Acu, " Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, ellerinde son model iletişim cihazları, bellerinde silahları, altlarında pahalı arabaları olan; ama ahlaktan, kültürden hiç nasiplerini almamış insanlar ortalıkta cirit atıyor. İnsan hayatı en ucuz şey ve herkes paraya, güce tapıyor" diyor ve konunun ucunun tabii ki medyaya değdiğini, romanın da ister istemez medya eleştirisinde yoğunlaştığını vurguluyor. Bir de kadınlar, aydınlar, yazma hissi, yayın dünyası ve daha pek çok konuda sorularımızı yanıtlıyor.
Neden kadından Donkişot olmaz? Kadınların neleri eksik ya da fazla?
Gündelik hayatta 'donkişotluk yapmak' diye bir deyim vardır. Umutsuz mücadelelere langır lungur dalan insanlar için kullanılır. Donkişot benim en sevdiğim roman karakterlerinden biridir. Kocaman yürekli, ihtiyar bir kaçıktır o. Hayatın anlamını eşkıyayla savaşmakta, haksızlıklara kafa tutmakta bulmuştur. Oysa gerçek hayat macera dolu değildir, tekdüze ve sıkıcıdır. Donkişot böylece kafasında kendisinin kahraman olduğu bir hayal alemi yaratır ve yollara düşer. Benim kahramanım Seher Yelken de hayatın tekdüzeliği ve saçmalığından bunalıyor, Donkişot gibi olmak istiyor. Gerçeklere fazla bağlanmasın, biraz hayal aleminde yüzsün istiyor. Fakat kadın olduğu için, özellikle çocuk doğurduktan sonra anlıyor ki, kadından Donkişot olamıyor. Çünkü, kadın her zaman aklı başında olması gereken bir yaratık. Her kadın bir evi çekip çevirmek zorunda. Delirmeye hakkı yok, hayal aleminde yaşamak gibi bir lüksü de! Ama aldığım eleştirilere bakılırsa, kitabın kahramanı bal gibi de Donkişot olmuş. Bunu yarattığım karakterin gençliğini geride bırakmış, boşanmış ve çocuğunu büyütmüş bir kadın olmasına bağlıyorum. Yaş olarak ve zincirlerini koparmışlık bakımından da bir koşutluk var yani Donkişot'la aralarında.
Medya eleştirisini oldukça geniş tutuyorsunuz. Tv programlarının yanında dergi yayın dünyasına da eleştirileriniz var. Seher, bir yerde dergiler için,"Ali'nin çıkardığını Veli, Veli'nin çıkardığını da Ali okuyor" diyerek elitist tavra öfkesini yansıtıyor. Halkın elit aydınlar yüzünden sanattan koparıldığını ve içi boş tv programlarına mahkum edildiğini söylüyor. Tek suçu elit aydınlara yüklemek doğru mu acaba?
Aydınlar bir toplumun gelişiminde çok önemli rol oynar. Nedenini ben de tam bilmiyorum ama, bizim ülkemizde aydınlarla sıradan insanlar arasında hep bir kopukluk vardır. Sanıyorum bunun nedeni, halkın içinden aydın çıkmıyor oluşu. Çünkü kaliteli eğitim, sanat, kültür olanaklarından çok küçük ve seçkin bir kesim yararlanabiliyor sadece. Eğitim sistemimiz çok köhne. Yoksul bir ülke olduğumuz için, insanların esas derdi karın doyurmak, geçinmek. Yoksulun derdini, sıkıntısını anlayamayan aydına, sıradan insan tabii ki saygı duymuyor; 'entel' gibi sözlerle dalga geçiyor onunla. Esas hadise şu: Halktan niye hiç aydın çıkamıyor? Oysa geçmişimizde bir örnek var. Köy enstitüleri, halkın içinden nasıl pırıl pırıl aydınlar; edebiyatçılar, müzisyenler, öğretmenler çıkabileceğini en iyi şekilde ispatlamıştı. Bunu engellediler ne yazık ki. Aydın, halkın içinden çıktığı müddetçe, toplumsal gelişme gerçekleşir bence.
"Yeteri kadar sevilmeyen ve hayata hiçbir yerinden tutunamayan insanlar sonunda kendini yazmaya veriyorlar" diyor Seher. Siz de kahramanınızın düşüncesine katılıyor musunuz?
Yazmak, şişik bir egonun sonucu gerçekleşen bir eylem. Niye yazıyorsun? Anlatacak dertlerin var çünkü. Bir de büyüme sırasında hakikaten ruhsal olarak biraz daha fazla hırpalanmış insanlar, yazanlar. Yeteri kadar sevgi görmemiş, yani egosu tatmin edilmemiş... Bir de yazarlar; etraflarını, çevrelerini, yaşamlarını daha çok didikleyen, daha çok anlamaya çalışan insanlardır. Yazmak, labirent gibi bir şey. Bir kere girdiğinde çıkamadığın, içinde kaybolduğun, bir yandan da tuhaf bir tezatlıkla özgürleştiğin...
Seher karakterini yaratma sürecinizden bahseder misiniz? Kırklı yaşlarda ve yazıyla uğraşan bir kadın olması sizmişsiniz izlenimi yaratıyor...
Ben değilim. "Yarattığım karakter tamamıyla benim" diyene de inanmayın. Muhakkak en büyük parçayı benden taşıyordur. Ama anı değil ki bu! İnsan, anı yazarken hep sakınır kendini. Olduğundan iyi, aklı başında göstermeye çalışır. Oysa romanda bunu yaparsanız, roman göçer. Çünkü, romanın iyi olması için karakterin çelişkili, problemli, defolu biri olması gerekir. Bu romanda ben kendimden yola çıktım, ama bir yerden sonra o ben değildim artık.
Kadınları eleştiriyor görünürken, geri planda, aslında onları zor hayat koşullarına maruz bırakan erkekleri eleştiriyor roman. Fakat kadınlarınızın hepsi olumsuz karakterler... Neden?
Bu, bir erkek dünyası. Gençsen cinselliğini sömürürler, yaşlanmışsan dalga geçerler, her fırsatta aşağılarlar. Erkeklerin dünyasında var olabilmek için çalışırken, bir erkeğin on misli çaba sarf etmek zorundasın. Bu da kadınları doğallıktan, samimiyetten uzaklaştırıyor. İlk fırsatta erkekten, yani egemen olandan tarafa tavır alıyorlar. Kırsal bölgelerde, Doğu'da kadınlar bir yaştan sonra diktatör gibi olurlar mesela. Yılların acısını iktidarı ele geçirdikten sonra gelinlerine, oğullarına kök söktürerek çıkarırlar. Şehirlerdeki kadınlar, eğitimli kadınlar da başka türlü ezilir. Ben en başından beri erkek gibi yaşamayı seçtiğim için çok büyük acılar çektim.
Ne açıdan yani?
Entrika, numara yapmadım; neysem o oldum. İnatla, 'Ben kadın ya da erkek değil, insanım' şeklinde bir dayatmam oldu hayata karşı.
Televizyonun hayatımızdaki yeri, değişen toplum ve insan ilişkileri gibi konular sorgulanırken hep bir geçmişe duyulan özlem var sanki romanda. 'Nerede eski bayramlar' denir ya hep... Neden bugünü eleştirirken bugünün alternatifi geçmiş gibi, altın çağ gibi gösteriliyor?
Geçmişe dönük eleştiriler, doğru incelenirse, ilerisi için bize ışık tutar. Benim romanda geçmişe yönelik ah vah'larım basit bir nostaljiden ibaret değil. Mesela bir yerde Küba'ya gönderme yaptım. "En mutlu insanlar Küba'da yaşıyorlarmış" gibi bir cümle var. Herkes fakir; ellerinde gitarlar, üzerlerinde birer paçavra, gayet mutlu yaşıyorlar. Kaybedecekleri hiçbir şey yok, çünkü mala mülke takmıyorlar kafalarını. Ben kitapta, 'Geçmiş yıllar şöyle iyiydi, böyle güzeldi' derken, o eski insanların alçakgönüllüğüne, gözütokluğuna, halden anlarlığına vurgu yapıyorum. Gelir, bugünkünden çok daha eşit paylaşılıyordu. Zenginler vardı tabii, ama Özal döneminde yaratılan cinsten değildi. Orta sınıf diye bir şey vardı. 12 Eylül'den sonra, birden bire tüketim toplumu haline geldik. Şimdi herkes, özellikle gençler çok mutsuz; çünkü kafalarında hep sahip olmak istedikleri bir şeyler var; katlar, arabalar, şık kıyafetler... Bunun sonu yok ki... İstemek, daima mutsuz eder insanı. Aslında mutluluğun sırrı sevgi gibi, aşk gibi, paylaşmak gibi, parayla hiçbir ilgisi olmayan şeylerde saklı.
Kolay okunabilen, akıcı ve okuyucuyu yormayan bir dili var romanın...
Akıcı bir dil yakalayabilmek için çok uğraştım ben. Sürekli yazıyorum. Aynı bölümü bazen on kere sil baştan yazıyorum. Daha sade, daha vurucu olması için defalarca yontuyorum yazdıklarımı.
Bir romanı roman yapan nedir sizce?
Olayları anlatırken, o döneme ait kuşbakışı, eleştirel bir bakış sunabilmeli okura. Ve okunabilir olması şart. Böyle bir televizyon dünyasında, okumak artık zahmetli bir iş. Dolayısıyla kitabı eline alan, onu rahat okuyabilmeli. Ama yanlış anlamayın, bu basitlik değildir. Aslında basit olan, en zor olandır. Hani karman çorman, çetrefilli metinler vardır ya; orada aslında yazan, ne anlattığını bilmediği için öyle yazmıştır bence. Ben ne anlattığımı biliyorum, onun için de gayet net yazıyorum.
"İstanbul'da klana dahilsen yaptığın her şey değerleniyor; yazıların, öykülerin, senaryoların... Ama değilsen ağzınla kuş tutsan kimselere yaranamıyorsun" diyor Seher. Bahsettiğiniz klan, kimlerden oluşuyor?
Medya insanlarının ait olduğu bir klan var ve aslında küçük bir topluluk bu. Klanda herkes birbirini tanıyor. Yazarlar, gazeteciler, köşe yazarları, tv programcıları, eleştirmenler... Bu klana dahil olanlar, sırası geldiğinde birbirlerinin gözünü oymaktan çekinmeseler bile, yeri geldiğinde birbirlerine destek de olurlar. Dışarıdan bir insanın bunların arasına sızması zordur. İnatla görmezden gelirler.
Siz bu klanın dışında mısınız?
Bilmiyorum. İsmim biraz biliniyor artık gerçi... Ama gerçekten çok uğraştım, çok yazdım, çok ürettim; sonuçta bir sürü insan tanıdım. Zor oldu tabii. Yazmaya biraz geç denilebilecek bir yaşta başlamamın da etkisi var herhalde bunda.
Yazmaya nasıl başladınız?
Kitaptaki Seher Yelken karakteriyle bu konuda oldukça benzerliğim var. Üniversitede şiir yazıyordum. Ufak tefek çeviriler, incelemeler ve öykülere geçtim sonra. Ama o zamanlar bu işlerden beş kuruş para kazanılmıyordu. Ben de her zaman maddi sorunlarla boğuşmak zorunda kalan bir insan olduğumdan, mecburen asıl mesleğimi yaptım uzun süre. Ama çok mutsuzdum. Yaptığım işlere kendimi asla veremiyordum, dolayısıyla başarılı da olamıyordum. Çok bunaldığım bir dönem, yazmaya yeniden başladım ve bir daha da bırakamadım.
Roman yazma fikri nasıl oluştu peki?
Çok eski yıllardan beri roman yazmak kafamın bir köşesinde vardı. Ama bunu, nasıl diyeyim, biraz tuzukuru insanlara özgü bir iş olarak görüyordum. Sanıyordum ki, geçim zorluklarıyla boğuşan bir insanın oturup roman yazması acayip bir iştir. Kafamda Orhan Kemal gibi yazarların acılı dünyaları vardı. Yazmayı seçtikleri için çektikleri acılar... Önce maddi olarak rahat edeyim, sonra yazayım istiyordum. Oysa şimdi biliyorum ki, rahatı yerinde olan insanın yazacağı hiçbir şey yok. Yazmak, aslında her şey ters giderken insanı elinden tutan, özgürleştiren, mutlu eden bir eylem. (MT/BB)