Doğrusu, Anayasa Mahkemesi gibi bir yargı organının başkanının seçimi konusunda, seçim sürecinin bu denli uzun olması yadırgatıcı bir durumdu. Zira devletin temel organları arasındaki ilişkilerin siyasi ve hukuki tasarımı ışığında uyumunu gözetmek ve insan haklarının korunması için, anayasal düzen bağlamında hukuki sorumluluğu bulunan bir yargı yerinin başkanının seçimi bu ölçüde uzun olmayabilirdi.
11 asil veya yedek üyenin oy kullandığı bu seçimde, adaylara düşen oylar aşağı yukarı belliydi. Buna rağmen adaylıkta oldukça ısrarlı olunduğu izlenimi veren bir seçim tutumu belirginleşti. Başkanlık seçiminin, siyasilerden oluşmayan bir heyet bakımından daha kolay ve mutedil olduğu görünür olabilecek bir tarzda sonuçlanmasını dilerdim.
Seçim turlarının sonucunda, başkanlığa Mahkeme üyesi Tülay Tuğcu'nun seçilmesi, kamuoyundaki ilk tepkilere bakılacak olursa, her şeyden önce kadın erkek eşitliği bağlamında değerlendiriliyor. Bu açıdan, elbette bir kadın üyenin, ilk kez Türkiye Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na seçilmesi önemli bir gelişmedir.
Ancak sadece buna bağlı olarak, Türkiye'nin, kadın-erkek eşitliği konusundaki sorunlarını çözmüş ve çelişkilerini giderebilmiş bir ülke olduğunu ileri sürmek de mümkün değil. Ve bu konuda, Anayasa Mahkemesi'nin üye tablosundan önce, devletin tüm temel organlarının cinslerarası eşitlik konusundaki tutumu ve uygulaması daha da önem kazanıyor. Bu konuda, pek övünülecek bir konumda olduğumuz söylenemez.
Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na bir kadın üyenin seçilmesi, Mahkeme başkanının kişiliğinde, kendiliğinden, bir haklar konusu olarak belirginlik kazandığı için, sayın başkanın da bu konuya ilişkin yaklaşımının, ilk planda önem taşıdığını düşünüyorum.
Başkan Tuğcu, dünkü Milliyet gazetesinde yer verilen mülakatında, Anayasa Mahkemesi'nin yapısı ve yetkisi konusunda, farklı yasal değişiklik önerilerine de değiniyordu. Bunlar arasında, özellikle insan hakları bakımından önem taşıyan bir öneri, bizzat Mahkeme tarafından hazırlanan değişiklik önerileri arasında da yer alıyordu ve Mahkeme'ye yapılacak bireysel başvuru hakkıyla ilgiliydi.
Böylece, Anayasa Mahkemesi'nin bir 'insan hakları mahkemesi' gibi de çalışması ve hak ve özgürlüklerle ilgili, doğrudan kişilerce yapılan şikâyet başvurularını da incelemesi öngörülüyordu. Başkan Tuğcu da, o mülakatta bu öneriye dikkat çekerek, "Niçin bir vatandaş kendi haklarının ihlal edildiğini ileri sürmek için AİHM'ye (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) kadar gitsin?" sorusunu soruyordu.
Bu, elbette sorulması gereken bir sorudur ve yıllardır da sorulur. Çünkü bu sorunun özü, aslında Türkiye'deki, idari veya yargısal hak arama yollarının ne denli etkili olup olmadığıyla doğrudan doğruya ilgilidir.
Bir kişinin, görece mağduriyetinin giderilmediğini düşünmesine yol açan nedenler, ülkemizdeki hak arama yolları önünde ya da daha sonra, idarenin uygulamalarıyla acaba ne ölçüde ortadan kaldırılabiliyor veya kaldırılamıyor?
Son yıllarda, epey iyileştirici çaba gösterildiğini söylemek mümkün. Ancak hukukun koruyuculuğu işlevinin, sadece birtakım yasal düzenlemelerin idare veya mahkemelerce harfiyen uygulanmasından ibaret olmadığının dikkate alınması da, insan hakları hukukunun temelinde bulunan bir gerçektir.
Bu açıdan bakılacak olursa, sorunun özü, haklarının ihlal edildiği iddiasında bulunan ve bunun için hak arama yollarına başvuran bir kişinin, bu tür yollara başvurmasının kolaylaştırılması anlamına gelir. Ancak bununla sınırlı da değildir.
Bu sayede, o kişinin, böyle bir şikâyete konu olan ilişkiler bağlamındaki konumunun da güçlendirilmesini dikkate almak zorundayız. Türkiye hukuk düzeninin bu sorunun sosyal, vb. cephesiyle ilgili olarak, yeterli güçlendirme araç ve mekanizmalarına sahip olduğunu söylemek maalesef mümkün değil.
Bundan yaklaşık yedi yıl önce, Ailenin Korunması Hakkında Kanun adıyla bir düzenleme yapılmıştı. Amaç, kocasının şiddetine maruz kalan kadınların yasal olarak korunmasıydı.
Önemli bir gelişmeydi. Ama bu nedenle evden uzaklaştırılan veya tutuklanan erkek eşin, bu kanuna rağmen eşine yönelik ölümcül şiddetinin önlenebildiği söylenebilir mi?(TT/EÜ)