Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Fransa"ya ne zaman gittiniz?
Bir gece, on iki yıl önce Fransa"ya gitmeye karar verdik. Burada yaşam koşulları iyice zorlaşmıştı. Daralmıştık. Çıktık gittik. Bir süre mülteci olarak yaşadık. Eşim mülteci. Ben değilim. Orada iki tane kızım oldu.
Fransa"da mı yazmaya başladınız?
Yok. Klasik bir cevap olacak ama yedi sekiz yaşımdan bu yana yazıyorum. Öyküler şiirler, günlük, kısa notlar... Yazardım hep. Ama hiçbir zaman onları bir araya toplamadım. Yazıp attığım, arkadaşlarıma verdiğim, yazdığım şiirler oldu. Sonra birkaç kadın dergisine araştırma yazıları yazdım. Amatör tiyatrolara senaryolar, minik skeçler yazdım ve oynadım.
Sonra bir gün, hani en çıkmazda olduğunuz zamanlar vardır ya, dağılırsınız, parçalanırsınız, ütopyalar dağılmıştır, ne yapacağınızı bilemezsiniz, çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Bana dedi ki, "sen roman yaz, güzel yazıyorsun." Yıllar önce kafamın bir yerinde hep böyle bir taslak vardı.
"Gölde Fırtına" diye bir romanım var, onu yazma kararını verdim. Küçük notlar alıyordum ama bir türlü teşebbüste bulunmamıştım yazmak için. Zaten belli bir birikim olmuştu, oturdum, bir buçuk ayda roman yazdım. Gölde Fırtına romanı kısa bir sürede yazıldı yani. Noktayı koydum romana ve bir daha hiç okumadım.
Gölde Fırtına"da da bir kadın hikâyesi mi vardı?
Gölde Fırtına benim çocukluk arkadaşımın, Taksim"in sokaklarında yaşamını idame ettirmeye çalışan bir annenin yaşam öyküsü. Ama bu anne polis muhbirliği yapmış, ayakkabı boyacılığı yapmış, hayatın her türlü acısını üzerinde taşımış, pisliklerine bulaşmış ama o pisliklerin içinde pırıl pırıl kalmış bir kadın.
O romanım ona karşı olan vicdan muhasebesinin, vicdan borcunun ödenmesiydi aslında. O kadın suçlu değil, onu bu hale getiren sistemin, insanların kendisi demek için yazıldı o roman. O kadın suçlu değil, babası suçlu, toplum suçlu, belki ben suçluyum.
Aynı yatakta yattığım o kız şimdi sokaklarda ve ben şimdi anneyim, yazıyorum, kendime ait, ona göre güzel bir yaşamım var. Belki de bir vicdan muhasebesi Gölde Fırtına. Yazdım. Oldu mu bilmiyorum. Ama insanlar en azından Anzelha"nın varlığından haberdar oldular.
Kitaba nasıl tepkiler aldın?
Aslında güzel tepkiler aldım. İlk romanımdı. 2003"de çıkmıştı. Yayınevinin işgüzarlığıyla roman kırpılmış, parçalanmış olarak çıktı. Buna rağmen iyi sattı, iyi tepkiler aldı. Film teklifleri aldı. Toplatılma durumu oldu.
Bazılarına abartılı geldi. İnanmak istemedi insanlar, böyle bir hayatın olabileceğine. Hatta benim korktuğum çekindiğim şeyler vardı o romanda o yüzden Gölde Fırtına"nın ikincisi olacak. Oradaki Anzelha karakterinin kızı var. Şimdi sokaklarda annesiyle aynı kaderi yaşıyor. Şu anda Diyarbakır"da teyzesinin yanındaymış. Eğer Anzelha"yı bulabilirsem ikincisini yazacağım romanın.
Peki, Cemreye Hüzün Düştü nasıl çıktı ortaya? Gerçek bir yaşam öyküsü bildiğim kadarıyla...
Kitap, hayal ürünü değil. Kurgular var tabii. Keser sapıyla tecavüze uğrayan bir kız var burada. Ben bu olayı ilk duyduğum zaman saçlarım, tüylerim diplerine kadar diken diken oldu. Bunun bile ötesinde, çığlık atmak istedim.
Annem geldi, olayı anlattı, inanmak istemedim. Olamaz böyle bir şey diye düşündüm. Küçük bir kız, çeşme başında kadınlar tarafından tecavüze uğruyor. Görmezden gelemezdim bunu. Görmezden gelmemek için oturdum bu kızın yaşam öyküsünü kurguladım.
Direkt yazamadım, kurguladım. Ve bir sürü kadını yazdım bu arada. Yaşadığım topraklarda bunlar yaşanıyor zaten. Bir kısım insan içinde yaşıyor, biliyor, bir kısmı Avrupa"dan bakıyor. Ben oradan bakan biri olarak yazmak istedim. O topraklardan. Derdim biraz da böyle kadınlar var, bunlar yaşanıyor, bunlar sırf eğitimsizlik ya da sırf din etkisiyle olmuyor.
Burada bir yara var, bu yarayı taşımak birilerine duyurmak, haberiniz olsun demek gibi ya da imdat çığlığı gibi bir kitap olsun istedim. Bunu başarmışsam, amacıma ulaşmışım demek. Yoksa çok da iyi bir edebiyat ürünü olması iddiasıyla yazmadım.
Siz de "ora"daki kadını yazarken aslında dışarıdan bakarak yazıyorsunuz? Bunun yaratabileceği sonuçlardan çekindiniz mi?
Aslında çekindim. Çünkü olayı yaşamak farklı bir şey, yazmak farklı. Ben zaten, olayın bana yansıdığı kadarı ile olayı gördüğüm, hissettiğim kadarıyla yazdım. Hasret Birsel"e yansıyanı yazdım ben.
Hasret Birsel, bunun karşısında nasıl küfrediyor, bunun karşısında nasıl ağlıyor, nasıl korkuyor, bunları yazdım ben. Tecavüze uğrayan bir kadını o kadından daha iyi dile getirecek biri olamaz. En iyi kendisi anlatır bunu.
Ben o acıyı binlerce kitapla dile getiremem. O acıyı, isyanı, korkuyu, utancı benim anlatmama imkân yok. Ben gördüğüm kadınları yazıyorum, Çünkü ben bir kadınım. Bir kadın tecavüzün acısını hissedebilir.
Siz de Kürtsünüz. Romanınızdaki kadınlar da Kürt kadınları. Kürt kadınlarının sorunlarının başka milletlerden kadınlara göre farklılıkları var mı? Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Aslında kadınların dünya çapında ortak problemler yaşadığını düşünüyorum. Ama her ülkenin kadınının o ülkenin şartlarına ve şekillenmesine göre yaşadığı özgül problemler vardır.
Kürt kadınlarının yaşadığı sorun Ortadoğu kadınının yaşadığı sorundan ya da dünyadaki değir kadınların yaşadığı sorundan kopuk değil ama artı yaşadığı bir sorun var. Bölgedeki çatışmalar, çatışmaların bu kadınlar üzerinde yarattığı etkiler, tahribat var.
Nüans farklılıkları olsa da kadın sorununu bölge bölge ayıramıyorum ben. Bütün dünyada kadınların sorunları var. Doğru, bölgede namus cinayetleri var, yeni kitabımda da olan bir örnek var.
İç Anadolu"da bir yerde baba, sokağa başörtüsüz çıkan kızının boynunu kesiyor ve bunun Allahın emri olduğunu söylüyor. Ya da ben Bursa"da büyüdüm biliyorum, genç kızın bir sevgilisi var, buluşuyorlar. Baba kızını bir erkekle buluştu diye öldürebiliyor.
Bölgede bunlar daha fazla olabilir ama her yerde var. İntiharlar gibi. Kadınlar sadece bölgede öldürülmüyor, her yerde öldürülüyor. Bir bölgeye mal etmek doğru değil bu problemi. Orada yaşananları görünmez kılmanın bir başka yoludur bu. Oradaki sorunların üstünü örtmektir. Bir sistem sorunu vardır orada.
Kitapta da irdelemeye çalıştım bunu. Deniyor ki, orada dinin baskısı var, bölge halkı da diyor ki, bir baskı var. Devlet de şunu söylüyor: Oraya iki sosyolog göndeririz, bir imam yollarız, işte telkinle filan çözülür.
Yok kardeşim böyle bir şey değil bu. Bu kökleşmiş, derinleşmiş bir sorun. Burada hala başlık parası, berdel, kadının yerinin evdeki hayvandan sonra gelmesi ve otuz yıldır süren bir savaş var. Savaşın tahribatı var. Dün kadının çocuğu dağa gidiyordu. Kadının çocuğu sokaktaydı. Kadın bunun peşinde koşarken kendi sorununu görmüyordu.
Şimdi kadınlar biraz daha kendilerini görmeye başladılar. Bunalıma girdiler tabii ondan sonra da. Bir de dünyanın genelinde sistem kadın sorununu daha fazla ele almaya başladı. Neden? Çünkü kadınlar bir çıkış yakalamak üzereler. Ve sistem bunu görüyor.
Kadının çıkışını engellemek ve denetiminde tutmak için projeler sunuyor, üretimde bulunuyor. Kadın aslında bir yerde bunun farkına da varıyor artık. Bölgenin kadını buna daha fazla isyan ediyor. Çünkü Kürt kadınları bir şeylerin farkına vardı ve bunlar elinden alınmaya çalışılıyor. Cinayet de oluyor intihar da.
Romanda bir de subay karakteri Müjdat var. O karakter özelinde, savaşın askerler üzerinde yarattığı sonuçları incelemişsiniz. Ne hissettiniz Müjdat karakterini kurgularken?
Küçük bir çocuk düşünün, bu çocuktan durup dururken bir canavar çıkmaz. Bu çocuğun özlemleri var, hayalleri var, hayattan beklentileri var. Bu çocuğu önce anne alıyor şekillendiriyor. Sonra okulda devam ediyor şekillenmeye. Çocuk bir noktaya geliyor sonra.
Yani bir anlamda insanı şekillendiren sosyal çevresidir. Ve bir çeşit miras devralıyorlar. Benim subayım da böyle biri. Bir çeşit yaşadığı sosyal yaşamda miras devralıyor. Babası ona sert bir erkek olması gerektiğini, horoz kesmekten korkmaması gerektiğini söylüyor ona, aslında insan öldürmek istemiyor o, korkuyor. Ama öyle bir noktaya geliyor ki, insani tarafını bastırıyor, bertaraf ediyor, kapatıyor.
En kötü, barbar dediğimiz insanı bile biraz kazıyınca altından insan çıkar. İnsanı bir yere getiren sistem. Şimdi dağlarda savaşan çocuklar var, askerler var. Bunlar suçlu mu?
Romanda benim bir anne karakterim var, bu çocuklar suçlu mu diyor ya. Birisi burası benim ülkem diyor, öbürü ülkemi koruyorum diyor. İkisinin de aslında inancı var. Onları o çatışma noktasına getiren bir sistem var. Barış diyorsak, halkların kardeşliği diyorsak, birliktelik diyorsak birilerinin diğer tarafı görmesi gerekiyor.
Biz ya da karşı taraf mantığındansa her iki tarafında Kürt"ün de Türk"ün de insan olarak birarada yaşamanın koşullarını yaratmamız gerekiyor. Benim umudum var. Ben halkların bir sorunu olduğunu düşünmüyorum çünkü. Ortadoğu halklarının kurtuluşuna inanıyorum ben.
On iki yıldır Fransa"dasınız. Oradaki mülteci kadınlarla, mülteci kadınların sorunlarıyla ilgili bir şey yapmayı düşündünüz mü hiç?
Aslında bir hayalim var benim bu konuda. Oradaki mülteci kadınlar için bir dergi hayalim var. Fransızca Türkçe bir dergi. Orada da hala töre cinayetleri var.
Kadın orada bir Avrupalı gibi davranma çabasına giriyor. Kadın sokağa çıktığı için bile töre cinayetine kurban gidebiliyor. Türkiye"ye gönderiliyor, ölü bulunuyor, araba çarpıyor...
Biz biliyoruz ki o kadın öldürülüyor. Buradan Avrupa çok cazip gösteriliyor ama çok zor oluyor orada hayat. Dil bilmemek, kültürel fark, ancak kendi evinin içinde Türkiyeli olduğunu anlıyor kadınlar. Fransa"da bir kadına ya da bir erkeğe ulaşmak çok kolay.
Erkekler orada Fransız kadınla beraber olmaya başlıyor ve evindeki karısına da hizmetçi gibi davranıyor ondan sonra. Bazen de karılarından kurtulmak için öldürüyorlar kadınları.
Romanda Cemo"nun Fransa"da yanına gittiği abisinin özelinde solcu erkeklere de bir eleştiri var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Buradan giderken solcu biri, ya da daha radikal düşünen birinin aklında belli şeyler var. Ben bu davaya hizmet ederim diye düşünüyor. Ama gittiği zaman buna hizmet edemiyor. Orada farklı bir sistemle karşılaşıyor. İstediğini söyleyebiliyor, konuşuyor ve de serbestçe yazıyor. Bu noktada bir sorunu olmuyor.
Gittikçe cazip olma konumunda veya kurtarıcı konumunda pasif bir duruma düşüyor. Çünkü oradaki sistem bunları kaldıracak kadar hazır ve güçlü. Bir süre sonra sisteme istemese de entegre oluyor ve dişlileri arasında sıkışıp kalıyor.
Yaşamak için para kazanmak zorunda kalıyor ve gittikçe de sitemin içindeki diğer insanlar gibi olmaya başlıyor, kanıksıyor. Yaşamını paraya göre idame ettirmeye başlayınca da para kişiyi yönetiyor. Benim gözlemlediğim böyle bir şey var. O zaman da bitiş başlıyor. Sen istemesen de bu bitiş yaşanıyor. Çünkü orada sistem seni kendi elinde tutuyor. Seni kendine mahkûm ediyor.
Sana "kardeşim sen benim istediğim şekilde yaşarsan sana yaşama şansı veririm, dediklerimi yaparsan burada kalabilirsin" diyor. Ve takdir edersiniz ki, bizler buradan hiçbir şey görmeden gittik. Birçok şeye sahip olmadan gidiyorsunuz oraya.
Hep söylerim, kadın buradan gidiyor. "Dönmeyi düşünür müsün?" dediğinizde "kesinlikle dönmem" diyor. Çünkü kadın köyünden kalkmış gelmiş, sıcak suyu yok, tarlada çalışıyor, tezek yapıyor, geldiği yere göre birçok çile çekiyor. Kadın orada konfor görüyor biraz. Ve dönmek istemiyor. Solcular için de bu böyle. Ve değişim başlıyor tabii. Demek ki romanda içimdeki eleştirel şeyler çıkmış ortaya.
Kitabına nasıl tepkiler aldın?
Beklediğimin üzerinde olumlu tepkiler aldım. İlk hafta iki film teklifi aldım. Umduğumun üzerinde satış gösterdi. Kardeşimin üst katında çalışan bir çocuk var. O geldi, "Abla ben seninle tanışmak istiyordum. Abla sağol," dedi. "Ben Kürt"leri tanıdım. Ben kadını tanıdım senin sayende. Böyle bir yer olduğunu bilmiyordum. Bana bunu gösterdiğin için teşekkür ederim sana," dedi.
Bence ben amacıma ulaştım. Ben bunu istiyordum işte. Çok müthiş bir edebiyat ya da çok müthiş bir şey yazmış değilim. Benden çok daha iyi yazanlar var. Ben yazdım, görevimi yaptım, çünkü benim için kadını yazmak vicdani bir şey.(BD/AD)
(*) Hasret Birsel, Cemreye Hüzün Düştü, Genç Mephisto Yayınları, 2006