Nitekim "erkek yazar"larla "kadın yazar"lar arasındaki bakış farkları romanın daha ilk örneklerinde kendisini belli etmiş uzun bir tarih boyunca, ister Kemalist ister Sosyalist ve isterse İslamcı kadın yazarların en çok uğraştıkları mesele kadının kimlik ve özgürlük arayışı olmuştur. Meşruiyetini hiç tartışmadığım söz konusu arayışın gerek edebiyat gerekse de toplumsal hayat açısından zenginleştirici etkileri de kayda değer.
Kadınlar Sahneye Çıkarken
Osmanlı'yı modernleştirme hamlesinde roman sanatına eğitici, ilerletici bir araç. rolü biçilmiştir, Ancak modernleşmenin hedefi ne siyasal ne de kurumsal yapılardır, Tanzimat dönemi yazarları Doğu-Batı farklılığını kadın-erkek ilişkilerinde ararmışlar, üzerinde durdukları konular aşk, evlilik, cariyelik, sonrasında cinsellik ile sınırlı kalmıştır.
Roman alanını belirleyen bu ideolojik ve temasal saplantı, kendisini siyasi aktör olarak gören erkek yazarlar açısından önemli bir eksiklik, kadın yazarlarını hak ve özgürlük taleplerini dile getirebilmeleri açısındansa -başlangıçta- çok vaatkardır. Nitekim kadının kimlik mücadelesinin romandaki ilk temsilcileri sayabileceğimiz Fatma Aliye ve Selma Rıza hanımların romanlarında eğitimli bir Osmanlı kadınının hayal ettiği aile modelini bulmak mümkündür.
Ancak kadın yazarlar erkek egemen ideolojiden radikal biçimde kopmazlar. Erkekler suçlanmaz, Cariyelik müessesesi eleştirilse de fatura onları alıp satan, haremlerine kapatan erkeklere değil -belki de cinsel kimliklerini gizlemedikleri ve temiz aile kadınlarına bir alternatif oluşturdukları için- cariyelere kesilir. Masum genç kızın düşmanı ya toplumsal koşullar ya da bizzat -ahlakça düşük- bir hemcinsidir. Mesela, Selma Rıza Hanım'ın "Uhuvvet"tindeki felaketin nedeni, eski bir cariye olan kaynananın evdeki iktidar tutkusu ve diğer cariyelerin yeni gelini kıskanmalarıdır.
Cariyelerin cinselliği; saygın kadının sadakati..!
Fatma Aliye Hanım'ın "Muhazarat"ında ise genç kızın başına gelenlere kötü üvey anne neden olacaktır; kadının kurdu kadındır..! Sözünü ettiğim iki roman Cumhuriyet dönemi kadın romanlarına miras kalacak önemli ve tehlikeli motifleri -harmanlayarak- barındırırlar. Bu, hem alt sınıfların hem de cinselliğin yıkıcılığına duyulan inançtır. Cariyelerin cinselliğinin karşısına, saygın kadının cinsellikten yoksun sadakati konmuştur.
Müslüman genç kız ya da kadınların tensel gereksinimleri 2.Meşrutiyetten sonra katılır hikayelere. Ancak mesele, gereksinimin nasıl karşılanacağı sorusuna verilecek yanıtta çatallaşacaktır. İlk ve hep akla gelen gözüm nikahtır! "Seviye Talip"( (1910) ve "Handan" (1932) romanlarında kadın sorununa daha radikal yaklaşımları ve yeni bir kadın kimliği arayışıyla dikkat çeken Halide Edip bile evlilik dışı birlikteliğe mutlu sonlar biçmez. Halide Edip'in kadınları, erkek yazarların kadın kahramanlarından insanı açıdan daha iyi, kültürel ağıdan daha donanımlı olmakla birlikte, bu nitelikleri toplumca tasvip edilmeyen ilişkilerinin bedelini ağır biçimde ödemelerini engellemez.
Halide Edip, kadın kimliğine yeni bir renk daha katacak ve sanıyorum bir kadın yazar elinden çıkan ilk "siyasi roman" unvanını taşıyan- "Yeni Turan"ı(1912) yazacaktır. Adından da anlaşılacağı gibi Türkçülük akımının etkilerini taşıyan bu romanıyla-sonrasında Müfide Ferit'in de "Aydemir"le(1918) katkıda bulunacağı "otantik" Türk kadını imajını üretmiştir, ki bu kadın "Osmanlı-Türk toplumunda geçerli olan muhafazakar feminite biçimlerine ve imgelerine karşıda yeni bir modeldir".
Cumhuriyet Kadını; "Modern"liğin Halleri
Halide Edip, kendisi siyasi bir aktör haline geldikçe erkek yazarların yolunu izler; Seviye Talip ve Handan gibi toplumsal yaşantıyla uyumsuzluğa düşen kadınların yerine, topluma örnek olacak kadın tipleri üzerinde yoğunlaşır. Milli Mücadele içinde yazdığı "Ateşten Gömlek" ve "Vurun Kahpeye"de ya da muhaliflik yıllarına denk düşen "Sinekli Bakkal"da (1936) hep aynı kadın tipi vardır. Bu kadın tipi Cumhuriyet romanında -yazarın dünya görüşüne göre- kimi zaman muhafazakar kimi zaman modern, kimi zaman da milliyetçi olacak ama, ailesine ve topluma karşı hep aynı vazifelerle donatılacaktır.
Cumhuriyet ideolojisini toplumsal bilincin en derinlerine kadar işlemek fikriyatı ile girişilen edebiyat hamlesi karşılığını kadın yazarların kaleminden çıkan aşk romanlarında buldu. Muazzez Tahsin Berkand, Halide Nusret Zorlutuna, Mükerrem Kamil Su, Peride Celal, Cahit Uçuk, Kerime Nadir, Mebrure Koray, Şukufe Nihal gibi yazarların öne çıktığı ilk dönem aşk romanlarında ağırlık Muazzez Tahsin Berkand'ın, Halide Edip'ten devir aldığı olumlu aydın genç kız tipinde ve "modern" Türk kadınının toplumsal yapıda yerini almakta kararlılığını sergileyen anlatılardadır.
İslami kesimin romanı: Cemaate yol yordam öğretmek!
Meşru cinselliğin dışındaki her tür cinsel etkinlik, cinsel heyecan, hatta tinselliğin her türden dillendirilişi ise bir kez daha yasak bölgeye itilecektir. Dönemin siyasi ya da felsefi sorunlarla uğraşan yazarları için yozlaşmanın simgesi haline gelen balolar, danslar, "cazbant-lar"ı modernleşme işareti sayan aşk romanları, kılık kıyafet değişimini "inkılap" addeden bir ideolojinin hiç kuşkusuz en sağlam müttefikleridir.
Buraya kısa bir not düşelim: İslami kesimin de günümüzde benzer bir yolu seçerek romanını cemaate yol yordam öğretmenin aracına indirgediği görülüyor. İnançlı "modern" kızların İslami edepe uygun aşkları üzerinde duran kadın yazarların "hidayet romanları" ile Cumhuriyetin modern kadın imgesini çoğaltan popüler aşk romanları gerek tematik anlamda gerek edebi kaygısızlıkta ve gerekse de eriştikleri satış rakamlarında birleşiyorlar.
80'lerin romanındaki modern kadın
Türk romanında 80'lerden sonra yeni bir "modern" kadın tipi belirdi. Ağırlıklı olarak büyük kentlerde yaşayan üst orta sınıftan eğitimli, maddi sıkıntı çekmeyen ama varoluş problemlerini, kimlik sorunlarını da aşamayan, beyaz atlı prenslerini bir türlü bulamayan bu kadın tipleri -önceki kadınların aksine- her türden vazifeden ve sorumluluktan azade bir özgürlük arayışı içerisindeydiler.
Ama anlaşılan o ki bu özgürlük hali de ağır bir yük oluyor kadınların sırtlarına; günümüz kadın yazarları da kadın kahramanlarına -tıpkı Seviye Talip ya da Handan gibi- ölümle/intiharla noktalanan kısacık ömürler biçiyorlar. Üstelik kadınların sınıfsal benzerlikleri de dikkat çekici. Osmanlı konaklarında, Cumhuriyet balolarında başlayan kimlik arayışı 2000'li yıllarda İstanbul'un zengin muhitlerinde sürdürülüyor.
Bir zamanlarlar kaderlerini toplumun yoksul kesimlerinin çıkarlarıyla birleştirmiş kadın yazarlar da kapitalizmin geldiği bu aşamada, zenginliğin karşı konulmaz, cazibesi karşısında sanki çaresizler. Siyasi meselelere değinenlerde bile verili durumu sorgulamaksızın kabullenme eğilimi yaygınlaşıyor. Sorunu 70'li yılları kadın hareketine getirdiği heyecanın silikleşmesinde, onların silikleşmesinin bireyde yarattığı düşünsel ve duygusal çöküntüde aramak gerekir.
Devrimci Kadın; Radikal Bir Kopuş(mu?)
Mesela Oya Baydar'ın "Erguvan Kapısı"na (2oo4) bir göz atalım: Baydar, ölüm oruçlarının, ölümü seçmek zorunda kalanların ve devletin onları ölüme yolladığı "Hayata Dönüş Operasyonu"nu anlatırken bile, yukarıdaki bakış açısından ve mekanlardan sıyrılamıyor. Hikayenin merkezinde yine üst orta sınıflardan iyi, güzel, akıllı, ahlaklı kadınlar var.
Somut bir tarihi ve somut bir siyasi yaşanmışlığı olmasına rağmen, gerçekte o süreç içerisinde hiç bir zaman yer almamış üst sınıfa mensup kadın tiplerini F Tipi cezaevi direnişinin öznelerine çeviriyor Baydar; iddia ettiği siyasi duruşuna rağmen, bütün o varoş çocukları ancak o üst orta sınıf roman kahramanlarının dolayımıyla ve ancak cahil, kaba ve ürkütücü görünümleriyle katılmışlar hikayeye.
Türk romanında solcu kadın tipinin ve radikal bir özgürlük arayışının ortaya çıkması 6o'lı yılların devrimci hareketiyle eş zamanlıdır. İlk sıraya "Tante Rosa"sı(1968) ile Sevgi Soysal'ı koyuyorum. (Ancak ilk siyasi içerikli sosyalist kadın yazar olarak Sabiha Sertel'i de -"Çitra Roy ile Babası" (1936) romanıyla- anmak isterim.)
71 darbesinin etkileri atlatıldıktan sonra yükselen toplumsal hareketlilik içerisinde kadın yazarların romanlarının özel bir yeri vardır. Adalet Ağaoğlu'nun "Ölmeye Yatmak" (1973) ve "Bir Düğün Gecesi" (198o), Füruzan'ın "47'liler" (1974), Pınar Kür'ün "Yarın Yarın" (1975) ve "Asılacak Kadın" (1979), Aysel Özakın'ın "Alnında Mavi Kuşlar" (1978) ve "Genç Kız Ve Ölüm" (1980) romanlarında hem kadının üzerindeki toplumsal baskılar hem de kadının bağımsız bir birey olmak için verdiği mücadele dile getirilmiştir.
Sevgi Soysal: Edebiyat devrim ilişkisini sloganlaştırmadı
Dönemin en önemli kadın figürü hiç kuşkusuz Sevgi Soysal'dı. Hikayelerinin toplandığı"Barış Adlı Çocuk", anılarını derlediği "Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu", en çok da "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti" ve "Şafak" romanlarıyla 12 Mart edebi-yatı denildiğinde ilk akla gelen isimdi o. Ancak sadece siyasi bir duruşu temsil etmiyordu; şimdi yeniden yayımlanan kitaplarının kapaklarından bize hüzünlü bir tebessümle bakan Sevgi, yazarlığının ilk dönem ürünleri " Tutkulu Perçem", "Tante Rosa" ve "Yürümek"le birlikte, kısa yaşamına üç öykü, dört roman, bir anı, bir de deneme kitabı sığdırmış, yaşadığımız coğrafyanın önemli bir tarihsel dönemine kişiliği ve yazarlığıyla damgasını vurmuştu.
Sevgi'nin hikaye ve romanlarında anlatılan hayatlar bizim kuşağın tarihini barındırırlar ama içeriği ve kurgusuyla önün "yeni roman" anlayışının esin kaynağı Avrupa'yı kasıp kavuran "Yeni Sinema" hareketleridir. 60 sonrasının o ateşli, devrimci atmosferini soluyup sosyalizme bağlanana Sevgi Soysal, yeni bir gerçekçilikle, yeni bir sinemayla, yeni bir romanla yeni bir insana, yeni bir hayata aşılmak istemişti.
Edebiyat ve devrim ilişkisini sloganlaştırmadı, romanlarını fikirlerini taşıyan gövdeler olarak düşünmedi; geleneksel yapı ve kurumların tümünü hedefleyen değişim edebiyata da yansımahydı. Değişim talebi özellikle kadın meselesinde yakıcıydı: "Tante Rosa bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır" demişti Sevgi Soysal "Tante Rosa"nm sonlarında... Henüz bir cevap bulamasa da, "Yürümek" romanının kahramanı Ela, işte bu kadınca bilmeyişleri açmaya soyunacak, Sevgi'nin kadınlarının yürüyüşü, "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti"nde ve "Şafak"ta, giderek artan bir siyasi bilinçlenme ile devam edecekti...
80'lerden sonrası kendisini hala sosyalist kimliğiyle tarif eden kadın yazarlar görünmez oldu. Ancak 70'li yılların devrimci kadın tipi ve ilişki biçimleri devrimciler dışında hemen her kesim tarafından kıyasıya tartışıldı. Geçmiş bugüne taşınırken bugün geçmişe gönderildi.
Devecioğlu: Kuş Diline Öykünmek
Geçmişin ilişkilerinde yaşanan hataları ne göz ardı ediyor ne de küçümsüyorum, ama 80 sonrası edebiyat ortamına hakim olan hava geçmişte yaşananları bugünün fantezileri ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden tanımlamaktan başka bir şey değildi. 8o'lerin sonuna doğru hareketin içerisinden gelen kadınların eli yeniden kalem tutmaya başladıysa bile, pek göğü sözünü ettiğim temalar etrafında dolandılar.
Umutsuz gibi görünen bu tabloyu biraz renklendirmek için yazımı Ayşegül Devecioğlu'nun "Kuş Diline Öykünmek" (2oo4) romanıyla bitireceğim: Devecioğlu, tarafları ve tanıkları hala yaşayan 12 Eylül gibi özel bir siyasal, toplum-sal tarihi içerden bir bakışla, tarafını ve kuşkuya yer bırakmayan tanıklığını hiç gizlemeden romana aktarırken hem şiddetin kadınlar üzerindeki ikili etkisini vurgulamış hem de iktidarın cinsel kimliğini sorgulamış.
Toplumsal belleğin nasıl çalıştığını, hatırlananların içeriğinin nasıl değiştirildiğini ya da unutulduğunu çarpıcı hikayesiyle açığa çıkaran "Kuş Diline Öykünmek", yenilginin nedenlerini, toplumdan kopulan anı ve yalnızlaşmayı sorguladığı kadar iktidara şartlanmış ve her şeyi devrim sonrasına bırakmış devrimci anlayışa ve hareketin erkek karakterine getirdiği eleştirilerle de dikkat çekici. (AÖT/AD)