Diyarbakır Bağlar Belediyesi'nin düzenlediği "Söyleyecek sözümüz değiştirecek gücümüz var" başlıklı kadınlar iki gün boyunca kendi coğrafyalarında yaşadıkları sorunları ve bu sorunlarla baş etme yollarını tartıştılar.
Türkiye'nin pek çok yerinden gelen kadın kurumu temsilcileri, akademisyenler, sanatçı, siyasetçi, barış aktivisti ve feminist kadınların yanı sıra Süleymaniye, Erbil, Duhok gibi Irak Kürt bölgesinden de temsilcilerin bulunduğu 13-14 Mart günleri gerçekleşen buluşmanın katılımcıları da konuşmacıları da hayli renkliydi.
Erkek olmaz, kadın polis kayıt yapsın
Ama en renkli konuşmanın daha konferansın resmi açılışı yapılmadan önce, video kaydı yapmak üzere salona giren polis memuru ile bir belediye görevlisi arasında yaşandığını vurgulamalıyım.
Polisin erkek olduğunu gören görevli "Abe, mümkünse kaydi bir bayan poles arkadas yapsın!" dedi.
Bu talebin gerekçesini soran polise verilen "abe bu kadin konferansidir, erkek giremez" yanıtı ikna edici görülmüş olmalı ki polis kaydı konferans boyunca kadın bir güvenlik görevlisince yapıldı.
İranlı yönetmenden gelen moral
Konferansta Ortadoğu'da kadın olarak kültür ve sanat çalışmaları yapmanın güçlükleri, namus adına şiddet, kadın intiharları, savaş, zorunlu göç, çoklu kimlik yaklaşımı, karar mekanizmalarına katılım, milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet ilişkileri gibi konu başlıkları tartışıldı.
İranlı genç kadın yönetmen Şirin Ali Muhammed'in İran-Irak sınırındaki kaçakçılarla ilgili belgeselini çekme öyküsü, kadınların böylesi bir alanda karşılaşabileceği güçlüklerin özeti gibiydi.
Şirin bu belgesel için önce İslami rejimi ve devlet otoritesini, ardından köylüler ve en sonunda da devletin ajanı olmadığına dair kaçakçıları ikna etmek için sarf ettiği çabayı anlatırken, onu dinleyenler 25 yaşındaki bu sürmeli gözlü genç kadının ne büyük bir iş başardığını çok iyi anlıyorlardı.
Onun hikayesi çaresizlik ya da umutsuzluk değil, aksine her şeye rağmen yapabilme gücü ve morali yaydı salona. Çünkü kadını özel alana kapatan, bu alanın dışına çıkmasına kuşkuyla yaklaşan, engellemeye kalkan, hele de sanatsal alanda varlığına tahammül göstermeyen pek çok ataerkil yargıya ve engele rağmen Şirin kaçakçılarla ilgili belgeseli çekmeyi başarmıştı.
Kadınlar arasındaki "iktidar"
Konferansın en çok ilgi uyandıran tartışmalardan birisi de kadınların, çoğunlukla farkında olmadan kendi aralarında da iktidar ilişkileri kurulabildiklerine dair olandı. Herkesin kendine göre bir "doğu"su olabiliyordu.
Zira kadınların kendilerini daha kurtulmuş bir yere koyarak birbirlerinin sorunlarına batı merkezli ve bazen de milliyetçi pencereden bakabildiğini gösteren yeterince örnek vardı. Bu açıdan konferansın deneyim paylaşımı ve dayanışmadan daha fazla ve sarsıcı bir buluşma olduğu belirtilebilir.
Namus adına işlenen cinayetler oturumunu yöneten akademisyen Nazan Üstündağ, "bu tür cinayetlerin çözümlenmesi ve önlenebilmesi için ezberlerimizi sürekli bozmamız gerekiyor" derken böylesi sarsıcı bir yaklaşıma vurgu yapıyordu. Yürütülen tartışmalar ise konferansta ezberlerin tümüyle bozulmasa bile en azından onlarla yüzleşilmeye başlandığını gösteriyordu.
"Ezber" bozmak, "ezber"le hesaplaşmak
Katılımcılar bir yandan "öteki"nin ezberlerini bozmaya çalışırken diğer yandan da kendi ezberleri ile hesaplaşmak zorunda kaldılar.
Örneğin Kürt kadınlar "Kürt kadını" kimliğinin ardındaki acı siyasi tarihi ve bu kimliğin özgürleştirici gücünü dile getirirken, bu kimliğe takılıp kalmanın daha kapsayıcı kolektif kimliklerle buluşmaya engel ve daraltıcı olabileceğini kabul ettiler.
Buna karşın dayağa karşı kampanyanın örgütlendiği 1987 yılından günümüze değin feminist hareket içinde yer almış olan feminist kadınlar, kadın hareketinin kendi içindeki farklılıkları kabullenmesinin nasıl da sancılı bir süreç içinde gerçekleştiğini anlattılar.
1980'li yıllarda kadın
Bu tartışmalarda aslında kadınların hiç de kısa olmayan bir mesafe kat ettikleri de görüldü. Çünkü 1980'li yıllarda öncelikle kadınların kadın olarak ayrı birer siyasal özne olduklarını kabullendirmeleri gerekmişti.
Bu süreç içinde kadınlık kendi başına evrensel ve türdeş bir kimlik olarak ön plana çıkarılmıştı. Bu başarılabildikten sonra sıra kadınların kendi içindeki farklılıkların ve iktidar ilişkilerinin farkına varmalarına gelebilmişti; bununla yüzleşmeleri ve feminist politikaya katmaları ancak bu şeklide mümkün olabilmişti.
Mor Çatı Sığınma Vakfı'ndan Fatma Mefküre Budak'ın, şimdi Sosyalist Demokrasi Partisinin Genel Başkanı olan Filiz Koçali'nin ve KA.DER'den İlknur Üstün'ün geçmiş yıllardaki deneyimlerine ilişkin paylaşımları kadınların farklılıklarıyla bir araya gelebilmeleri ve politika üretebilmelerinin güçlükleri ile birlikte bugün başarılan işin önemine işaret ediyordu.
Aşk/ihtiras ya da Namus/Töre ayırımındaki yanılgı
Konferansta en önemli saptamalardan birisini namus adına şiddeti geleneğe ve bir kültüre indirgemenin milliyetçi söylemle kalkınmacı söylemin kesişme noktalarından biri olduğu ve bu yanılgının yükselmekte olan milliyetçiliğe yaradığını vurgulayan Nükhet Sirman yaptı.
Namus adına şiddetin toplumsal ve tarihsel kökenlerine ilişkin maddeci bir analiz yaptıktan sonra bunun bir üretim tarzıyla alakalı olgu olduğunu belirten Sirman, söz konusu maddi bağlamı göz ardı ederek batımerkezli ve milliyetçi argümanların ötesine geçilemeyeceğini söyledi.
Bu açıdan aşk/ihtiras cinayetleri ya da töre/namus cinayetleri ayrımı gibi ayrımların bu yanılgıdan kaynaklandığını ve sonuçta da namus adına işlenen şiddetin Türkiye'de olduğu gibi geleneğe ya da bir kültüre -Kürt kültürü-ne indirgemeye yol açtığını dile getirdi.
Namus adına şiddet oturumunun sonunda, bu cinayetlerin güncel günümüze dair bir gerçek olduğu; geçmişe, geleneğe ya da kültüre indirgenemeyeceği vurgulandı. Bu yaklaşım kadına yönelik şiddetle ve namus adına işlenen cinayetlerle mücadele ederken kolayca içine düşülebilecek bir tuzak olan kültüre, geleneğe indirgeme tehlikesine karşı da uyarıcı nitelikteydi.
Sıla dizisinde...
Bu tartışmalar bağlamında bir kez daha Sıla dizisinin üzerinde durulduğunu vurgulamam gerek. Çünkü bu dizi, bir kültürün kadınlarını "gelenek" ve "geri kalmışlık"la sarmalanmış bir mağduriyetle kodlayan yaklaşımın, kaçınılmaz olarak öteki kültürün kadınına "kurtarıcılık" misyonu yükleyeceğini çok iyi bir şekilde örnekliyor.
Öte yandan bu kurguyla sadece mağdur olarak kodlanan kadın değil, kurtulmuş olarak kodlanan kadının da zarar gördüğü, zira ona yönelik ataerkil şiddetin görünmez kılındığı, aralarında hiyerarşik bir ilişki kursa bile kurgunun her iki kadın kategorisine de zarar verdiği fazlasıyla görülüyordu.
Tüm bu eleştiri ve analizler, bütün sorunların çözümünü "eğitim"e bağlayan, kurtulmuş/geri kalmış kadın ayrımı yapan kalkınmacı söylemin ve bu söylemin içinden politika yapan kadınların kolayca milliyetçiliğin dümen suyuna girebileceğine dikkat çekiyordu.
Peşmergelikten siyasal karar organlarına
Konferansın yurt dışından gelen konukları, çarpıcı yaşam deneyimleri ve dile getirdikleriyle olduğu kadar renkli ve şık giysileriyle de dikkat çeken Süleymaniye'den, Duhok'tan, Erbil'den gelen kadınlar da bir yönüyle kendi ezberleri ile yüzleştiler. Aralarında yıllarca peşmergelik yaptıktan sonra şimdi siyasal karar alma organlarında önemli konumlarda bulunan kadınlar vardı.
Geçmişlerinde enfal gibi travmasını atlatmaları imkansız olaylar ile birlikte her şeye rağmen birer kadın olarak en zorlu koşullarla baş edebilmiş olmanın gücü vardı. Uzun ve acılı bir dönemden sonra şimdi içinde bulundukları koşullardan memnun görünüyorlardı.
Öte yandan kendi başarılarının toplumlarında kadınların geneli için sorunların ortadan kalktığı anlamına gelmediğini kabul ediyorlardı.
Nitekim bir yandan Irak Kürt Yönetimi'ndeki kalkınma ve kurumlaşma sürecinin kendileri açısından olumlu etkilerini anlatırken öte yandan kadın intiharlarının ve özellikle de kendini yakma şeklindeki intiharların artışına dair bir şeyler söyleme zorunluluğu duydular.
Feminist politikanın imkanı
Konferansta mağduriyetlerden konuşuldu ama tartışmaların merkezinde yer alan ana tema mağduriyet değildi. Kadınların sadece kurban ve mağdur olmadıkları, aynı zamanda kendi adına konuşabilecek özneler oldukları, sorunlarını birlikte aşabilecek güçlerinin bulunduğu üzerinde duruldu.
Konferansın sonlarına doğru esas olarak farklılıkları göz ardı etmeden ama kadınların bir araya gelmesini imkansız hale de getirmeden yapılabilecek bir feminist politikanın olanaklarına yoğunlaştı.
Bunun yolu da herkesin kendi özgül kadınlık ve ezilme deneyimleri ile daha genel ezilme deneyimleri arasındaki ilişkileri görmekten geçiyordu. Bu açıdan kimse kurban olmadığı gibi kimse ataerkil baskı ve ezilme deneyimlerinden muaf de değildi.
Belediye başkanı kadın olunca
Önemli olan politikayı mağduriyet üzerinden değil değiştirme gücü üzerinden yapabilmekti. Mağduriyet ancak ezilme deneyimlerini ortaya çıkarmak açısından bir anlam taşıyordu. Asıl önemli olan değiştirecek gücü ve politikayı ortaya çıkarabilmekti.
Zaten konferansın sloganı da bunu vurguluyordu: Söyleyecek sözümüz değiştirecek gücümüz var.
Son olarak Diyarbakır'da çoğunluğu göç mağdurlarının oluşturduğu üç yüz bin nüfuslu Bağlar Belediyesi'nin boğuşmak zorunda olduğu onlarca sorunun yanı sıra böylesi bir konferansı örgütlenmesinin, kadın bir belediye başkanına (Yurdusev Özsökmenler) ve onunla birlikte çalışan çok sayıda kadını varlığına bağlamak yanlış olmayacak. (HÇ/BA)