Arap ülkelerindeki halkların, yönetimlerin değişmesi talebiyle yola çıktıkları 'Arap Baharı' ya da 'Arap Ayaklanmaları' olarak tanımlanan hareketli sürecin başlamasının üzerinden 10 yıl geçti.
Bölge konusunda uzman gazeteci yazar Fehim Taştekin'e 10. yılında zamanı geriye sarıp sorular sorduk.
Arap baharı ya da Arap ayaklanması, 10 yıl önce Muhammed Bouazizi o eylemi gerçekleştirmeseydi nasıl şekillenirdi? Ya da bu kadar hızlı bir örgütlenme olur muydu?
Sosyal depremler bir kıvılcımla tetiklenip zincirleme etkisiyle kapıdan kapıya gidebiliyor. Arap Baharı'nda kıvılcım Buazizi'nin kendisini ateşe vermesiydi. Fakat basitçe her şey bir kişisel eyleme bağlı değil.
O orada simgesel bir faktör olarak duruyor. Toplumsal patlama için bir olgunlaşma süreci gerekiyor. Ki 17 Aralık 2010'a gelinceye kadar Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da bu tür bir süreç vardı.
Ortadoğu Filistin, Lübnan, Sudan, Cezayir, son olarak Afganistan ve Irak'ta gördüğümüz işgal, savaş, iç çatışmaları izledikten sonra kısmen nefes alıp kendi halini düşünmeye ve sorgulamaya başladığında eldeki siyasi tablo bir değişimi zorunlu kılıyordu.
Düşünün siyaseten kadavraya dönüşmüş liderler zinciri; Zeynel Abidin bin Ali, Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi, Ali Abdullah Salih vs. Bunların bir kısmı oğullarını halef olarak hazırlamanın derdindeydi.
Sosyal medyanın farkındalık yaratma ve partileri atlatan bir mobilizasyon yeteneği geliştirme konusunda önemli bir fonksiyonu yerine getirdi. Mısır gibi yerlerde belli kımıldamalar oldu ama hala süreç olgunlaşmamıştı.
- NOT: Tarık el Tayyib Muhammed Bouazizi, Tunuslu bir seyyar satıcıydı. 17 Aralık 2010'da kendisini yakarak intihar girişiminde bulundu. Hastanede olduğu 18 gün içinde ayaklanmalar başladı.
"Hepsi birbirini tetikledi"
Sonra kuraklığın da etkisiyle gıda fiyatlarındaki artık geniş kitlelerin canını yakmaya başladı. Arap Baharı'ndan önce pek çok yerde ekmek için gösteriler olduğunu hatırlayalım.
Bu süreçte ekonomik kriz yaşayan bazı ülkeler sübvansiyonları düşürmeye yönelmişti. Hepsi birbirini tetikledi. Bouazizi olmasaydı da koşullar bir şekilde isyanları tetikleyecekti.
Zeynel Abidin bin Ali'nin kansız bir şekilde kısa sürede devrilmesi aslında diğer ülkeler için de cesaret verdi ve kitlesellik kazanmasını kolaylaştırdı.
Yerel dinamiklerin öneminin altını çizerken uluslararası ortamın da teşvik edici olduğunu unutmayalım. Ben yerel potansiyeli gözardı eden ya da küçümseyen komplocu yaklaşımlara fazla alan açmak istemiyorum.
Obama'nın "görücüye çıkarılması"...
Çünkü bu olayların içinde çok bulundum, iç dinamiklerin arz ettiği değeri gördüm.
Fakat Obama'nın Kahire ziyaretinde verdiği değişim mesajlarını, öncesinde Türkiye'nin model ortak olarak Arap sokağında görücüye çıkarılmasını, Büyük Ortadoğu Projesi'ni (BOP), Erdoğan'ın BOB Eşbaşkanı olmasını, Medeniyet İttifakı projesini düşünün...
Bunlar sözünü ettiğim batı müttefiki ama siyaseten kadavraya dönüşmüş liderlerin veda etme zamanı gelmiş, bu ülkelerde kontrollü geçiş lazım, ABD yerel ortaklarıyla bununla yakından ilgileniyor. Fakat bu dış ilgi biraz nabız yoklayıp sivil kanallar açsa da Arap isyanları kendi öz dinamikleriyle kopup geldi. Bu dinamizm illaki patlayacak bir yarık bulacaktı.
"Tunus'taki kansız geçiş moral verdi"
Bu hareket, o ülkelerde yaşayan insanlara kolektif öfkenin gücünü gösterdi evet, bunu mümkün kılan neydi size göre?
Tunus'taki 'kansız geçiş' kitlelere moral üstünlük verdi. Altyapıya bakarsak müthiş bir sıkışmışlık var. Slogandaki 'ekmek, onur ve özgürlük' üçlemesine bakarsanız üçünün de su gibi hava gibi ne kadar ihtiyaç haline geldiğini anlıyoruz.
İletişim çağında büyüyen yeni bir nesil var; kirlenmiş düzen partilerini saygıları kalmamış, parti liderlerinin tekerlemelerine kulakların kapamış, geçmişin çatışma bağlamlarına katılmamış, dedelerinin savaşlarının etkilerine bulaşmamış yani diktatörün bahanelerini umursamayan bir nesil.
Devletin kontrolündeki haber kanallarının dışına çıkıyor; görüyor, izliyor, duyuyor. Başka ülkelere bakıyor. Olan büyük bir öfke birikmesidir. Sonuçta korku duvarının bir yerde yıkılması diğerlerinin bundan geri kalamayacağı bir örneklik sundu.
"Kurumsal refleks trübülansın önünü aldı"
Çatışmalar, özellikle Mısır ve Libya gibi sömürge sonrası rejimlerde hareketlendi ilk başta. Burada politik background'un faktörü neydi?
Her bir ülkenin kendi iç dinamikleri var. Birbirine benzeyen yanlarından çok ayrışan tarafları var. Şiddet bir tuzaktı. Tunus'un önünde bir örnek yoktu, hazırlıksızdı ve kurumsal refleks türbülansın önünü alacak bir tavır geliştirdi.
Yani ordu Zeynel Bin Ali'ye 'sessizce sen bu koltuktan kay' telkininde bulundu, o da direnmedi. Tunus'ta diktatöre karşı meydanın imgesel saldırıları güçlüydü, mesela First Lady'nin lüks yaşamı parmakla gösterildi. Öfke çok masumdu ve yıktı.
Tunus toplumsal olarak daha az gerilimli, daha geçişken, köşeleri yontulmuş bir yapıya sahip. Tunus'un organize İslamcı gücü de diğer türdeşlerinden farklı olarak daha sivil bir altyapıya sahipti.
Çatışma dinamiklerini gerileten bir atmosfer vardı. Mısır'da göstericiler polis ve baltacı şiddetine çok metanetli ve sabırlı davrandı.
"Sistem öfkeyi satın aldı"
Çok insan öldü ama silaha sarılmadıkları için ordunun ana omurgasında yer aldığı sistem burada da devleti koruma refleksiyle öfkeyi satın aldı, Mübarek'e 'onurlu çıkış' yolunu gösterdiler.
Tunus ve Mısır'da gördüğümüz kurumsal yapı ve refleks Libya'da yoktu; ordu, polis, istihbarat aradaki bir iki halkanın çekilmesiyle hızla çöktü.
Aşiret ve kabileler üzerine inşa edilmiş, kurumsallığı zayıf bir yapı kaosa karşı strateji geliştiremedi. Burada en önemli faktör kuşkusuz NATO-Körfez müdahalesidir. Mısır ve Tunus Batı-Körfez blokunun müttefikiydi, Libya değildi.
Libya birçoğu için intikam alınması gereken bir yerdi. Çok hızlı yalan ürettiler, muhalifleri anında silahlandırdılar; El Kaide ve türevlerini palazlandırdılar; savunma yeteneği zayıf olan bir devleti paramparça ettiler. Bu bir hesaplaşmaydı.
Suriye'de ordu ve istihbaratın organize yapısını bildikleri için işin başında iç savaş kurgusu vardı. "Gösteriler barışçıldı" diyerek bu kurgunun olduğunu asla kabul etmiyorlardı. Ama vardı.
"Türkiye ve Lübnan üzerinden cepheler"
Suriye'nin Ortadoğu düzenindeki yeri farklıydı. Kolayca çözülmeyeceğini biliyorlardı. O yüzden Libya'da dağıttıkları silahları toplayıp CIA'in 'gizli hat' adını verdiği yolla Türkiye ve Lübnan üzerinden cepheler oluşturacak şekilde içeri soktular.
Elbette yönetimin şiddete başvurması, silah kullanması ve olayları gaddarca bastırmaya çalışması da sürecin çatışmaya dönüşmesine bahane oldu. Suriye ile hesabı olan çok aktör vardı ve hepsi vekalet savaşının bir tarafındaydı.
İsrail ve ABD'nin düşmanı, İran ve Rusya'nın müttefiki bir Suriye'den bahsediyoruz. Suriye'ye sıra geldiğinde iç dinamiklerin ötesinde dış müdahale araçları çoktan hazırdı.
Yemen'deki şiddet de başlangıçta sınırlıydı. Ali Abdullah Salih'in sarayı ordudan bir grubun ateşine maruz kaldı ama göstericiler geleneksel olarak kuşaklarında taşıdıkları kamaları-bıçakları bile kullanmadılar.
Oradaki şiddet döngüsünün nedeni de geçiş sürecini tekeline almaya çalışan Suudi-Amerikan müdahalelerinin ters tepmesinden kaynaklandı.
Sonra süreç İran ile hasımları arasında bir nüfuz savaşı olarak çerçevelendi. Ben şiddet dinamiğini hem devletlerin kurumsal yapıları, toplumsal karakterleri, etnik-dini ayrımları hem de ülkenin jeostratejik bağlamlarına bakarak değerlendirmekten yanayım.
"Katılanlar bahar ya da devrim diyor"
Ülke ülke yaşananlar diğer ülkelerin dış politikalarında kimine göre devrim, kimine göre bahar, kimine göre ayaklanma olarak anılıyor. Bu nüans neyi anlatıyor?
Bu süreçlere katılanlar için tercih edilen kavram bahar ya da devrimdir.
Diktatörlerin gittiği yerlerde rejimin ana unsurlarının kısa sürece toparlanıp yeniden dümene geçmesi ya da nüfus kabiliyetini tekrar kazanması veyahut yenilerin eskileri aratmayan icraatları nedeniyle yani sürecin sonunda gerçek bir değişimin gelmemesi nedeniyle olup bitenleri isyan olarak tanımlamayı seçenler var.
Ben de genelde isyan diyorum. Çok kanlı süreçlere evrilip çok fazla ölüm, yıkım, hayalkırıklığı getirdiği için de 'bahar' ifadesi biraz romantik kalıyor.
Bu isyanın muhatabı rejimler elbette komplo, tuzak, dış müdahale kavramlarıyla meseleyi izah etmeyi tercih ediyor.
"Kadınların direnme kapasitesi etkileyiciydi"
Kişisel olarak -gazeteci ve bölge konusunda uzman biri olarak- olaylarla ilgili en çok aklınızda kalan sahneyi sorsak...
Çok sahne kaldı. Kadınların direnme kapasitesi ve cesaretini izledik. Etkileyiciydi. İmgesel çok şey gördük.
Her inançtan insanlar, kadınlar, erkekler, çocuklar. Şarkılar. Fakat çatışma süreçlerinde hafızamıza giren görüntüler bahar havasındaki bütün izleri silip süpürdü.
Gençlerin korkusuzluğu gözlerinden okunuyordu. Şimdi bile gülümseyerek hatırladığım bir şey var; Kahire'de Tahrir Meydanı'na bakan bir otelde kalıyordum.
Geç vakitte taksiyle otele dönerken yanımdaki mihmandarımın telefonu çaldı. Arayan bizim gittiğimiz yolun Tahrir'le birleşme noktasında çatışma olduğunu söyledi. Dedim ki "Alt yoldan götür, otele arka taraftan geçelim."
"Tahrir'deki anılarım eşsizdi"
Tam çatışmanın ortasına çıktık. Genç mihmandarım heyecanla "Abi işte seni tam yerine getirdim" dedi. Eee bizde gazeteciyiz sen ne yaptın diyecek halimiz yoktu, heyecanla deklanşöre asıldık! Tahrir'de çok anılarım oldu. Hepsi eşsizdi.
Suriye ve Irak'ta gördüklerim ise sarsıcıydı. Devamında ölümler, yıkımlar, tarihi Halep'in havaya uçuruluşu, Humus'un yıkılışı, IŞİD'in infaz sahneleri, soykırıma uğrayan Ezidilerin dehşetle yollara düşüşü, IŞİD'e direnen kadın savaşçılar, toplu mezarlar, genişledikçe genişleyen mezarlar, kıyılarımıza vuran mülteci cesetleri... Çok acı birikti çok.
"Hayal kırıklığına dersler eşlik ediyor"
Ve 10 yıl sonra... Hayal kırıklığı mı, bir nevi kazanım mı?
Çok büyük hayalkırıklıklarına büyük dersler eşlik ediyor.
Bu anlatacağımı çok yazdım ve anlattım:
Suriye muhalefetinin İstanbul'daki ilk uluslararası konferansında önceden planlanmamış bir davetle kürsüye konuşma yapmak için davet edildiğimde tamamen hazırlıksız olarak mealen demiştim ki; "Barışçıl direnişi bırakır silaha sarılırsanız, mezhepçilik yaparsanız, etnik milliyetçiliğe saparsanız ve dış müdahale çağrısında bulunursanız asla devrim yapamazsınız, bu devrim sizin devriminiz olmaz."
Ara verildiğinde toplantı sekreteri yanıma gelip Arapça olarak tuttuğu notu göstermişti; sadece benim konuşmamdan dört maddeyi dikte etmişti. Bunların sonuç bildirisine girdiğini gördüm.
Kısa süre sonra Suriyeliler beni başka bir konferansa konuşmacı olarak davet ettiklerinde bu olayı hatırlatıp "Bu dört maddeye de ihanet ettiniz" demiştim.
"Korku duvarlarını yıktılar ama..."
Epeyce tepki almıştım. Benim için en büyük ders budur; değişim isteniyorsanız kılı kırk yapmak zorundasınız. Ödenen bütün bedellerden sonra en büyük kazanım insanların neyin nasıl olabileceğini öğrenmesi oldu.
Evet isyan etmenin yollarını buldular, korku duvarlarını yıktılar. Ama birlikte isyan ettikleri insanlarla birlikte yaşamanın yollarını aramadılar. Bu bölgede çatışma ya El Kaide çizgisindeki örgütleri ya da savaş ağalarını palazlandırıyor.
İnsanları devirmek için can attıkları liderlere dört elle sarılmak zorunda bıraktılar.
Bu felaketlerden sonra bölge insanları uzun vadeli, sabırlı, dikkatli, şiddetsiz ve kendi özüne dayalı bir değişim gündemini takip etmek zorunda.
Bu dış aktörlerin bölgesel hesaplarına eklemlenen muhalif yapılarla ya da geride çok berbat bir sicil bırakan siyasal İslamcı güçlerle olacak bir şey değil.
(PT)