Fotoğraflar: Evrim Kepenek/bianet
Nargül, Miray, Ayşegül, Nasiba, Güler, Carmen..
Geçen hafta erkeklerin öldürdüğü kadınlar…
Aleyna, Seher, Mevlüde, Hatice ve Pınar’ın ise ölümü basına “şüpheli” olarak yansıdı.
Türkiye’de erkekler sistematik olarak kadınları öldürüyor. Erkeklerin cinayetlerini, şiddetini, medya “platonik aşk”, “ekonomik cinnet” başlıklarıyla vererek meşrulaştırıyor; yargı, şiddet uygulayan erkeği serbest bırakarak başka erkekleri de şiddet uygulama konusunda cesaretlendiriyor.
TIKLAYIN - Avukat Meriç Eyüboğlu: Erkek Şiddeti Diyoruz Çünkü Fail Erkek
Tüm bu şiddet sarmalı içinde Adalet Bakanlığı, Aile ve Çalışma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı da “Biz genelgeler çıkarıyoruz, gerekeni yapıyoruz yine de kadınlar öldürülüyor” benzeri açıklamalar yapıyor.
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 No’lu yasanın tüm kurumlarda eksiksiz olarak uygulanmasıyla azalacak olan erkek şiddeti sorunu azalmıyor.
Feminist avukat O. Meriç Eyüboğlu, 25 yıldır erkek şiddeti ile hem sokakta hem mahkemelerde mücadele ediyor.
Eyüboğlu, kadınlar arasındaki dayanışmanın önemine dikkat çekiyor ve erkek şiddetine karşı dayanışmaktan başka yolumuz yok diyor.
TIKLAYIN - 2008'den 2020'ye bianet erkek şiddeti çeteleleri
“Kadın Hareketi güçlü olursa hepimiz güçlü oluruz” diyen Eyüboğlu anlatıyor.
“Bakan doğru söylemiyor”
Geçen hafta basına erkek şiddeti sonucu yaşamını kaybeden en az sekiz kadının ismi yansıdı. İçişleri Bakanlığı'nın “şiddet azaldı” dediği dönemde cinayetlerin olması bize ne söylüyor?
Erkek şiddeti, kadın cinayetleri ile sınırlı değil. Ama sadece kadın cinayetleri açısından bakınca bile durumun ne kadar korkunç olduğu ortada. Üstelik bildiklerimiz sadece sosyal medyada haber olabilen kadın cinayetleri. Gerçekte bu bir haftada kaç kadın öldürüldü, bilmiyoruz.
Üstelik pandemi günlerinde, kadın cinayeti dışında tecavüz, evlilik içi tecavüz, istenmeyen gebelik (zorla gebe bırakma), çocuk istismarı, fiziki ve psikolojik şiddetin her türü ve tüm bunların yanı sıra dijital şiddet diye adlandırılan sosyal medya ve diğeri iletişim araçları ile ısrarlı takip ve cinsel taciz suçlarının da artığını gördük, görüyoruz.
İstanbul Sözleşmesi imzacı ülkelere, erkek şiddetine ilişkin veri toplama yükümlülüğü getirdiği halde, Mor Çatı adına yaptığımız başvurudan ilgili Bakanlıkların bu yükümlülüğünü de yerine getirmediğini biliyoruz. Ancak erkek şiddetine ilişkin başvuru alan feminist örgütlerin ve kadın örgütlerinin raporlarında bu özetlediğim bilgiler yer alıyor.
Dolayısı ile Soylu, doğruyu söylemiyor.
TIKLAYIN - İçişleri Bakanlığı, Kadınları Erkek Şiddetinden Korumak İçin Ne Yaptı?
“Pandemide kadınlar kendi kaderlerine terk edildi"
Türkiye, pandemi sürecinde kadınları koruyabilmek için yeterli düzeyde önem aldı mı?
Hayır almadı. Önce Kadınlar Birlikte Güçlü Platformu, ardından Kadın Sığınağı ve Dayanışma Merkezleri Kurultayı bileşenleri, devamında ülke genelinde bu alanda çalışan 155 kadın örgütü siyasi iktidarı acil önlem/eylem planı almaya davet etti, defaatla. Hiçbir talep duyulmadı, görülmedi, dikkate alınmadı.
Oysa pandemi günlerinde de kadınlar, erkek şiddeti konusunda bütünüyle kendi kaderlerine terk edildi. Bir yandan Hakimler Savcılar Kurulu’nun 30 Mart tarihli kararı ile 6284 sayılı yasa kapsamında şiddet faili erkekler için verilecek evden uzaklaştırma tedbiri askıya alındı. Zira HSK, bu kararı verecek olan mercilere; yükümlünün, yani şiddeti uygulayanın, yani erkeğin “koronavirüs kapsamında sağlığını tehdit etmeyecek şekilde değerlendirme yaparak” karar vermesini söyledi. Bu, salgın günlerinde biçare erkekleri evlerden uzaklaştırıp sokağa atmayın demenin kibarcası elbette.
Nitekim bu süreçte tedbir kararlarının verilmesinde ciddi sıkıntılar yaşandı. Pek çok kadın başvurusunun üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen herhangi bir karar verilmemesinden şikayetçi. Özellikle evden uzaklaştırma tedbirinin sakınılarak verildiğini, verildiği durumda da kısa süreli olarak verildiğini gördük. 15 gün, bir ay gibi. Kararın muhataba, yani erkeğe tebliğ edilmesi gerekiyor. Ancak karakollar kararları tebliğ etmekte, diğer zamanlara göre daha da ihmalkar davrandı. Böylece daha karar tebliğ edilmeden, uzatma kararı için yeniden gidip başvurmak gereken bir döngü içinde buldu kadınlar kendilerini. Bu şekilde 2.5 ayda 4 kere gidip Bakırköy adliyesi koridorlarını arşınlamak zorunda kalan bir başvurucumuz oldu örneğin.
Mor Çatı’nın hem raporlarında hem da sosyal medya hesaplarında pek çok kez paylaştığı gibi kadınların acil imdat çığlığına cevap verecek merci de bulamadık pek çok kez. Örneğin 155’in “şu an cevap veremiyoruz” diyen bant kaydı dışında aramalara cevap vermediği pek çok örnek var. Ben de saatlerce kağıthane ilçe emniyet müdürlüğünü aradım örneğin.
Bir biçimde kendini evden dışarı atmayı başaran kadınlara kimi zaman “sığınıkta yer yok” kimi zaman “ikametgahınızın olduğu şehirde başvurun”, “çocuklarla alamayız”, “darp raporu getirin” yanıtları verildi, karakollar tarafından.
Kısacası erkek şiddetine maruz kalıp yardım istediğimizde karakollara ulaşamadık, ulaştığımızda tedbir kararı ve diğer haklarımızdan yararlanamadık. Adam evden gitmiyor barı ben gideyim dediğimizde de, gidecek yer bulamadık.
Bir de tüm bunlara infaz kanunu ile etrafa salınan onca kadın düşmanı erkek eklendi. Son olarak kaybettiğimiz kadınlardan Nargül Yıldız örneğin, 44 ayrı suç nedeniyle cezaevinde olan, infaz kanunu sonrası dışarı çıkan ve devlet tarafından denetlenmeyen, takip edilmeyen, önlem alınmayan Ahmet Ünal tarafından katledildi.
Bu arada özetlemeye çalıştığım sorunların tamamı, bu günlere özgü sorunlar değil maalesef. Olağan zamanda da yaşadığımız sorunlar ancak pandemi günlerinde daha da katmerleşti.
Bu noktada Ankara Büyükşehir Belediyesi gibi kimi belediyelerin de erkek şiddeti konusunda kadınlara seçenek yaratmaya çalıştığını söylemeliyim ama merkezi idare kesinlikle ve kesinlikle tek bir adım atmadı, tek bir önlem almadı. En basiti İstanbul Sözleşmesi gereğince de hayata geçirilmesi zorunlu olan, sadece erkek şiddetine yönelik hizmet sunacak acil telefon hattı talebini bile karşılamadı.
Oysa onca kadın onca kadın örgütü 155’in ve 183’ün kapasiye ve yoğunluk nedeniyle yeterli olmadığını haykırıp durdu. Kadın örgütlerinin onca çağrısı, talebi, itirazı, eleştirisi görmezden gelinmeye devam etti. .
“Medyanın dilinden de hükümet sorumlu”
Ayşegül Aktürk cinayeti basında “platonik aşk” cinayeti olarak yansıtıldı. Bir avukat olarak erkek şiddeti ile mücadele ederken bir de basının “kadını yok sayan ve erkek açısından bakan” haberleri ile mücadele etmek zorunda kalıyorsunuz. Buna dair ne söylemek istersiniz? Medyaya bir tepkiniz var mı?
Medyanın cinsiyetçiliği, yaşamımın her tarafında karşımıza çıkan patriyarkal sistemin bir parçası. Biz bununla, son birkaç günün sıcak gündemi olan Çağlayandaki adliyesine asılan afiş örneklerinde olduğu gibi adliyelerde, yine son günlerde arka arkaya yapılan teşhirlerle daha yüksek sesle konuşulmaya başlayan akademide, DİSK, KESK, TMMOB, TTB tarafından ilan edilen “Covid 19’a karşı 7 acil önlem” paketinde kadınlara ilişkin tek söz, tek talebin olmaması örneğinde olduğu gibi toplumsal muhalefette, erkek failleri kollayan, gözeten mahkeme kararlarında…Kısacası hayatın her alanında karşı karşıyayız.
Medya, sadece erkek şiddetini bazen aşk, meşk, “tutku cinayeti” diyerek normalleştiriyor, bazen aldatma, “namus” vs diyerek meşrulaştırıyor, pek çok durumda sadece kullandığı dille değil, eşlik eden görsellerle de erkek şiddetini pornografik hale getirerek “satıyor”.
İstanbul Sözleşmesi imzacı ülkelere, medyadaki cinsiyetçi, ayrımcı ve erkek şiddetini meşrulaştıran dille mücadele görevi de yüklüyor. Dolayısıyla sadece medyada çalışanların, bu haberleri yapanların, bu haberleri yayına hazırlayanların, onaylayanların değil, doğrudan hükümetin de bu konuda yükümlülükleri var.
Tabi meselenin bu boyutunda da yaprak kıpırdamıyor.
Sosyal medyanın nasıl bir etkisi var? Örneğin 'Erkek yerini bilsin' kampanyası hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce amaç neydi, etkili oldu mu?
Nasıl başladığını bilmiyorum, kimi yerlerde bir kadının attığı tweetle başladığını okudum. O an ne düşünmüştü bilmiyorum ama sonrasında çığ gibi büyüdü. Ben "Erkekler çiçektir” tweetini gördüm ilk olarak, eş zamanlı olarak feminist gruplarda bir tartışma başladı. Kimi feminist kadınlar, bunun tehlikeli bir yöntem olduğunu, içini boşaltalım derken erkeklik hallerini, erkek şiddetini, erkeklerin toplumsal konumunu sempatik ve sevimli kılma, “normalleştirme” riski taşıdığını ve hatta doğrudan buna hizmet edeceğini söylüyordu. Yani bunca kadın cinayeti varken, bu şaka konusu olamaz, “erkeklik şakaya gelmez” diyordu. Ben yürüyen bu tartışma karşısında tereddüt edip kafası karışanlardanım.
Doğrusu böyle bir risk taşıdığını kabul etmemek mümkün değildi ama gitgide de daha kapsayıcı ve oldukça yaratıcı bir eyleme dönüşüyordu. Sanıyorum itiraz eden pek çoklarının ve benim gibi tereddüt edenlerin, bunun dışında kalmasını önleyen şey belli çevrelerden kadınların ötesine geçip çok geniş bir kalabalığa ulaşması oldu.
Ve belki kimilerinin biraz eğlenmek, gülmek için başladığı eylem, giderek erkeklik sorgulamasına döndü. 100 bin katılımdan, iki binden fazla tweetten, neredeyse iki gün boyunca TT olmaktan söz ediyoruz. Ama odaklanmamız gereken yer bunca kalabalığa ulaşması değil de, içeriği, tartıştığı, sorguladığı kadınlık-erkeklik rolleri olmalı elbette.
Nitekim yarattığı etki ile mevcut hükümeti, hükümeti de aşan daha büyük bir çevreyi rahatsız etti. Akabinde Sümeyye Erdoğan’ın yönetim kurulu üyesi olduğu KADEM’in açıklaması geldi. Malum, erkekler yerini bilsin için “İnandığımız değerleri zedeleyecek boyuta ulaşmıştır. Kınıyoruz, reddediyoruz” diyen bir açıklama yaptılar.
Bir parçası olduğum @feministavukatt tarafından da söylendiği gibi; zaten o "değerleri" göze sokmak, teşhir etmek, daha da önemlisi sonradan öğrenilmiş/öğretilmiş ve dolayısıyla değiştirilebilir, iptal edilebilir, yerine yenisi konabilir, yıkılabilir "değerler" olduğunu göstermekti amaç. Başlangıçta böyle olsa da olmasa da geldiği nokta bu.
Feminist kuram diyor ki, patriyarkal sistem kadınlar ve erkeklere roller biçmiş, “kadınlık değerleri”, “erkeklik değerleri” atfetmiş durumda. Bunlar yapısal, yani öğrenilmiş/öğretilmiş, sonradan inşa edilmiş, dolayısıyla ortadan kaldırılabilir roller/kalıplar. Bambaşka bir dünyanın mümkün olması için, bizlere biçilen bu rollerden, ki bunlar aynı zamanda bizim yüklerimiz, prangalarımız. Bu yüklerden kurtulmamız gerekiyor.
Dolayısıyla KADEM’in "değer" dediği kadınlık-erkeklik rollerini sorgulamak, aşındırmak, sarsmak ve nihayetinde ortadan kaldırmak bizim görev telakki ettiğimiz bir durum zaten.
KADEM’in kadın mücadelesindeki yeri ve konumu da, bir kez daha görülmüş ve anlaşılmış oldu böylece. Zaten akademide taciz nedeniyle gündemde olan Umut Ö. hakkında, Akit vs de “Fetöcü”, “Gezici” haberleri çıktıktan sonra açıklama yapmış olmaları da, hükümetin yedeği olma pozisyonundan çıkmayacaklarını bir kez daha göstermişti.
Erkekler, samimiyetle kadınlarla dayanışmak istiyorlarsa, örneğin 8 Mart'a ve bilumum kadın eylemine gelmek, erkekler yerini bilsin eyleminde kadınlarla tweet yarışına girmek yerine mevcut halimizi, ahvalimizi, bu çifte standartlığı, bu iki yüzlülüğü yani kendilerini sorgulasın, bize yeter. Bir de gölge etmesinler
Peki akademide yaşanan tacizlere ilişkin ardı ardına yaşanan ifşaalar bize ne anlatıyor?
Kadınlara yönelik ayrımcı ve eşitsiz tutumların ve bunun bir tezahürü olarak cinsel şiddetin akademide de yaşandığını biliyorduk. Bu kimi zaman teşhir konusu oldu. Hatta yakın tarihte Barış İçin Akademisyenler içindeki feminist kadınlar, Bak imzacısı bir öğretim görevlisinin taciziyle ilgili teşhir metni de yayınladı.
Yine barış akademisyenleri içinde irili, ufaklı başka teşhirler de yapıldı. Murat Paker, her ne kadar danışanına yönelik cinsel şiddeti nedeniyle yargılanıp ceza almış olsa da hem imzacı olması hem de akademik camiada tanınan bir kişi olması nedeniyle, yürüyen tartışmaya akademi çevresi de katıldı ve hatta Murat Paker'i göğsünü siper edip cansiperane savunan bir sürü erkekle ve kadınla tanışmış olduk. Tanıdıklarımızın ise, söz konusu olan “tanıdık biri” olduğu zaman nasıl da tanımadığımız kişilere dönüştüğünü gördük.
Şimdi Pınar Dinç ardından İrem Aydemir’in sosyal medya yoluyla Umut Ö.’yı teşhir etmesi, meselenin Murat Paker, Güven Gürkan Öztan, Umut Ö. vb meselesi olmadığını, isimler değişse de tavrın değişmediğini gösterdi.
Demek ki neymiş “kadının beyanı esastır” başta olmak üzere kadın-erkek eşitliği ya da eşitsizliği üzerine kurulan tüm cümlelerin sınırı “tanıdığın bir erkek”e kadarmış.
Tebessüm Yılmaz başta olmak üzere kadınlar art arda yaptıkları açıklamalardan, yaşadıkları erkek şiddetini açıkladıktan sonra da akademik camiada nasıl yalnız bırakıldıklarını, adı geçen erkeklerle dayanışma ve/veya arayı bozmama tutumunun nasıl devam ettirildiğini görmüş olduk.
Yani sadece Pınar Dinç, İrem Aydemir, Tebessüm Yılmaz ve cesaretle anlatan onca kadınının teşhir ettiği erkeklere ilişkin değil, yaşandığı zamanlarda bunlara tanıklık edenlerin aldığı ve almadığı tutumlara, diğer yandan kamusal alanda bu derece yaygın olarak teşhir edildikten sonra alınan ve alınmayan tutumlara ilişkin de çok öğretici oldu bu süreç. Kadınlara ilişkin yine “Psikolojik sorunları var”, “Aslında gönül ilişkimiz vardı”, “Yargısız infaz yapılıyor”, “Masumiyet karinesi nerede” klişeleri havalarda uçtu, uçuyor. Tıpkı erkek şiddeti davalarında olduğu gibi. Yani bu tartışmanın tarafı olup, kendisini mevcut hükümete muhalif, eşitlikçi, özgürlükçü, haklardan yana vb şekilde tanımlayanlar, beğenmedikleri devlet organlarının yaklaşımdan bir farkları olmadığını bilsinler.
Erkek şiddetinin azalmaması noktasında yargının cinsiyetçi kararlarının etkisi var mı sizce? Yargı ve siyasi söylemler cinayetleri meşrulaştırıyor olabilir mi?
Mesela son günlerinde Aleyna Çakır cinayeti ile birlikte yine kadın intiharları tartışması gündeme geldi. Kadın cinayetlerinde intihar etti klişesi ile giderek daha çok karşılaşıyoruz. Yakın tarihte sona eren Şengül Karaca davasında da, sanık cinayet değil taraf intihar olduğu ettiği iddiasındaydı. Ona göre Şengül öğretmen, üçüncü katta bulunan evinin penceresinden kendisini atmıştı.
Peki sanık ne yapmıştı, eşofmanlarını çıkarıp üzerini değiştirdikten sonra aşağıya Şengül öğretmenin düştüğü yere inmişti!? Yanınızda biri kendisini pencereden atıyor, üzerini değiştirmek değiştirmek kimin aklına gelir allahaşkına? Yapılan incelemede failin pantolonunda kan izleri bulundu. Şengül öğretmen o gece sosyal medya hesaplarından bu adamın kadınlara şiddet uyguladığını yazmıştı üstelik. Tüm bunlara rağmen mahkeme cinayet olmadığa karar verdi. Dosya henüz istinaf aşamasında sonuçlanmadı.
Ama bu cezasızlık hali, intihar süsü verilmiş kadın cinayetleriyle daha sık karşılaşmamıza neden oluyor. Kadın cinayeti davalarında halen “Çok âşıktım, tutkumdan öldürdüm” ve cinnet geçirdim, kendimi kaybettim, ne yaptığımı hatırlamıyorum” gerekçelerinin bir gideri var. Şimdi be aşk, meş, tutku ve cinnet hali yani cezai ehliyetin bulunmaması iddialarına intihar süsü verilmiş cinayetler ekleniyor. Çünkü kadın katilleri, kadın cinayeti haberlerini bizler kadar dikkatli takip ediyor. Uzun süredir cinayet yöntemlerinin de, yargılama sırasındaki sanık savunmalarının da birebir aynı olduğunu yani kopya cinayetler ve kopya savunmalar olduğunu söylüyoruz zaten.
Dolayısı ile yargılama pratiğindeki hem cezasızlık halleri hem erkeği koruyan, kadını sorgulayan cinsiyetçi yargılama sistemi erkekleri tabii ki daha cesaretlendiriyor.
Yöneticilerin açıklama, hal ve tutumlarının da kadınların mevcut durumlarını daha da gerileten, erkek şiddetini arttıran bir etkisi olduğu çok açık. “Kadınlar hamileyken sokağa çıkmamalı” açıklamasının sonrasında parkta yürüyüş yapan hamile bir kadının, bekçi tarafından tartaklanması bir tesadüf değil. Ya da “kadınlar yüksek sesle kahkaha atmamalı” açıklamasının ardından, toplu taşıma aracında şortunu kısa bulduğu için hiç tanımadığı bir kadına yumruk atma cüretini gösteren erkek örneği. Oysa yapılan tüm çalışmalar erkek şiddetin yakınlarımızdan eş, baba, abi, sevgili yani tanıdık erkeklerden geldiğini gösteriyor. Şu an yaşadığımız cinsiyetçi ve kadın düşmanı siyasi iktidar pratiğinde, hiç tanımadığı bir kadının bedenine, hayatına, haline, tavrına müdahalede bulunma hakkı gören bir erkek profili ile karşı karşı kaldık.
Yani erkek şiddeti yeni değil, hep vardı ama bu dönemi eskilerden ayıran, erkeklerin tanıdığı ve tanımadığı tüm kadınların hareketlerine, davranışlarına ilişkin müdahalede bulunma hakkını kendinde görüyor olması. Bu da mevcut siyasi iktidarın kadın erkek eşit değildir, bu fıtratlarına aykırı söylemi başta olmak üzere yaptığı açıklamalar ve aldığı tutumlardan beslendi, bu durumdan güç aldı.
“Erkek şiddeti ile hep birlikte mücadele edebiliriz”
Biz kadınlar, bireysel veya örgütlü olarak “kadınlar öldürülmesin” diye ne yapabiliriz?
Biz tek tek kadınlar olarak birbirimizle dayanışmak, bunu içselleştirmek ve yaygınlaştırmak zorundayız öncelikle. Evde, sokakta, herhangi bir yerde bir kadının çığlığını duyduğumuzda yardıma ilk biz koşmalıyız.
Erkek şiddetine karşı yalnız ve çaresiz olmadığımızı bilmek için, biraraya gelmek zorundayız. Bu nedenle kadın örgütleri kurmak, var olanlara gidip çalışmak, buraları güçlenmek, kadınlar olarak nefes alabilmemiz adına çok önemli.
Biliyoruz kadın hareketi güçlü olduğu zaman, tıpkı kürtaj haktır kampanyasında olduğu gibi siyasi iktidarın eli kolu bağlanabilir ve örneğin ilgili yasal düzenleme geçirilemez ya da çocuk istismarı kampanyasında olduğu gibi çocuklara tecavüz edenlere af çıkarılamaz.
Zira güçlü bir feminist hareket, güçlü bir kadın hareketi, kadınların ve yaşadıklarımızın ne siyasi iktidar ne de toplumsal muhalefet tarafından yok sayılamaması, görmezden gelinememesi demek herşeyden önce.
Birazcık sesimizi yükselttiğimizde, bugün yaşadığımız küçük örnekte olduğu gibi, Çağlayan’daki adliyenin duvarlarına asılan cinsiyetçi afişler indirilmek zorunda kalınır. Bu nedenle hepimiz, güçlü ve bağımsız bir kadın hareketi için kendimizi görevli saymalıyız.
(EMK)