"Anadolu erkekleri"ne gelince, ahlaka vurgu yapıp kendileri de gerçekten ahlaklı olan erkekler bu düzenlemeyi destekliyorlar; sadece çevresi dolayısıyla ahlaka vurgu yapmak zorunda kalıp aslında hiç de oralı olmayan (ve belki cezai önlemler olsa da davranışlarını sürdürecek olan) erkekler bu düzenlemeyi destekler görünüyorlar; ahlak konusuna pek önem vermeyen erkekler ise konuya rahat ve kendilerince makul bir tarzla "Canım, alan almış, götüren götürmüş, ne var bunda?" diyerek yaklaşıyorlar.
Anlaşılır gerekçeler
Bu farkın nedenleri kolayca anlaşılabilir. Kocaları karşısında kendilerini güçsüz konumda bulan kadınlar, hiç değilse ceza korkusuyla adamları yola getirebilmeyi, bugüne kadar uğramış oldukları haksızlık ve saygısızlıkların önünü alabilmeyi umuyorlar. Erkeklerin davranış ve ifadelerinde görüldüğü gibi, kadınlar kocaları tarafından düzenli olarak mağdur edilmiş olmasalar, bu tasarı toplumda bu kadar heyecan ve hararet yaratmazdı.
Bu işi önlemenin yolunun bu olup olmadığına gelmeden önce, konunun İslami kurallarla ilişkisi noktasına değinilebilir. Hz. Musa'ya inen 10 emirde zina yasağı gerçekten vardır; fakat İslamiyet'te bu konu biraz daha "liberal" bir şekilde ele alınır. İslam'da "özel" hayatın/alanın (mahremin) korunması ilkesine verilen önem dikkate alındığında ve bu alanın gerçekten korunduğu bir durum varsayıldığında, "zina"nın cezaya uğratılmasının güçleştiğini görürüz.
Çünkü zina lafla (iftirayla) değil, ancak dolaysız tanıkların varlığı ile kanıtlanabilir; kanıtlanmadığı takdirde böyle bir şeyden söz edilemez. Zaten bu yüzden de, geleneksel olarak, zinanın kanıtlanması için mahalleli birlik olup haneye (yani mahrem alana) "tecavüz" etmiş, yani bir ilkeyi kendince uygulamak için bir başka ilkeyi çiğnemiştir.
Kuşkusuz, hemen her seferinde baskına uğrayan taraf, mahallenin "namus" düzeyini belirlemekle yükümlü tutulan "kadın" olmuş, baskını düzenleyenler de esasen kendilerini bu düzeyin muhafızları olarak gören erkekler olmuşlardır. Dolayısıyla, konu İslami kurallardan ziyade, daha genel bir "gelenekçilik" ve "muhafazakâr"lıktan ileri gelmektedir.
Aile yapısı ve imam nikâhları
Türkiye'de evlilik ve aile yapısını erkeklere sadece bir kadınla evlenme hakkı veren 'medeni kanun' düzenler, ama genel olarak bilindiği ve bu zina tartışmaları sırasında da sık sık değinildiği gibi, birçok erkek sivil nikâh yoluyla evlendikleri kadından başka kadınlarla "imam nikâhı" yoluyla sürekli ve geçici ilişkilere girerler. Medeni kanun yürürlükte olduğu sürece, imam nikâhı yoluyla girilen ilişki "zina" sayılmak zorundadır.
Demek ki burada da konu İslamiyet değil, genel bir "muhafazakârlık" ile bağlantılıdır. Üstelik, İslami imam nikâhı yoluyla birden çok ilişkiye girme olanağı sadece erkeğe verildiğine göre, AKP'nin önerdiği kanun tarafından korunma altına alınmak istenen (daha doğrusu alınmak istendiği iddia edilen) kesim, yine kadınlardır.
O halde, bu olgular çerçevesinde, hükümetin sadece "demokratik" (yani halk tarafından ifade edilen) bir talebe karşılık verdiğini değil, üstelik mağdur durumda olan, toplumun korunmaya ve desteklenmeye muhtaç olan bir kesimine, yani kadınlara, arka çıktığını mı söyleyeceğiz? Hükümet bu cezai düzenleme yoluyla kadınlara gerçekten bir hizmet götürmüş mü olacaktır?
Haklar ve gerçek
Yoksa tam tersine, bilerek veya bilmeyerek, kadınlara daha çok zarar mı verecek? Konuştuğum 'Anadolu kadınları' konu diyalog içinde ele alındığında, kısaca anlatmaya çalışacağım noktaları kolaylıkla anlıyorlar ve sonuç olarak bu önerilen zina düzenlemesinin hiç de kendi çıkarlarına olmadığını, oysa mağduriyetlerini önlemenin başka yolları olduğunu görebiliyorlar.
İlk olarak, şu anda medeni kanun kadınlara zina yapan erkeği boşama olanağı verdiği halde kadınlar genellikle bu yola neden başvurmuyorlarsa, aynı nedenler (daha da fazlasıyla) kocalarını şikâyet edip hapse attırma seçeneğinin önünde engel oluşturacaktır.
Kadınlar erkeklere (ekonomik ve toplumsal) çeşitli yollardan bağımlı oldukları sürece, bu önerilen kanun kadınlar tarafından kendi lehlerine kullanılamayacaktır. Bir hiddet anında şikâyet yoluna başvuran kadın, kocasını başarıyla hapse attırabilirse, bu yaptığı işin cezası, kocası hapisteyken ve hapisten çıktıktan sonra, hem kendisi hem de çocukları (ama tabii ki en çok kendisi) tarafından fazlasıyla ödenecektir.
O halde asıl yapılması gereken şey, erkeğin ceza yoluyla korkutulması değil, kadının erkeğe karşı güçlendirilmesidir. Peki ama, ceza korkusunun hiç mi yararı olmaz? Ceza korkusu belki bazı davranışların önüne geçebilir, ama bunun kime ne yararı olacaktır? Buradaki ilke gayet basittir:
Ahlak ve hukuk
Sözgelimi, benim evimi soymuş olmasa da, bir hırsızın cezaya uğratılmasında benim de çıkarım vardır. Ama 'aldatma ve aldatılma' sadece iki kişi arasında yer alan bir olaydır. 'Zina' diye ağır bir anlam yüklenen hareket, aslında bir yalanı ve eşler arasında saygısızlığı ifade eder. Benim eşimin beni aldatması tabii ki beni ilgilendirir, ama bir başkasının kendi eşine ne yaptığı beni ilgilendirmez. O kişinin ahlaksız olduğunu düşünüp yadırgayabilirim, ama ben kendi ahlak anlayışımı kimseye empoze edemem.
Kaldı ki, günlük hayatta yaygın bir uygulama olan 'ahlaksızlık' ve 'yalancılık' ancak geniş toplumsal kesimlere somut zarar verdigi zaman (örneğin bir yönetici tarafından işlendiği zaman) cezaya tabi tutulabilir. Kaldı ki orada bile belli bir gri alan vardır. Durum bu iken, iki kişi arasında söylenen yalanları cezai yöntemlerle önlemeye çalışmak boşa bir çabadır. Bu hem etkin bir yöntem olamaz hem de (daha önemlisi) ahlak kanunla düzenlenemez. Üstelik bu son noktayı en iyi dindar kişilerin bilmesi gerekir.
İnsanlar ahlaki kuralları kendi vicdanlarında içselleştirdikleri ölçüde Tanrı'ya yaklaşırlar ve bu dünyada da çevreleri tarafından ödüllendirilirler. Daha kötüsü, bir kez 'ahlaki polislik' kurumu işlemeye başladığında, bunun önü de alınamaz. Burada yine en büyük zararı kadınlar (ve genç kızlar) görecektir.
Kadın ile erkek arasında güç eşitsizliği var oldukça, erkekler zina yapmaktan korkacak olsalar bile, kadınlar da herhangi bir erkekle konuşmaktan bile korkar hale gelir. Üstelik, İslamcı çevreye yakın ve çok okunan bir gazetenin bir yazarının önerdiği gibi, bir ilişkinin 'zina' sayılması için taraflardan birinin evli bile olması gerekmez diye düşünülmeye başlanırsa, yani bekâr iki kişinin yakınlık kurması da zina kavramı içinde görülmeye başlanırsa, olacaklar bellidir:
Kanunda hiçbir şey yazmasa bile, kanunun sadece varlığı bazı kimselerin kendi çevrelerinde kendi kafalarınca var olduğunu düşündükleri her türlü 'ahlaksızlığa' müdahale etme kapısını açacaktır. Burada da zararı yine kadınların göreceği bellidir. Yine aynı gazetenin başyazarının geçenlerde 'Yoksa kadınlar serbestçe zina yapmak mı istiyorlar?' diyerek giriştiği kışkırtmaya verilecek en açık yanıt budur.
O halde, tekrar başa dönersek, her şeyden önce, 'Anadolu kadınları'nın dile getirdiği soruna çözüm bulmanın bir yolu 'eğitim' ve (belki de İslami kesimlerin hoşlanmadığı bir kelimeyi kullanarak ifade edersek) 'aydınlanma'dır. Ama bu, çözüm getirmede yeterli olmayacaktır. Daha kalıcı bir yöntem, ekonomik ve toplumsal dönüşüm yoluyla kadınların erkeklere karşı daha güçlü ve kendine yeterli bir konuma getirilmesidir. Ama bu da, gerçekçi bir yol olarak kabul edilse bile, ancak uzun vadede sonuç verecek bir yöntemdir.
Bir çözüm önerisi
Fakat kısa vadede, hemen kanun yoluyla hayata geçirilebilecek bir yöntem de vardır: Yine Medeni Kanun'da yapılacak bir düzenlemeyle, 'aldatıldığı' için boşanmayı arzu eden bir kadına bunu rahatlıkla yapabilmesinin ekonomik ve toplumsal koşulları sağlanabilir.
Örneğin, karısını aldattığı için boşanan erkeğin eski karısına yüklü bir tazminat vermesi sağlanabilir. AKP ile onu destekleyen kesimler gerçekten kadınların iyiliğini istiyorlarsa, düzenleme bu şekilde yapılmalı.
* Prof. Dr. Haldun Gülalp: Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi