Nurhayat Altun uzun yıllardır Kürt siyasetinin aktif isimlerinden birisi. Dersim Belediye Eşbaşkanı iken gözaltına alınıp tutuklandı ve yerine kayyum atandı. Altun 2016 yılından beri Kandıra F Tipi hapishanesinde. Kendisi ile 8 Mart vesilesiyle söyleşmek istedik ancak malum hapishane koşulları nedeniyle yanıtlar elimize ancak ulaştı. Nurhayat Altun, bir kadın olarak siyaset deneyimini ve cezaevi günlerini anlattı.
BİANET'TEN SÖYLEŞİ DİZİSİ/ Dışarıdaki kadınlar sordu, içerideki kadınlar cevapladı
Kürt kadın hareketinde yıllar süren bir emeğiniz var. Kadın olmak bu coğrafyada ne ifade ediyor sizin için?
Bizim coğrafyamız ve kadın birbirine çok benziyor aslında. Her ikisi de her dönem egemenlerce yok sayılmış. Binlerce yıllık devletçi ve hiyerarşik gelenek siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda toplumu tüketmeye çalışırken, bunu en çok da kadın üzerinden gerçekleştiriyor. Çünkü kadın yaşamı tükenirse toplumsal yaşam da tükenir. Ancak şu bir gerçek ki iktidarların olduğu her yerde aynı zamanda direniş ve özüne dönüşlerin mücadelesi de olur-. Bugün bunun en somut örneği Rojava’da kadın öncülüğünde gerçekleşen devrimdir. Doğduğun topraklara bağlılık, tarihine, kültürüne, inancına sahip çıkarak mücadele etmek, aynı zamanda yurtseverlik ilkesinin gereğini de yerine getirmektir.
"Birkaç yıla devrim olacaktı"
Benim mücadeleye ilk katılımım, kadın sorunu etrafında güçlü bir örgütlülük anlayışından ziyade ulusal, toplumsal mücadeleye katılım üzerinden olmuştu. Kısa sürede devrim olacağına o kadar inanmıştım ki liseye kayıt yaptıracaktım, annemle konuşup kayıt yaptırmayacağımı söylemiştim. “Birkaç yıl sonra zaten devrim olacak, kendi devrimci okullarımızda okurum” demiştim. Sonradan ikna ettiler de kaydımı öyle yaptırdım.
Pratik çalışmalara başlayınca da kadın sorunu olarak tespit edilen sorunun, özünde bir erkek sorunu olduğunu çözümleyebildim. Bizim coğrafyamızda tarihin en eski direnen halklarından biri de Kürt halkıdır. Coğrafyamızda egemen zihniyetin ortaya çıktığı ilk günden itibaren kadınlar bu anlayışa karşı direniş içinde odu. Yine sanat, kültür, edebiyat alanında topluma öncülük etmiş birçok kadın vardır. Savaşlarda düşmana teslim olmamak için kendini kayalıklardan atan yiğit kadınlar var. Dersim yöresinde Alişer ve Zarife, Seyid Rıza ile Besi’nin birlikte mücadeleleri anlatılır. Tarihsel anlamda bu kadar köklü ve direnişçi bir coğrafyanın parçası olmak, geçmişe sahiplenerek gelecek için özgürlük mücadelesi vermek önemli. Bu kadar direnişçi, öncü kadınların olduğu bir coğrafyada, kadına yönelik her türlü ayrımcılığa, baskıya, şiddete karşı özgün bir örgütlülük ile kadınlar öz değerlerine, kimliğine sahip çıkmaya devam ediyor, direniş mirasına sahip çıkıyor. Böylesi zorlu bir coğrafyada kadın olmak, zora karşı çıkmak çok önemli.
"Bizim ailede kadın olmak ve annem"
Dersimli bir ailenin kızı olarak dünyaya geldiniz. Sizin ailenizde kadın olmak nasıl bir şeydi? Mesela anneniz nasıl bir rol model oldu size?
Biz, Dersim’den Kayseri’ye sürgün ediliyor, daha sonra Ankara’da Tuzluçayır Mahallesi’ne yerleşiyoruz. Bu mahalle Kürtlerin, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bir yerdi. Ailem Dersimli olma özelliğini hiç yitirmemiş. Annem Ankara’ya Dersim yöresine ait kıyafetleri ile gelmiş, Türkçe bilmiyormuş ve tıpkı diğer Dersimli kadınlar gibi, “Kuyruklu Kürt, kuyruğuna bakacağız” diyen çocuklarla karşılaşmış. Ailem her zaman sol düşünceye yakın bir aileydi. 1970’li yıllarda devrimci hareketlerin önderleri katledilince ailenin bütün fertleri çok üzülmüştü. Özellikle annem bize, “Bu devrimciler halkı için canını feda etti” diye büyük bir saygıyla anlatmaya çalışırdı. Annemin aile ve akraba çevresinde belirleyici bir rolü vardı. Her zaman dik duran, inandığı ilkelerden taviz vermeyen bir duruşa sahipti. 1975-76 yıllarında ağabeyimin Kürt özgürlük mücadelesi ile tanışmasıyla annemin de bu fikri benimsemesi tüm aileyi etkilemişti. Devrimcilere geçmişten gelen sevgisinden dolayı evimiz tüm devrimcilere açıktı. 1980 darbesi döneminde aile olarak ağır bedeller ödedik.
Ailede tutuklamalar olmuştu. Cezaevlerinde baskılar yoğunlaşınca annem daha da aktifleşti. Sürekli bir mücadele içinde oldu. Bütün açlık grevlerinde, mitinglerde, basın açıklamalarında, cezaevi önü eylemlerinde yerini aldı. Artık annemin bütün yaşamı devrimcilere sahip çıkmak üzerine kuruluydu. Bizi de bu duygularla büyüttü. Eğer bugün bu mücadelenin içinde yer aldıysam, anneme borçluyum. Hiçbir zaman devrimci katılımımız önünde engel olmadı, aksine teşvik eder, “Devrimci olmak dünyanın en onurlu işidir” derdi. Onun için bizim ailede kadın olmak birçok aileye göre daha avantajlıydı.
Enki ve İanna
Çok fazla kadın siyasetçi cezaevinde. Ancak dikkatimi çeken ve bazı sohbetlerde hatta sosyal medyada da zaman zaman karşılaştığım bir eleştiri var. Bu da erkek siyasetçilerin daha fazla gündemde olduğu yönünde. Siz buna ne dersiniz? Neden kadınlar yeterince konuşulmuyor ya da neden kadınların sesi yeterince çıkmıyor?
Mitolojide tanrılar ve tanrıçalar mücadelesinden bahsedilir. Kurnaz erkek tanrısı Enki’nin tanrıça İnanna’dan çaldığı ME’leri (kadın yasaları) geri almak için İnanna büyük bir mücadele veriyor. O günden bugüne kadar tarihsel çelişkilerimiz ve mücadele devam ediyor. Toplumsal yaşamın kılcal damarlarına kadar işlemiş ve kurumsallaşmış erkek egemen zihniyeti, her zaman başkalarının yerine konuşmuş.
Erkek de kadının yerine konuşmaya devam ediyor. Çünkü hiçbir zaman iktidar anlayışlarını kaybetmek istemezler. Kendilerine karşı tehlike olarak gördükleri kadını bastırmak, sindirmek için ellerinden gelen hür türlü yöntemi kullanıyorlar. Evde baba-koca baskısı, sokakta taciz, işyerinde mobbing uyguluyor, demokratik siyaset alanlarında ise bir yandan sözüm ona eşitlik, özgürlük söylemlerini kullanırken diğer yandan kadının adına konuşmaya, kendilerini ön plana çıkarmaya devam ediyorlar. Aslında tarihsel anlamda çözümleneyemeyen erkek zihniyeti, kurnazlığı, merkeziyetçi, tekçi, iktidarcı yanı ve kopamadığı devlet anlayışı ile siyaset sahnesinde kendini var etmeye çalışıyor. Eril ve iktidarcı zihniyetini çözümleyemediği için de zihinsel anlamda, sistemle aynı noktalarda buluşabiliyor.
"Önce kadını vurun"
Kadın her zaman iktidarcı anlayışlar için bir tehlike olarak görülmüştür. Onun için “önce kadını vurun” demişlerdir. Buradan bakarsak, demek ki düşünsel ve eylemsel olarak güçlenen kadın, erkek egemen alanlarını zorlamaktadır. Bizler kendi köleliğini çözümlememiş birçok erkekle çatışarak siyaset alanlarında kendimizi var etmeye çalışıyoruz. Kurumlarda ya da partide, en ufak bir görevlendirmede bile erkek kendini her zaman görünür olabileceği yerlere önerirdi. Kadın en zor ama en görünmeyen görevlere gönderilirdi. Eskisi kadar olmasa da bu anlayışların devam ettiğini düşünüyorum.
Kadınlar belki az ama öz konuşuyor
Aslında yaşanan sorunu tek yanlı değerlendirmek eksik kalır. Ortada tarihsel bir sorun varsa burada biz de payımızı görmeliyiz. Siyaset boşluk tanımıyor. Sadece karşı cinsi ve anlayışlarını çözmek yetmez, bizler de kadın olarak demokratik komünal anlayışımızı topluma mal ederek pratikleştirmek, yaratıcı, kapsayıcı tarzımızı ortaya koymak zorundayız. Bulunduğumuz zeminleri iyi çözümleyerek, erkeğe benzeşmeden, popülist siyaset yapma tarzı yerine özgün alanlarımızı yaratarak toplumsal mücadelenin öncülük rolünü üstlenmeliyiz. Aslında kadın artık her yerde konuşuyor. Cezaevinde, sokakta, siyaset alanlarında, evde… Az konuşuyorsa da öz konuşuyor. TV, sosyal medya, gazeteler bizim konuştuklarımızı görmezden gelse de sadece erkek siyasetçileri öne çıkarmaya çalışsa da kadının direnişi, örgütlülüğü, kararlılığı bütün engelleri aşacaktır.
Mantık yok, yasak var
Beş yılı aşkın süredir tutuklusunuz, cezaevinde olmayı anlatır mısınız?
Bu tutukluluğumdan önce de kısa süreli olsa da cezaevi deneyimlerim olmuştu. Fakat F Tipi cezaevinde kalmak çok farklı. Çünkü birçok şeyden izole ediliyorsun. En başta yaşam alanınız üç kişiyle sınırlı. Adını da oda sistemi koymuşlar. 2016 yılında bizleri tutuklama kararı verilince daha önce sadece erkeklerin kaldığı Kandıra F Tipi’nin bir bölümü bizim için boşaltılıyor. Biz daha tutuklanmadan yerlerimiz hazırlanmış. Uzun süredir cezaevinde olan üç kadın arkadaş, Bakırköy Cezaevi’nden bizden hemen önce buraya getirilmişler. Kendilerine “Sizi buraya bizi karşılamak için getirmişler” diye espri yapmıştık.
Cezaevi koşullarına dönecek olursak, özellikle F Tiplerinde ya da bizim kaldığımız Kandıra’da mantık aramaksızın yasaklarla bir sistem kurulmuş. Bazen çok basit bir konuda bir yasakla karşılaştığımızda neden diye soruyoruz, kendileri de o yasağın mantığını açıklamıyor, ama yasak :) Özellikle pandemi süreciyle birlikte birçok hakkımız gaspedildi. İki yıldan bu yana sosyal aktivitelerimiz, görüşlerimiz, kitap ayarlamaları, karantinada kalma koşullarına kadar birçok konuda yeni düzenlemeler yapıldı. Şimdi kısmi gevşemeler olsa da yasaklar hala devam ediyor. İki yıldır arkadaşlarla birbirimizi göremiyoruz. Herkes odada birlikte kaldığı arkadaşlarıyla sınırlı. Haklarımızı yeniden kullanabilmek için yazdığımız dilekçelere ya cevap verilmedi ya da verilen cevaplarda pandemi bahanesi öne sürüldü. Bütün bunların sebebini biliyoruz. Tutuklanmamızın siyasi ve politik nedenlerden olduğunu biliyoruz.
Sen özgürsen, hapishaneyi de özgür kılarsın
Demek ki birilerini çok rahatsız etmişiz. İnsan neden tutuklandım sorusunu doğru yerden sorar ve bilince çıkarırsa kaldığı yeri de yaşanır hale getirebilir. Düşünsel anlamda kendini ne kadar özgür kılarsan hapishaneyi de özgürlük alanına çevirebilirsin. Her ne kadar muktedirler bizi toplumsal alandan koparmaya çalışsa da biz kendimizi dışardaki hayattan soyutlamıyoruz. Mümkün olduğunca yaşanan süreçlere dahil olmaya çalışıyoruz. Bazen gündeme zamanında yetişememe durumları da oluyor. Sonuçta koşullar kısıtlı. Bazen yanı başımızdaki arkadaştan haber alabilmek için yüksek sesle bağırmak zorunda kalıyoruz. Bazı arkadaşların sesleri kısık olduğu için onlara ulaşmak çok zor oluyor. Ama biz kısıtlamaları aşmak için olağanüstü bir azim gösteriyoruz ve birbirimize ulaşabiliyoruz. Çünkü bizim birbirimize olan sevgimiz, bağlılığımız çok güçlü.
Türkiye’de kadın hareketinin geldiği aşamayı nasıl görüyorsunuz?
Baskıcı rejimler artık yönetemez duruma gelince krize girer. Başta kadınlar olmak üzere baskı ve şiddet politikalarıyla tüm halkın yaşamını zindana çevirir. Bizim ülkemizde de şu anda tam da böylesi bir durumu yaşıyoruz. Özellikle son süreçlerde artan kadın cinayetleri, çocuk istismarı, medeni kanundaki değişiklikler, ekonomik kriz, tutuklama, işkence, işsizlik gibi daha da çoğaltabileceğimiz bir sorunlar ağı söz konusu. Bütün bu toplumsal sorunlardan en fazla etkilenen yine kadınlar oluyor.
"Kadınlara inanıyorum"
Kadını koruyan, uluslararası sözleşmelerle kazanılan kadın hakları bir gecede feshediliyor. İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçilmesi, kadına yönelik şiddeti engellemek için açılan kadın kurumlarının kapatılması, şiddete dur demek için yapılan mitinglerin yasaklanması bunlardan bazıları. Bütün bu baskı politikalarına karşı sokağa çıkan, sesini yükselten yine kadınlar oluyor. Kadınlar direnişiyle adeta toplumun üzerindeki ölü toprağını kaldırıyor. Dünyada küreselleşen kadın karşıtlığı aynı zamanda kadın mücadelesinin de evrenselleşmesini geliştiriyor. Bugün kadınlar kendi özgün örgütlülük alanlarını yaratarak, düşünsel ve eylemsel olarak bir kimlik kazanıyor. Bu özgünlük egemen ve iktidarcı anlayışları zorluyor. Kadınların bir araya gelerek ses yükseltmeleri önemli ve değerlidir.
Ama geldiğimiz noktayı da asla yeterli göremeyiz. Her şeyden önce mevcut sistemden ne kadar kopabildik ya da erkek aklın inşa ettiği hiyerarşik devlet yapısını ne kadar çözümlüyoruz? Kadın olarak bu sorgulamaları yapmak önemli. Mevcut sistemden beklentiye girmeden, hak taleplerimizi onların tanıdığı haklarla sınırlandırmadan mücadelemizi sürdürmeliyiz. Sadece belirli günlerde bir araya gelerek değil, kendimizi sınırlandırmadan, farklılıklarımızla ama birlikte hareket ederek dayanışmamızı büyütmeliyiz. Ülkemizde kadın mücadelesinin geldiği noktayı önemsiyorum. Kadının yeniden özgür irade sahibi olması, gücüne kavuşması, topluma öncülük edecek kapasitesini açığa çıkaracak yeteneğe sahip olduğuna inanıyorum.
Dersim Belediyesi eski eşbaşkanları Nurhayat Altun ve Mehmet Ali Bul.
Eşbaşkanlık ve kadınlar
Dersim’de belediye eşbaşkanlığı yaptınız. Partiniz eşbaşkanlığı Türkiye’de uygulayan ilk parti aynı zamanda. Sizin bu tecrübenizi biraz konuşabilir miyiz? Fikir güzel ancak peki ya uygulama?
Belediye, demokratik yönetimlerin yereldeki en önemli kurumlarından biridir. Halk kendi temsilcilerini seçiyor. Ancak Türkiye’de halk kendi temsilcisini seçse bile belediye bütün işleyişiyle merkezi hükümete bağlı. Böyle olunca da istediği zaman kayyum atayabiliyor. Devletin belirlediği sınırlar çerçevesinde, toplumsallıktan uzak bir yapı ortaya çıkıyor. Belediyeler, ağırlıklı olarak erkeklerin başkan seçildiği, rant alanı olarak görülen, halka hizmet anlayışından çok eş-dost kayırmacılığı yapılan yerler olarak görülüyor.
Biz parti olarak devletin belirlediği bu alanı reddederek yeniyi inşa etmeye çalıştık. Temel paradigmamız, demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü ve toplumcu bir yerel yönetim anlayışını geliştirmek. Belirlenmiş kalıpları aşarak demokratik yönetim ve hizmet anlayışını hayata geçirmek. Bunun için de en uygun sistem eşbaşkanlıktı.
Çünkü eşbaşkanlık sistemi kadın-erkek arasında eşit temsiliyet demektir ve demokratik yönetimin inşasında stratejik öneme sahiptir. Fakat erkek egemen anlayış şimdiye kadar kendisinin temsil ettiği siyaset alanını paylaşmak istemiyordu. İktidar alanını kaybetme korkusu yaşıyordu. Seçimlerden sonra bu alanda kadın-erkek çelişkilerinin çok yoğun yaşandığı bir süreç başladı. Karşılıklı çatışmalar başladı. Uzun süre siyaset içinde olan kadın eşbaşkanlar belediyelerdeki bu duruma dirense de siyasette yeni olan kadın arkadaşlar erkekler tarafından çok zorlanmıştı. (Erkek eşbaşkanları zorlayan kadınlar da olmuştu.) Kimi yerlerde eşbaşkanlar uzlaşarak sadece kendilerini hizmet üzerinden şekillendirmiş, bazıları küçük hesaplarla iktidar ve yetki savaşına girmiş, kadınların güçlü olduğu yerlerde ise erkek kurnazlığı devreye girmişti. Bunlar bizzat deneyimlerim ile yaptığım tespitler.
"Eşbaşkanlık: Sen mi adaysın yoksa eşin mi aday?"
Eşbaşkanlık konusundaki bu zorlanmanın tek sebebi erkekler mi sizce?
Geçiş süreçleri her zaman sancılı olur. Partimizde genel başkanlık düzeyinde eş başkanlık uygulanıyordu. Halk partimizin kadına yaklaşımı ve politikalarına yabancı değildi elbette ama yerel yönetimlerde yeterli altyapıyı oluşturamadan eşbaşkanlığa geçiş yaptık. Halka doğru düzgün anlatma fırsatı bulamadan seçim atmosferine girildi. Bir yandan seçim çalışması yürütürken bir yandan da eşbaşkanlığı anlatmaya çalıştık. Burada bir anımı anlatayım.
Dersim’de seçim çalışması için pazar esnafını geziyorduk. Bir kadının tezgahına gittik, kadın bize direkt, “Size oy vermeyeceğim” dedi. Neden diye sorduk, “Daha önceleri bu kenti iki kadın belediye başkanı yönetti, biz çok memnunduk şimdi erkek aday göstermişsiniz, onun için” dedi. Tabii biz “Erkek tek başına aday gösterilmedi artık eşbaşkanlıkla seçime giriyoruz, bir kadın bir erkek eşbaşkan olacak” diye anlatmaya çalıştık. Kadın ikna oldu, “Kadın aday varsa oy veririm” dedi. Tam biz biraz ilerledik bir baktım arkamızdan sesleniyor, “Bir dakika, şimdi sen mi adaysın yoksa eşin mi aday?” diye. Tabii hepimizi bir gülme aldı.
Nurhayat Altun ve Mehmet Ali Bul, Dersim Belediyesi'ndeki görevlerini çiçeklerle devralmışlardı.
Reis Hanım
Dersim’de eşbaşkanlık öncesi iki dönem belediyeyi kadın başkanlar yönetti. Halk kadının yönetim anlayışına ve adaletine güven duyuyordu. Fakat öğrenilmiş alışkanlıklar da kolay kolay bırakılmıyor. Mesela bana “Reis Hanım” diyorlardı bazen ya da önce erkek eşbaşkanı soruyorlardı. Hatta bir gün çalışanımız odaya geldi, yurtdışından bir misafirimiz olduğunu söyledi, ben de gelsin dedim. Kapıda karşılamak için ayağa kalktım, tam kapıda karşılaştık ama misafir bana bakmıyor, masaya doğru bakıyor, koltukta oturan bir başkan arıyordu. Göremeyince dönüp “Başkan yok mu?” diye sordu. Ben de “Var, benim” dedim. Beni baştan aşağı süzdü ben de “N’oldu beğenmedin mi?” dedim. “Hayır, hepimiz insanız” dedi. Oysa benim kıyafetim, tarzım onun kafasındaki başkana hiç uymuyordu. Kot pantolon, spor ayakkabı ve tişörtlü belediye başkanı olamazdı. Böylece bir zihniyet devrimine ne kadar çok ihtiyaç olduğu da ortaya çıkıyor.
Eşbaşkanlık benim için de yeni bir deneyimdi. Teorik olarak eşbaşkanlığı anlamak, anlatmak zor olmadı ama pratikleştirme sürecinde erkek eşbaşkanla bir çatışma yaşanıyordu. Burada roller değişiyordu. Erkek her zamankinden farklı olarak bir kadın karşısında iktidarını ve yetkisini hayata geçiremiyordu. İktidarını kaybetmemek için de elinden geleni yapmaya çalışıyordu (bazen kurnazca bazen de gizlice). Devlet erkanı genellikle eşbaşkanla görüşüyordu. Halk ise çok iyi gözlemliyor ve anlamaya çalışıyordu. Yani kısacası şöyle bitireyim, tarihsel çelişkilerin çözümü de kolay olmuyor. Ancak kadınlar büyük bir direniş ile bu yolda verdikleri büyük bedellerle erkek egemen siyasete meydan okuyor. Kadınların bu mücadelesi erkek egemen siyasetin sonu olacak.
(ST/NÖ)
DIŞARIDAKİ KADINLAR SORDU, İÇERİDEKİ KADINLAR ANLATTI
Figen Yüksekdağ: "Gündüzden geceye, kadınlar el ele özgürlüğe!" / Ayşegül Doğan'ın söyleşisi
Hapishanenin "Pîrik*"i Gülser Yıldırım: Aysel Tuğluk'la dayanışma çok kıymetli / Evrim Kepenek'in şöyleşisi
Sebahat Tuncel: "Bu karanlıktan çıkış uzak değil" / Mehveş Evin'in söyleşisi
Leyla Güven: "Ayağımıza batan dikenler, aradığımız gülün habercisi" / Banu Güven'in söyleşisi
Gültan Kışanak: "Aysel Tuğluk'un durumuna gecikmeden çözüm bulunmalı!" / Zeynep Kuray'ın söyleşisi