuyu araştırmak ister miydim gerçekten bilmiyorum.
Güncel meselelere tarihsel gerçekliği analiz ederek yaklaşmanın çok öğretici olduğunu düşünsem de tarihsel araştırma konularını güncel politikalar üzerinden seçmenin tarihçinin incelediği konunun kendi dönemselliğini gözden kaçırması riskini taşıdığını düşünüyorum. Dolayısıyla gözüm biraz korkabilirdi belki o zaman, ama yine de mutlaka kadın ve toplumsal cinsiyet tarihiyle ilişkili bir konu seçerdim.
Sizi toplumsal cinsiyet, üreme, üreme sağlığı, doğum ve cinsellik gibi “mahrem” ve doğrudan kadınlık-erkelik deneyimlerini ilgilendiren bir alanda tarihsel çalışmalar yapmaya, özellikle de reform çağı Osmanlı toplumunda bu konuları ele almaya yönlendiren süreçten biraz bahsederek devam etmek isterim. Kısaca, ne oldu da bu konulara ilgi duydunuz? En önemlisi, Türkiye’de bu alanda bugüne kadar yapılan çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osmanlı tarihçiliğinde kadınların hikâyelerine yönelik ilgi 1980’lerde başlamış, bu ilk dalga çabalar, kadınların kısmen de olsa görünür olmasını sağlamıştır. Ancak bu çalışmalar çoğunlukla toplumsal cinsiyet kavramını bir analitik kategori olarak kullanmaktan uzaktır ve bence cinsiyet/toplumsal cinsiyet ayrımı, cinsiyetler arası güç ilişkileri, kadınların neden tarihçilikte neredeyse tamamen eksik oldukları ya da kadın kavramının kendi içindeki sorunları gibi bazı temel meseleler sorunsallaştırılmadan bırakılmıştır.
Benim bu araştırmayı yaparken amaçlarımdan biri elbette ki kadınların tarihsel dönüşüm içindeki rollerini ve deneyimlerini görünür kılmaktı. Ama toplumsal cinsiyet kavramını kullanan tarihçiler bize bu kavramın sadece kadınları görünür kılmanın ötesine geçen bir analitik bir gücü olduğunu, geçmiş hakkında bildiklerimizi derinleştirecek ve belki de değiştirecek olanaklar barındırdığını gösterdi. Beni de daha fazla heyecanlandıran doğrusu bu iddiaydı. Bu iddiayı Osmanlı geçmişine taşımanın mümkün olup olmadığına dair bir tür zihinsel egzersiz olarak da düşündüm yaptığım çalışmayı. Ayrıca son yıllarda toplumsal cinsiyet kavramını analitik bir araç olarak kullanan son derece etkileyici çalışmalar yapıldığını düşünüyorum. Bana da en çok bu araştırmaların ilham ve cesaret verdiği kanısındayım.
Çalışmanızla, yani reform dönemi-son dönem Osmanlı toplumsal cinsiyet alanına ve nüfus-doğurganlık gibi mahrem olarak kavramlaştırılagelmiş meselelere ilişkin çalışmalarla, tarih yazımında bir tür “ekleme” veya “yeniden gözden geçirme” mi yapmış oldunuz? Başka bir ifadeyle, kitabınız ve araştırmanız bir kadın tarihçi olarak göze batmadan ve kendi kompartımanında sürüp gidecek bir çabaya mı işaret ediyor, yoksa bu toprakların, devletin tarihini alternatif bir biçimde, daha etraflıca mı ele almış oluyorsunuz?
Kaldığım yerden devam edecek olursam, kadın ve toplumsal cinsiyet tarihçiliğinin sıkıştırıldığı kompartımanın limitlerini son derece sağlam ve güçlü bir şekilde aşmaya başladığını düşünüyorum. Burada söylemeye çalıştığım şeyi netleştirmek için ufak bir parantez açmak istiyorum.
2015 baharından beri Başak Tuğ ile birlikte Tarih Vakfı’nın çatısı altında Toplumsal Cinsiyet Tarihi tartışma dizisi düzenliyoruz. Bu diziye başlarken çok umutsuz olmasam da toplantıların sadece dar bir grubun ilgisini çekeceğini düşünmüştüm; ama bir seneyi bitirirken gördüğümüz ilgi ve dahası yürütülen tartışmanın derinliği bana çok doğru bir yolda olduğumuzu düşündürüyor. Kadınları görünür kılmayı hedefleyen ilk dalga çalışmaların ne kadar kıymetli olduğunu inkâr etmek mümkün değil. Ama şimdi yeni bir safhaya geçtiğimizi düşünüyorum. Sadece Tarih Vakfı’nda yaptığımız tartışmalarda hukuk, tıp, kamu sağlığı, adalet, siyasal değişim, siyasete katılım gibi pek çok alanda kadınlarla erkeklerin tarihsel gerçekliği çok farklı şekilde deneyimlemekle kalmadığını, pek çok kurum ve kavramın da cinsiyetli bir şekilde yapılandığını derinlemesine tartıştık. Geçen seneden beri yaptığımız tartışmalarda kadınların kadı mahkemelerindeki deneyimlerinden, 1908’in Osmanlı’nın köle kadınları için ne anlama geldiğine; erken Cumhuriyet döneminde kadınların öznelliğinden, 1980 darbesi sonrası annelerin insan hakkı mücadelelerine ve ayrıca sadece kadınlık değil erkeklik üzerine pek çok farklı sunum dinledik. Bu sunumların bir kısmı yakınlarda bitmiş doktora tezi araştırmaları, bir kısmı hâlâ devam eden çalışmalar ama şunu söyleyebilirim ki kadın ve toplumsal cinsiyet tarihi alanında kısa bir zaman içinde pek çok yeni araştırmanın basıldığını ve bu alanın çok daha görünür hale geldiğini göreceğiz.
Bir daha tekrarlanması ve tam anlamıyla yüzde yüz tecrübe edilmesi mümkün olmayan bir zaman dilimini, Osmanlı’nın “uzun” 19. yüzyılını üreme ve biyolojik yeniden üretim dinamikleri açısından yeniden kurgulamanın Osmanlı-Türkiye tarihçiliği açısından önemi ve anlamı nedir?
Biliyorsunuz, ben kitabımda geç Osmanlı doğum politikalarını ele aldım. Bu politikaların ebeliğin profesyonelleşmesi, kürtajın yasaklanması ve üçüncü olarak da hamilelik, doğum ve kısırlığın tıbbileştirilmesi çerçevesinde formüle edildiğini ileri sürdüm. Bu konular çerçevesinde çok önemli bir kadın mesleği olmasına rağmen hak ettiği gibi incelenmemiş ebeliği ve kadınların hayatlarındaki en temel deneyimlerden biri olan doğum deneyimini ele almaya çalıştım. Ama geriye dönüp baktığımda kitabımın ebelik, doğum, kürtaj hakkında olduğu kadar Tanzimat’ın doğası hakkında da olduğunu düşünüyorum. 1839 Tanzimat Fermanı’yla başlamasa da onunla simgelenen dönüşümün son tahlilde devlet ve toplum arasındaki ilişkinin doğasının değişimine dair olduğu fikri Osmanlı tarihçileri arasında artık genel kabul gören bir fikir. Bu ilişkinin cinsiyetli bir ilişki olduğu aslında tam olarak bu şekilde ifade edilmese bile özellikle zorunlu askerlik uygulaması üzerinden dolaylı olarak gösterildi bence. Zorunlu askerlik erkekleri ilgilendiren bir yükümlülük olduğu için yurttaşlık kavramının oluşumu ve gelişimi süreci erkekler üzerinden incelenmiş oldu. Ancak ebeliğin profesyonelleşmesi, kürtajın yasaklanması ve hamilelik ve doğumun tıbbileşmesi sürecinin incelenmesi geç Osmanlı bağlamında kadınların da doğurdukları sürece bu sözleşmeden paylarını aldığını gösteriyor bize.
Kadınlar bedenleri üzerindeki denetim karşılığında yeniden formüle edilmekte olan devlet-toplum ilişkisinin özneleri olabiliyordu. Bu anlamıyla doğum politikaları üzerine yaptığım çalışmanın aynı zamanda proto-yurttaşlık kavramı üzerine de olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, kitabımda da örneklemeye çalıştığım gibi Osmanlı münevverleri, doktorlar, devlet adamları nüfus üzerine kaygılanırken demografik kompozisyonun olduğu gibi korunmasını hedeflemiyorlardı. Onları asıl olarak endişelendiren, kendi ifadeleriyle askerlikten muaf olan ve ıskat-ı cenin yapmayan yani çocuk düşürmeyen Hıristiyanların –ve belgelere göre özellikle Rumların– nüfusu yükselirken en çok kürtaj yapan Müslümanların nüfusunun giderek düşmesiydi. Çok farklı belge çeşitlerinde de, arşiv belgelerinde, roman, tiyatro oyunu, dergi yazısı gibi popüler türlerde, bu endişenin dile getirildiğine tanık oluyoruz. Dolayısıyla doğum politikalarına dair tartışmanın incelenmesi Tanzimat’la özdeşleştirilen, padişaha sadakat temelinde ortak bir kimlik yaratmayı amaçlayan Osmanlıcılık politikasının kısıtlarını da göz önüne seriyor.
Son olarak, ben çalışmamı genel olarak 19. yüzyılın belgeleri ve tartışmalarıyla sınırlı tuttum. Ancak özellikle 1908 sonrası muazzam artış gösteren matbu kaynaklar incelenecek olursa buralarda öjenik görüşlerin çok daha yüksek sesle dile getirildiği görülebilir. Bu kaynaklarda “eğitimli, medeni, varlıklı kesimler fazla çocuk doğurmaktan kaçınırken fakir, cahil kesimlerin fazlasıyla ürediğine” dair güçlü bir sınıfsal dilin var olduğunu düşünüyorum. Bu da geç Osmanlı dönemini sınıfsal bir analize tabi tutmak için bir aracı olabilir. Toparlayacak olursam, ebelik, kürtaj ve doğumu incelemek kadınların siyasal ve toplumsal özneliğini ve Tanzimat ve Osmanlıcılık politikalarının kısıtlarını analiz etmemizi, 19. yüzyıl hakkında bildiklerimizi gözden geçirmeyi, derinleştirmeyi sağlıyor.
Osmanlı-Türkiye tarihini toplumsal cinsiyet veyahut devletin aile, kadın, toplum sağlığı, üreme dinamikleri ve buna benzer “mahrem” olarak nitelenen alanlara müdahalelerinin tarihi üzerinden yazmak-yazabilmek ciddi bir arşiv çalışması gerektiriyor. Bu türden bir arşiv çalışması bazı tarihçiler tarafından iğneyle kuyu kazmak olarak niteleniyor.
Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kısaca kitaplarınızın özünü oluşturan arşiv çalışması da başlı başına bir tartışma konusu; “mahrem” konuları arşivde çalışmanın, Osmanlı-Cumhuriyet arşivlerinde bu konularda arşiv çalışması yapmanın dezavantaj ve avantajları nelerdir?
Evet, gerçekten de iğneyle kuyu kazmak doğru bir niteleme. Sizin de kendi çalışmanızda çok benzer bir süreç yaşadığınızı biliyorum. Maalesef bu alanda hiçbir zaman çuval çuval belge bulamayacağımızı, hep farklı farklı fonlarda tekil belgeler bulmak, kısa ve çoğu zaman kendisini tekrar eden kısıtlı belgeyle çalışmak zorunda olacağımızı düşünüyorum; çünkü en başta tarihi anlatının merkezine koymaya çalıştığımız aktörler kendi yaşadıkları dönemlerde yeterince seslerini duyuramamış grupların üyeleri. Bu çalışmanın özelinde ise, Mekteb-i Tıbbiye’nin arşivinin kayıp olması, ben araştırmamı yaptığım dönemde Sıhhiye Nezareti belgelerinin henüz araştırmaya açık olmaması gibi nedenler ulaşabileceğim belgelerin sayısını ve türlerini kısıtladı. Bir şekilde ulaştığım tekil belgeleri bir araya getirip anlamlı ve bütünlüklü bir anlatı kurmak hepimiz için işin zorlayıcı bir kısmı. Ama benim için asıl zorluk, arşiv belgelerinin devlet adamları ve doktorların gözünden, onların ebeliği şehadetnamelendirme ve denetim altın almaya ya da kürtajı nasıl yasaklayıp ortadan kaldırabileceklerine dair son derece spesifik amaçları için üretilmiş ve kaçınılmaz olarak belli bir bakış açısını yansıtan belgeler olmasından kaynaklandı. Kadınların birinci el deneyimlerini görmenin mümkün olmadığı belgeleri kullanıp kadınları tarihin aktörleri olarak kurgulamaya çalışmak sizin ve benim gibi tarihçiler için hiç kuşkusuz oldukça zorlu bir çaba. Buna ek olarak, dediğiniz gibi konunun mahrem doğası birincil el kaynakları zaten imkânsız kılıyor. Kadınlar çoğu zaman anlaşılır sebeplerle kürtaj gibi her koşulda zorlu bir deneyimi yazarak belgelemeyi pek de tercih etmiyor. Öte yandan yine özellikle kürtaja ilişkin kadınların birincil eldeki deneyimlerine ışık tutabilecek nitelikte bulabildiğim çok kısıtlı sayıda belge de hizmetçilerden, dul kadınlardan ya da yalnız kadınlardan bahseden yani korunmasız kadınları merkeze koyan polisiye belgeler. Bu da kolaylıkla sanki sadece belli bir tipolojideki kadınlar kürtaj yaparken, evli, daha varlıklı kadınlar kürtaj yapmıyormuş gibi bir yanılsama yanıltabilir. Dolayısıyla belgelerin birkaç farklı düzeydeki yanlılığına karşı sürekli dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum.
Buna ek olarak, birincil kaynakların sorunlarının ikincil kaynakların yanlılığıyla katmerlendiğini düşünüyorum. Benim incelediğim konularda çok geniş bir literatür olmasa da var olan literatürün belgeleri onların yanlılığını sorgulamadan, eleştirel bir süzgeçten geçirmeden kullandığını düşünüyorum. Elimizdeki ikincil kaynakların pek çoğu aynı zamanda hekim olan tarihçiler tarafından yazılmış. Kişini hekim olması elbette ki tarihçiliğine gölge düşürecek bir nitelik olmasa da literatüre baktığımızda anlatıların birinci kuşak Osmanlı doktorlarıyla fazlaca özdeşleştiğini, onlara karşı eleştirel hiçbir yaklaşım gözetilmediğini görüyoruz. Dolayısıyla, hem birincil kaynaklarda hem ikincil kaynaklarda satır arası okumak, bir kaynağın kim tarafından hangi amaçla nasıl bir bağlamda üretildiğini deşifre etmek bazen belgelerin kendisine ulaşmaktan bile daha zorlu bir süreç gerektiriyor.
Yaptığınız çalışmaların uzun vadede akademide toplumsal cinsiyet olgusunu ve feminizmi etkileyecek türden olduğunu düşünüyor musunuz? Akademide üretilen bilginin, toplumsal cinsiyet vurgusu taşıyan ve tarihi saklı kalmış toplumsal kesimler ile devletin müdahale alanlarını tarihsel olarak çalışmanın sizce aktivizme nasıl bir katkısı var?
Çalışmamın böyle bir etkisi oldu mu bilemeyeceğim ama feminist harekete katkısı olmasını tabii ki gönülden dilerim. Ama burada bir gözlemimi paylaşmak istiyorum. Bazı başka örneklerde, örneğin Avrupa ya da Kuzey Amerika’da kadın hareketi ve kadın tarihi yazımı arasında çok güçlü bir bağ olduğunu görüyoruz. Kadın tarihçiliği eşitlik ve özgürlük mücadelesinden beslenirken, feminist hareketin de geçmişteki kadın varlığından güç ve ilham aldığını görüyoruz. Ne yazık ki Türkiye’de tarih söz konusu olunca bu bağın çok zayıf olduğunu düşünüyorum. Tarihin 80’lerden beri var olan kadın hareketinin en az ilgi gösterdiği alan olduğu söylenebilir.
Sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimi gibi disiplinlerin tarih disiplinine kıyasla feminist hareketle çok daha yakın bağı var. Bu kopukluğun tarihçilerden kaynaklanan nedenleri olduğu gibi, Osmanlı geçmişine ağırlıklı olarak milliyetçi-muhafazakâr kesimin sahip çıkması nedeniyle feministlerin kadınlarla ilgili bile olsa Osmanlı geçmişiyle ilişkili konulara mesafeli durması gibi nedenleri de var. Tek bir kitapla bu yargıyı yıkmak mümkün değil tabii ama ben böylesi bir dirsek temasının kadın tarihçileri de feminist aktivistleri de besleyeceğine inanıyorum. (TD/EA)
Bu söyleşi Toplumsal Tarih Dergisi Mart sayısında yayımlanmıştır.