Peki yıllardır Anayasa metninde yer alan bu maddenin toplumsal hayattaki karşılığına baktığımız zaman ne görürüz?
"Kadınlar çiçektir", "Analar en yüce varlıklarımızdır" "Aile en kutsal birliktir". Bu gibi sözler sizler için ne ifade eder bilemiyorum ancak "Bir şeye ne kadar "güzelleme" yapma ihtiyacı hisseder ve "yüceltirseniz" ona aslında o kadar az değer vermişsiniz demektir" sözünü kanıtlarcasına, bu toplumda kadınlar yıllardır, varolmaları gereken yerde olamamış, her türlü ayrımcılığa maruz kalmıştır.
Türk toplumunun temeli olarak addedilen aileye baktığımızda ise; yine kadının yok sayılan cinsel ve ekonomik kimliği üzerine harçlandırılmış ve onun sırtında taşıdığı -ya da taşımak zorunda bırakıldığı- bir temel görürüz.
Gerçi Anayasa'nın 10. maddesiyle "Herkesin kanun önünde eşitliği" sağlanmış, "Hiçbir kişiye, aileye, zümreye, sınıfa..." imtiyaz tanınmamıştır. Üstelik devlet organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etmek zorunda oldukları da belirtilmiş ve bu metin yıllardır yazılı hukuk metni olarak dağarcığımızda yer almıştır.
Son olarak yapılan değişiklikle (Ek: 7.5.2004-5170/1 md.) "Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür." ibareleri de 10.maddeye eklenmiştir.
Ancak nedense her zaman olduğu gibi, kadınlar söz konusu olduğunda yasa insanları Anayasa'ya aykırılık ve ayrımcılık gözlüklerini çıkarmayı yeğlemiş ya da görmezden gelmişlerdir!
Erkeklere özgü gözlükler
Hayır böyle nitelemek yetmez; çünkü o gözlükler zaten farklı gözlüklerdir ve erkeklere özgüdür.
Yasa tasarıları hazırlanırken, tartışılırken (tabii böyle bir imkan olmuşsa), TBMM'de oylanırken, Anayasa'ya aykırılık iddiaları incelenirken... Bütün bunlar zaten erkekler arasında olmuştur. Kadınlar yapım süreçlerinde ve karar mercilerinde yoktur.
Niteliksel veya ideolojik nedenler üzerine bir araştırmaya girmeden, sadece kaba bir nicel istatistiklemeyle bakıldığında bile görülecek sonuç budur.
Bakılan farklı gözlüklerle ayrımcılığı görmek ya da görüldüğü halde düzeltmek mümkün olmamıştır yıllarca... Çünkü Dünya'da kadınlara yönelik bu denli ayrımcılık varken hukuk ve yasaların ayrımsız uygulanabilir ve tarafsız olduğunu iddia etmek de mümkün değildir.
Dolayısıyla "kadınların çiçek olması" da, "en kutsal varlıklar, anneler olması" da rivayetten öteye geçmez aslında... Bunlar yine bir tür koruma, himaye ya da ayrımcılık ifade eden "hoş" sözlerdir.
Kadınların karşılıksız emeği
Kadınlar bir yandan bu kadar "toplumun namusu ve korunmaya muhtaç" varlıklarken, diğer yandan, sanki gizli bir güç onların karnını doyurabilir, iş verebilirmiş ya da çocuklarına bakabilirmiş gibi davranılır. Emekleri görünmezdir, açık bir ifadeyle sömürülürler.
Feminist yazar Gülnur Acar Savran, şöyle ifade eder bu durumu: "Kadınların emeğine, aile içinde erkekler tarafından, evlilik sözleşmesi gereği el konduğunu ileri sürmekle birlikte (Christine) Delphy, aslında bu sözleşmenin gerçek niteliğinin boşanmayla ortaya çıktığını savunur.
Kadınların ücretli çalışma haklarının koca iznine bağlı olmadığı günümüzde, bu el koyma gelenekler, adetler, töreler aracılığıyla sürmektedir. 'Evliliğin başlangıcında bu sahiplenme yasal olarak maskelenmiştir; yasal çerçevesi müphem, kullanılmayan ve hatta lüzumsuz bir adete benzer. Ve ancak evlilik sona erince yürürlüğe girer.' Boşanma sonrasında küçük çocukların bakımının anneye bırakılması, bu el koymanın bir ifadesidir yazara (Delphy) göre.
Ama bundan daha önemlisi, boşanma sırasında kadına ödenen nafaka ve maddi / manevi tazminattır: Bunlar, kadınların evlilik boyunca karşılıksız emek harcadıklarının itirafıdır. Ne var ki kadının emeğinin "değeri", ancak bu el konma gerçekleştikten sonra ve erkek kadının emeğini yitirdiğinde görünür hale gelir..." (Beden Emek Tarih s.51-52)
Çalışıyorsan nafaka yok
Kadınlara "yoksulluk nafakası" bağlanır. Ancak bunun da koşulları vardır: "Davalı kadının Etibank'ta temizlik işçisi olarak çalışıp sürekli gelir sahibi olduğu anlaşıldığına göre boşanma yüzünden yoksulluğa düşeceği kabul edilemez..." (Y2HD 1997/7507 E. 8788 K.), "SSK'ya kayıtlı olarak devamlı surette çalışan eş için yoksulluk nafakası talebinin reddi gerekir..." (Y2HD 2003/1317 E. 2709 K.),
"Davalı, boşanma ve yoksulluk nafakası kararından sonra babasından yetim ve dul maaşı almış, yoksulluğu ortadan kalkmıştır. Bu nedenle... yoksulluk nafakasının kaldırılması gerekir." (HGK 2001/2-162 E. 185 K.),
İlçede oturuyorsan da yok
"...Davacının çalışmasını engelleyen bir halin olduğunu gösteren bilgi ve belge bulunmadığına göre; sırf ilçede oturmak ve kadın olmak, yoksulluk nafakası isteme hakkının bulunduğunu göstermez..." (Y2HD 1989/9377 E. 10663 K.)
Aksine, sırf "ilçede oturmak ve kadın olmak" bu hakkın varlığına delalettir. Çünkü aile bu kadar önemli denirse, kadınlar namusumuz denirse, boşanmış kadınlara iyi gözle bakılmazsa, yıllardır eşit eğitim olanakları ve çalışma koşulları sağlanmazsa, bir ilçede bir kadınla bir erkeğin aynı koşullarda ve çevrede bir ev tutabileceğini ve iş bulabileceğini varsayamazsınız.
Cinsel ilişkiden kaçınana da yok!
Kararlara devam edersek, bu konudaki bir Hukuk Genel Kurulu Kararı'na özel olarak değinmek gerekir. "Cinsel İlişkiden Kaçınan Kadının Dövülmesi (Eşit Kusur)" başlıklı kararda: "Kadının cinsel ilişkiden kaçınması, kocaya karısını dövme ve kötü davranma hakkını vermez. Bu durumda tarafların eşit kusurlu olduğunun kabulü gerekir. Şu halde boşanmaya karar verilmesi doğrudur." (HGK 1994/2-813 E. 1995/86 K.) denilmekte ve bu durumda kadının yoksulluk nafakası talebi de reddedilmektedir.
Yani kadın, belki onu da saldırı şeklinde yaşadığı cinsel ilişkiyi kabul etmemekle, kendisine şiddet uygulayan kocayla "eşit kusur"lu sayılmakta, hukuki tabiriyle söylersek "kadınlık görevleri"ni yerine getirmediği için, üstüne üstlük yoksulluğa mahkum edilmektedir.
Bir başka kararda ise "Kadının güven sarsıcı davranışlar içerisine girdiği ve evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına sebep olan hadiselerde ağır kusurlu olduğu anlaşılmaktadır. Kusuru ağır olan eş yararına, yoksulluk nafakası ve manevi tazminat takdir edilemez..." (Y2HD 2002/6750 E. 7499 K.) denilmektedir.
Karardaki muhalefet şerhine de dayanarak söyleyebileceğimiz ne olduğu belirsiz bir "güven sarsıcı davranış", kadınları açlıkla terbiye etmeye yeter de artar bile!
Eşitsiz bir yaşamda "kusur"
Kararlarda "eş" kavramı kullanılarak, "kusuru ağır olan eş yararına" denilerek, ayrımcı olmayan bir dil ve hukuk uygulandığı düşünülmemelidir. Kadınlara yoksulluk nafakası bağlamamak ve manevi tazminat takdir etmemek için öncelikle kadınları evliliğe mahkum etmemek, evlilik işçisi haline getirmemek gerekir.
Kadınlara genel olarak başka hiçbir seçenek sunmadan, eşit eğitim ve çalışma koşulları sağlanmadan, eşitsiz başlanan bir yaşamda "kusur" tartışması da, soyut ve salt teknik bir hukuk kavramı olarak ele alınarak yapılamaz.
Çünkü erkek ve kadın aynı koşullarda çalışsa bile, görünmez ev içi emek, ev içi ağır koşullar nedeniyle iş yerinde terfi edememenin getirdiği ekonomik koşullar ve özellikle yıllardır erkeklere ait olan mülkiyetin el değiştirmesini istememek, kadınları dün de bugün de yoksul kılar.
Medeni Kanun'un Yürürlük Yasası'nın 10.maddesi; mülkiyetin eşit dağılımını engelleyerek, ekonomik şiddete ve fiziksel şiddetin devamına neden olmaya devam etmektedir.
Eşlerin meslek ve işi başlıklı 192. madde de "meslek ve iş seçiminde ve bunların yürütülmesinde evliliğin huzur ve yararı göz önünde tutulur" ifadesinin muğlaklığı ve genel olarak ev dışında çalışmanın kadınların feragat etmesi gereken bir durum olarak algılanabileceği yani "huzur bozacağı" endişesiyle, olumsuz bir değişiklik olarak durmaktadır.
Etkin koruma tedbirleri, kadını sadece eşin mali durumuna tabi kılmayan bir sosyal devlet ve gelecek endişesinin giderilmesi halinde, bugün içine hapsolunan "aile" belki bir ölçüde, gerçekten seven insanların nikahlı ya da nikahsız beraberliklerine dönüşebilir. (FK/EÖ)