Zorla kaybedilenlerin eşleri bu süreci nasıl yaşadı? Hayatları nasıl değişti? Kimlerle dayanışma ilişkisi kurdu? Kaybedilme sonrasında nasıl bir mücadele verdi? Eşlerinin kaybedilmiş olması ile eşlerinin ölmüş olması arasında kadınların deneyimi, toplumsal statüleri ve sosyal hakları açısından nasıl bir fark var? Kadınların yaşadıkları ihlallerin telafisi için talepleri neler?
Hakikat-Adalet Hafıza Merkezi, “Fotoğrafı Kaldırmak: Eşleri Zorla Kaybedilen Kadınların Deneyimleri” raporunda bu sorulara cevap arıyor.
Kadınlar, zorla kaybedilenlerin arkasında kalanlar olarak bu durumdan doğrudan etkileniyor ve erkeklerden çok daha farklı deneyimler yaşıyor. Zorla kaybetmeler, geride kalanları sürekli bir arayış içinde bırakarak diğer devlet şiddeti türlerinden ayrılıyor. Bunun yanı sıra tüm dünyada zorla kaybetmelere karşı mücadeleyi de ağırlıklı olarak kadınlar yürütüyor.
Hatice Bozkurt ve Özlem Kaya’nın hazırladığı raporda, Türkiye’de kayıt altına alınabilmiş zorla kaybedilen 272 kişiden yedisinin kadın olduğu belirtilirken, Türkiye’de zorla kaybetme stratejisinin erkekler hedef alınarak uygulandığı söyleniyor.
Bunun yanı sıra kadınların, devlet şiddetinin bu türünün ana hedefi olmamasının onları daha korunaklı kılmadığı, tam tersine onları geride kalanlar olarak savaşın yıkıcı etkileriyle baş başa bıraktığı vurgulanıyor.
2013 Eylül ve Kasım aylarında Şırnak, Diyarbakır ve İstanbul’da toplam 33 kadınla görüşmeler sonucu hazırlanan raporda, devlet şiddeti kadınların anlatılarındaki özgüllükler ve kadınlık deneyimleriyle ortaya konuyor.
Rapordan satırbaşları şöyle:
Yapılamayanların vicdan azabı…
Zorla kaybedilmenin hemen ardından, kaybedileni öldürülmeden bulma umuduyla aktif bir şekilde mücadele vermeye çabalayan kadınların deneyimleri maddi koşullar, sorumluluklara göre değişebiliyor.
Yapılanlara tanık olmaktan çok yapılamayanlar üzerinden oluşan vicdan azabı, arkada kalanların yaşadığı zorlukları özetliyor.
“Valla hamile olmasaydım, çocuklarım öyle perişan kalmasaydı, Ankara’ya kadar giderdim. Beni de orada öldürselerdi. Ama vallahi çaresizdim. Gitseydim de evimden çocuklarımı alır bir çukura atarlardı…”
Kadınlar, çoğunun sadece kendi dillerinde konuşabiliyor olması ve Kürtçenin yasal olmayan statüsü, kamusal alandaki mücadelelerini sınırladığını anlatıyor.
“Kızım benim Türkçem yoktu, Kürtçeydi. Ne zaman konuşsam, sus diyorlardı. Yani dilim olsaydı o zaman hadi yallah derdim, ya beni öldürürsünüz ya da.. Ama dilim yoktu.”
90’ların korku dolu atmosferinin, dayanışmayı da etkilediğini anlatıyorlar: “Valla kaybolan insan çoktu. Herkesin köyü yıkılmış, herkes birbirinden ayrılmıştı. Herkes kendi kahrıyla baş başa kalmıştı.”
Kadınların kendi ayakları üzerinde durma çabasındaki dayanışma örüntüleri ise yalnızlık anlatılarıyla dolu…
Raporda belirtildiği gibi “Eşi zorla kaybedilen kadınlar için, kendileriyle aynı kaderi yaşamış olmak demek, sadece eşini kaybetmiş olmak demek değil”.
Kayıp eşlerinin en önemli mücadele alanı Cumartesi İnsanları eylemleri. Kadınlar her cumartesi düzenlenen oturma eylemlerine gidiyor ve kaybettikleri yakınlarının “fotoğraflarını kaldırıyor”.
Eşi zorla kaybedilen kadınların deneyimleri, mücadeleleri ve taleplerini detaylarıyla okumak için: “Fotoğrafı Kaldırmak: Eşi Zorla Kaybedilen Kadınların Deneyimleri”, Hakikat-Adalet Hafıza Merkezi, Hakikat-Adalet ve Hafıza Çalışmaları Derneği Yayınları, 2014. (ÇT)