Fotoğraf: The Nation
Berkeley Üniversitesi’nde Maxine Elliot Karşılaştırmalı Edebiyat ve Eleştirel Teori Profesörü olan feminist düşünür Judith Butler, Covid-19 salgının daha da açıkça gözler önüne serdiği derin yapısal eşitsizlikler ve fiziksel olmayan şiddet biçimleri, özellikle de ihmal ve ayrımcılık üzerine konuştu.
Butler, ABD'deki şiddet biçimlerine, yoksullara yönelik artan şiddete, yeniden üretilen şiddete ve ihmallerin neden olduğu ölümlere feminist bir perspektif üzerinden bakabileceğimizi gösteriyor.
The Nation’dan Francis Wade‘in Judith Butler‘la yaptığı röportajı Yeşil Gazete için Özde Çakmak çevirdi.
Kitabınızda iddia ettiğiniz gibi, şiddeti fiziksel bir eylem olarak görme eğilimi konusunda belirgin bir sorun var, çünkü bu eğilim ABD ve ötesinde şu anda tezahür eden daha kurumsal şiddet biçimlerini göz ardı ediyor. Daha geniş bir bakış açısının benimsenmesi neler görmemizi sağlar?
Tek bir edim, yinelenen örüntüleri ya da yapısal veya kurumsal şiddet biçimlerini temsil edemez. En grafik ve tahayyül edilebilir olan fiziksel darbedir ve şiddet bu şekle büründüğünde söz konusu kişiyi bulmak ve yaptığından sorumlu tutmak daha kolaydır. Darp eden kişi adaletsiz bir polisin ya da cezaevi politikasının izinden gittiğini ya da ulusal güvenlik adına hareket ettiğini iddia ettiğinde hesap verebilirlik daha karmaşık ve bir o kadar önemlidir.
Tüm kitleler Foucault’nun söylediği gibi, “ölüme terkedilse” bile bu başka bir şekilde karmaşık ve yine bir o kadar önemlidir. Küçük oturma alanlarına sıkıştırılan ve tıbbi bakımdan mahrum çiftlik çalışanları mevcut pandemi koşullarında ciddi hastalık ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya.
Oldukça benzer bir şey alıkoymanın şiddet yoluyla dayatıldığı ve yavaş bir soykırımın gerçekleşebileceği Gazze halkı için de söylenebilir.
“Ölüme terketme” ifadesi, en azından yüzeyde, biraz pasif – bir ihmal biçimi – gibi görünüyor. Covid – 19 nedeniyle orantısız şekilde yüksek oranda ölen ABD’deki siyah ve/veya yoksul toplulukların üyeleri pek çok şeyin yanında ihmalin de nihai sonucunu yaşıyorlar. O halde ihmal şiddet olarak, belli yaşamlara diğerlerinden fazla öncelik tanıyan bir devletin pasiften ziyade aktif bir uğraşı şeklinde okunabilir mi?
Pandemi geniş çapta fark edildikçe, piyasaları yeniden açma ve yeniden verimlilik kazanma arayışına giren bazı karar alıcılar, virüse dayanabilecek kadar güçlü olanların bağışıklık kazanarak zamanla çalışabilecek durumda güçlü bir kitle oluşturacaklarını varsayan sürü bağışıklığı fikrine başvurdular. Sürü bağışıklığı tezinin Sosyal Darwinizm ile – toplumda en güçlü olanların hayatta kalıp en güçsüz olanların eleneceği şekilde evrilme eğilimi gösterdiği fikri – nasıl iyi sonuç verdiği görülebilir. Pandemi koşullarında bu, elbette kırılgan sayılan ya da hayatta kalmamaya mahkûm siyah ve kahverengi azınlıklardır.
Alexandra Ocasio-Cortez siyah olmanın “mevcut bir durum” olduğunu söyleyerek açıkça ABD’deki siyahların temel sağlık hizmetlerinden orantısızca mahrum kalanlar arasında olmasını kastediyordu.
Bu en kırılgan olanlar grubunda yaşlılar da var (özellikle de yaşlı, siyah topluluklar) – yoksullar da; engelliler, hapistekiler, evsizler, alıkonulan göçmenlerin yanı sıra sosyal varlıkları bu sınıflandırmaların hepsine ya da çoğuna giren, mevcut tıbbi şartlara sahip olanların tümü. Sürü bağışıklığının kendi içerisinde bir ölüm fermanı olmadığı söylenebilir fakat uygulamada artırılmış izolasyona, işsizliğe ve en kırılgan sayılanların toplum dışına itilmesine yol açacaktır – aynı zamanda verimlilik oranlarıyla ilişkili ölüm oranları hakkında kesin varsayımlarda bulunur.
Bu kitlelerin her halükarda ölmek üzere oldukları ve korunmaya değmeyecekleri düşünülür, dolaylı ya da dolaysız olarak kimin hayatının değerli kimin hayatının değersiz olduğunu belirleyen bir ölçü benimsenir.