Lise ikinci veya son sınıfta idim. Askerlik dersimize Mitler hayranı bir subay gelirdi. Hemen her ders tartışırdık. Tartışmaları babama anlatırdım, o da bir dahaki sefere ne söylemem gerektiğini öğretirdi bana. Bir sonraki hafta, tartışmada, askerlik öğretmenim bana laf yetiştiremedi ve tekrar "sen kafayı üşütmüşsün", dedi. Ben de babamın ezberlettiği cümleyi yapıştırdım. Askerlik hocası, beni tekme tokat sınıftan attı. Dayak yemiş olmam çok önemli değildi babam için, "hah", dedi, "ağzının payını almış eşşek oğlu eşek".
Yukardaki anımı, onun, alışılmışın dışında bir kişiliğe sahip olduğunu anlatmak için aktardım. Normalde, babalar, anneler, çocuklarına "yapma, etme, uslu dur, sana mı kalmış", falan gibi şeyler söylerler. Öyle değildi babam. Aksine bize hep, haksızlığa, adaletsizliğe karşı sesimizi çıkarmamızı öğütlerdi. Ülkenin içinde bulunduğu durumun, babama göre, kısadan hisse tek bir nedeni vardı: "bu millet koyun gibidir, inek gibidir, başına da ne geliyorsa müstahaktır, siz öyle olmayacaksınız. Eğer bu ülkede hoşnut olmadığınız bir şeylerin değişmesini istiyorsanız, başkası ses çıkarıyor mu diye bakmayacaksınız, ilk sesi siz çıkartacaksınız".
Tüm ömrü boyunca, bizlere yönelik bu kuralını, en azından bana karşı, bir kere bozdu babam. 19 yaşındaydım. 1972 Mart ayında, Tokat'ın Kızıldere köyünde Mahir Cayan ve arkadaşlarının öldürülmesinden ya bir kaç gün önce ya da biraz sonraydı. Mahirin yazdığı Kesintisiz Devrim II adlı bir yazının pembe pelür kağıtlarda bir kopyasını eve getirmiştim.
Bu yazıya sahip olan ilk 5-10 kişiden biriydim galiba. Evde saklamama rağmen nasılsa görmüştü babam yazıyı. Üstüme yürüdü, tokat attı mı hatırlamıyorum. Ama, "sen delirdin mi?", dediğini hatırlıyorum, "öldürürler seni, sağ bırakmazlar bu yazıyı bulurlarsa. Sen hangi eve getirdiğinin farkında mısın bu yazıyı?" Kendisi zaten yeni çıkmıştı hapisten ve sanığı olduğu Türkiye Öğretmenler Sendikası davası hâlâ sürüyordu.
"Ulan şuraya bak be, biz faşizmi dışarda zannediyorduk, meğer faşizm bizim eve girmiş", dedim, kapıyı çektim, çıktım, galiba bir hafta kadar da eve gelmedim, ileri yaşlarımızda, ne zaman, babama takılmak istesem, Askerlik Hocası hikayesini anlatır ve "bizi baştan çıkartan sendin be baba" derdim. Babam da, "yok o kadar da değil", der ve bu ikinci hikayeyi anlatırdı.
Onun ölümü, benim için sözün ve yazının bittiği yer. Çünkü ben bir-tek babamı kaybetmedim. Çok yakın bir arkadaşımı, dostumu kaybettim. O bizim kuşağın "Dursun Amca'sıydı. 1981 askeri darbe sonrası, Almanya'da Demokrat Türkiye Gazetesini birlikte çıkarttığımız dönemde, arkadaşlarımın yanında "baba" diyemiyordum ona; "Dursun Amca", diyordum.
Bazen de arkadaşlar, toplantılarda beni zor durumdan kurtarmak için, ona "Baba" diyorlardı. Benim kuşağım, babasını, Dursun Amcasını kaybetti. Aslında, fikirlerimizi, örgütlenme ve iş görme tarzımızı pek beğendiğini söyleyemem, alay ettiği de çok olurdu; onun gözünde bir sürü "dığa" idik, "cello-cüllo" idik, (bizim yörede çocukları aşağılamak, azarlamak için kullanılan sözler); ona göre, "çelik-çomak" oynuyorduk
Yurt dışına bile kendi imkanlarıyla çıkmıştı; "ulan koca örgüt olduğunuzu, devrim yapacağınızı söylüyorsunuz, bir beni bile yurt dışına çıkartamadınız", diye takılırdı hep. Ama, gençlerin haksızlık ve adaletsizliğe karşı o isyankar ruhlarını, direnme arzularını severdi, isyankar olmayan hiç bir şey değiştiremezdi. Bu nedenle, 1970'li yılların o isyan ateşinin, o direnme ruhunun bir parçası olmakta hiç tereddüt göstermemişti.
Kendisi de öyle bir ruha sahipti. Yaşlandığını bile kabul etmiyordu. Geçmiş konusunda yapılmak istenen tüm röportaj önerilerini red ederdi; "öleceğimi zannediyorlar", derdi. Kuşadası'na yerleşme nedenlerinden birisi de buydu.
Ona göre Ankara, mezarlıktan önceki musalla taşına dönmüştü, orada arkadaşları tek tek ölüyordu; Kuşadası ise, hele yazlan "cıvıl cıvıldı, hayat doluydu". Hastalık, doktor yüzü görmemişti. Bizim, çocuklarının, sürekli ilaç hastane kapılarında dolaşmamızla dalga geçerdi. "Bizde çürükler zaten öldü", derdi, "sağlamlar kaldık". Hayata öylesine bağlı idi ki, hastalığını, hasta olarak yaşamayı bile kabul edemedi.
Babamın, sanatçı, edebiyatçı kişiliği üzerine söz söylemek bana düşmez. Ama, "toplumcu gerçekçi" edebiyatın önemli temsilcilerinden birisi sayılıyordu. Kaf Dağının Ardı, onun bu alandaki en güçlü yapıtı belki ama bu eser benim için bir başka açıdan önemli. Babamı, Kaf Dağı'nın Ardı ile birlikte tanıdım, desem abartmış olmam. Oradaki hikayelerin tümüne yakını yabancımdı, bilmiyordum. Daha önce hiç anlatmamıştı.
Ardahan'ın, "kuş uçmaz kervan geçmez" yoksul bir köyünden, yiyecek ekmek bulamadıkları için, dağda, bayırda, ot otlamak zorunda kalan yoksul bir aileden geliyordu. Okuyabilmek için verdiği mücadele bir destan gibidir babamın. Kim bugün okuyabilmek için, evden kaçar, dört saat karda kıyamette yol gider? Kim bugün, kapısından kovulduğu okulun bacasından içeri zorla girer? Kim bugün 9-10 yaşında, bir hayvan ahırında yatar ve yıllarca bok temizler? Kim bugün bir üst okula kaydolmak için günlerce aç, susuz yol gider? Babam bunların hepsini yapmıştı. Köy, açlık, yoksulluk, tahsildar baskısı, jandarma dayağı demekti. Ve daha da önemlisi, tüm bunları bir kader olarak görmek, kurbanlık koyun gibi kaderine razı olmak, bunu "Allahın bir emri" olarak yorumlamak demekti.
Kaf Dağı'nın Ardını okuyunca babamın niçin Mustafa Kemal'i sevdiğini, niçin, gerçek bir Jakoben olduğunu, başka türlü, daha iyi anladım. Din, Kuran, iman onun için kendi çocukluğu demekti. Açlık, yoksulluk, karanlık demekti. Köylüler, tahsildar zulmünü, Jandarma baskısını Allahtan biliyorlardı. Kaderlerine razıydılar.
Babam razı değildi. Açlığa, yoksulluğa isyan ediyordu, ilk isyanı, 7-8 yaşlarında idi. Kuran'ı ezberlemiş, müezzinlik yapıyordu. Ama kamı doymuyordu. Pilava, bir tane şekere hasretti, İslam dininde çocukların melek sayıldıklarını, öldüklerinde cennete gideceklerini biliyordu. Cennet'de ise her türlü yiyecek vardı. Ölmeyi kurtuluş bilmiş ve ölmeye yatmıştı. Ama, çocuk yaşında o kadar dini bütün bir Müslüman olmasına, namazını, niyazını eksik etmemesine rağmen Allah onun canını bir türlü almıyordu. Aradığı kurtuluşu dinde, Kuran okumakta bulamayınca, bazı köylülerden adını duyduğu "Köyün Enüstünü"ne koştu.
Bunun Köy Enstitüleri olduğunu sonradan öğrendi. Ama onun için ilk önce, Kuran'ı, müezzinliği bırakması, bir ilkokul bulması, onu bitirmesi gerekiyordu. Ama köyünde okul yoktu, şehre gitmesi gerekiyordu, oysa ne para ne de pul vardı. Ama tüm engelleri, inanılması çok zor bir inat, inanılması çok ama gerçekten çok zor bir inanç ve azimle aştı babam. Her bir satırını, "bu küçücük, körpecik çocuk nasıl yapar tüm bunları", diye şaşkınlıkla, büyük bir hayranlıkla, ağlayarak okuduğum Kaf Dağı'nın Ardı'nda anlatır bunları. Babamın Köy Enstitüleri ile buluşması bir destan, bir efsane gibidir.
Yazın son görüştüğümde anlatmıştı bana. Engin Tonguç (Köy Enstitülerinin Kurucusu İsmail Hakkı Tonguç'un oğlu) kendisine, "ben Kaf Dağı'nm Ardmı okuyunca Köy Enstitülerini anladım", demişti. "Ben de seni bu kitapla daha iyi tanıdım, daha iyi anladım baba", dedim. Kendisine alındığımı, küstüğümü söyledim. "Bunlan ilk defa 50 yaşımda bilmek çok acı veriyor bana", dedim, "Keşke, biz çocukken, bizi kucağına al-saydın ve anlatsaydın bu hikayeleri". "Dinlemezdiniz be!", dedi, kestirdi attı.
Hayat hikayesini yazmaya devam etmek istiyordu. 60'lı, 70'li yılları, öğretmen mücadelesini, 12 Mart 1971 askeri darbesi öncesi Doğan Avcıoğlu ve ekibi ile girdiği ilişkileri, ille de 1980'li yılların Hamburg'unu yazmak istiyordu. Rahmetli Aziz Nesin'le yaşadıkları pavyon macerasını, yedikleri dayağı anlatmak istiyordu. Yurtdışına kendisini ziyarete gelen onlarca aydın ile yaşadıkları benzeri maceraları yazmak istiyordu. Siyasi bir tarihten çok insan manzaralarıydı onu ilgilendiren. O bildik, tanıdık isimleri hiç bilmediğimiz yönleri ile yazmak, anlatmak istiyordu. Adlarını doğrudan yazıp, yazmamakta tereddüt içindeydi, ikna etmeye çalışıyordum, "Allah'ın bildiğini kuldan saklama baba", diyordum. O hikayeleri anlatırken, yüzü gülüyordu. Arkadaşlarının her birisinin adını anarken bile büyük bir sevgi, sıcaklık dolaşıyordu gözlerinde.
Hayatımın her döneminde yanımda idi. Hiç bir zaman yalnız bırakmadı beni, her dönem en büyük destekçim oldu. Benden dolayı epey badireler de atlattı. Hamburg'da, PKK tarafından öldürüleceği istihbaratı nedeniyle, Hamburg polisi tarafından bir yıl korumaya alındı. Anası tarafından Kürt bir aileden gelen babamı kahretti bu durum. Tek bir kelime söylemedi, şikayet etmedi babam, üstelik ne kimseye söz etti bu durumdan, ne de yazdı...
Hele son yıllar, onun desteği çok ama çok önemliydi benim için. Ermeni Sorunu ile ilgili ilk kitabım (Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu) yayınlandığında, tepkisi çok ilginç olmuştu. Kitabın ilk bölümünü, Türk milliyetçiliği konusunda yazdıklarımı çok beğenmişti ama Ermeni Soykırımı ile ilgili ikinci bölümü beğenmemişti, "çiğ ve ham" demişti. Hangi araştırmayı yaptığım, yeni olarak hangi bilgiye ulaştığımı çok ama çok merak ederdi. Bana karşı yürütülen kampanyalar onu sadece oğlu olduğum için üzmezdi.
Karşı çıkanları, kendi çocukluğunda ezbere "Ahmediye-Muhammediye" okuyanlara; Kuran ezbercilerine benzetirdi. "Tek bir merak yok, tek bir bilgiye ulaşma arzusu yok, hepsi benim çocukluğumda Kuran'ı ezberlediğim gibi ezbere bildiklerini tekrar ediyorlar", derdi. Rasyonel aklın eleştirel gücüne son derece fazlasıyla inanan bir insandı. Kuşadası'nda son sohbetimizde sürekli altını çiziyordu bunun; "ciddi, ne söylediğini bilen, bilgiye dayanan analizler yap oğlum, soğukkanlı ol ve ezbere konuşma", derdi.
Tartıştığımız konular, fikirler de değildi onun öncelikle dikkate aldığı; bunlar da elbette önemliydi ama öyle veya böyle düşünebilirdi insan, "bunda bir acayiplik yok Taner", derdi; "farklı düşünmek eşyanın doğasında var". Onun için, söylediklerimi, ciddi verilere dayandırıp dayandırmadığım, hatta daha da önemlisi "dik durup durmadığım", savunduğum şey için bedel ödemeye hazır olup olmadığım önemliydi. Ve de en önemlisi, "haksızlığa ve adaletsizliğe karşı büyük bir öfke besleyip beslemediğim". En çok 12 Mart 1980 sonrası, yurt dışından "özür mektupları" yazarak geri dönen ve kendisine aydın diyen insanlara öfke duyuyordu.
Herbert Marcuse, ABD ve Avrupa'da 1968 kuşağını etkileyen en önemli düşünürlerin başında gelir. Bugün her birisi Almanya'da çok önemli bilim adamı olan, dönemin gençlik hareketi önderleri kendisini, hastanede ölüm yatağında ziyaret ettiklerinde onlara tek bir öğütte bulunur.
"Yüreğinizin sesini, yüreğinizin adaletsizlik ve haksızlığa öfkesini dinleyin ve o sesi hiç bir zaman boğmayın". Babam benim için, kendi kuşağının, o yoksulluğa mahkum edilmiş insanların öfkesidir. Kendi kuşağının yürek feryadıdır. Aklımla verdiğim her kavgada bile o benim yüreğimin isyan ateşi, yüreğimin sesi olmaya devam edecek.(TA/NM)
* Taner Akçam'ın yazısı 3 Ekim 2003 tarihli Agos gazetesinde yayımlandı.