Aşağıdaki parçalar, yazar Jeannette Winterson'ın "Sanat İtiraz Eder: Haz ve Yüzsüzlük Üzerine Yazılar" (Art Objects: Essays on Ecstasy and Effrontery) kitabından. Bu parçalar, Maria Popova'nın, kitabı tanıttığı yazısında yer verdiği alıntılardan Türkçe'ye çevrildi.
Aşık olmuştum ve bir dilim yoktu. Alıklaşmıştım. "Bu resmin bana dediği hiçbir şey yok" genel tepkisi, "Bu resme dediğim hiçbir şey yok"a dönüşmüştü. Ve çaresizce konuşmak istiyordum. Resimlere uzun uzun bakmak, yabancı bir şehre bırakılmaya denktir; sessizliğin içinde önce birkaç anahtar sözcük, sonra bir parça sözdizimi -arzudan ve çaresizlikten- yavaş yavaş belirir. Sanat, sadece resim değil, bütün sanatlar, yabancı bir şehirdir ve tanıdık olduğunu düşündüğümüzde kendimizi kandırırız. Kimse yabancı bir şehrin kendi adetlerini sürdürmesine, kendi dilini konuşmasına şaşırmaz. Sadece bir hödük, ikisini de görmezden gelir ve kendi eksikliğinin suçunu mekanın üstüne atar. Bu durum, her gün sanatçının ve sanatın başına geliyor.
Resmin dilinin, bütün sanatların dilinin, bizim anadilimiz olmadığının ayırdına varmalıyız.
Sanat acayiptir ve onu şeylerin düzenin uydurmaya çalışmak gibi yaygın bir yöntem -ister ehlileştirmek, ister yem atmak yoluyla olsun, başarılı olamaz. Hayvanat bahçesinde, kim aslan olmayı bilir ki?
Resmin (bütün sanatların) ve güzelliğin hiç de birbirinden ayrı şeyler olduğuna inanmıyorum, ne sanatın ne de güzelliğin aklıbaşında bir toplumda tercihe bağlı olduğuna inanıyorum. Böylece, Harold Bloom'un "ayrıcalıklı anın hazzı" diye adlandırdığı tarafta yer alıyorum. Kavrayış, kendinden geçme, dönüşüm, sevinç olarak resim, bütün sanatlar. Harold Bloom'un tersine, insanlara halihazırda sevmedikleri şeyi sevmenin öğretilebileceğine ve o ayrıcalıklı anın hepimiz için var olduğuna inanıyorum, eğer izin verirsek. Sanata izin vermek, etkin teslimiyet paradoksudur. Sanatın bende işlemesini istiyorsam, ben de sanat için çalışmalıyım.
En son ne zaman bir şeye sadece, yoğunlaşarak ve onun hatırına baktınız? ... Bakma işinde pek iyi olmadığımızı fark ediyoruz.
Bakmalarımızın öyle çoğunda altmetin olarak "bana hayranlık duy" var ki, sanata dayatılan talep, izleyenin gerçekliğini yansıtması oluyor. Gerçek resim, kendi inatçı bağımsızlığı içinde, bunu yapamaz; tesadüfilik hariç. Onun gerçekliği alelade değil, imgeseldir.
O kalın koruma perdesi kaldırıldığında -önyargının koruması, yetkenin koruması, ıvır zıvırın koruması- en tanıdık resimler bile güçlerini göstermeye başlar. Mona Lisa'yla yalnız başına bir saat geçirmeyi becerebilecek kişilerin sayısı azdır.
Ama bizim gariban sanatseverimiz, estetik laboratuarının içinde, kendini varsayım korumasından kurtarabilmiş değildir. Bulduğu şudur: Resim, onun dikkatini toplayamama, yoğunluğu yoğunlukla karşılayamama eksikliğine karşı çıkar. Hâlâ resimle ilgili bir şey keşfetmiş değildir, ama resim onunla ilgili çok şey keşfetmiştir. Kendisi yetersizdir, resim de ona bunu söylemiştir.
O deneyi yeniden (ve sonra yeniden ve yeniden) yapmaya ikna olabilsem, bırakın resimlerin nasıl beğenileceğini, resimlere nasıl bakılacağını bile bilmediğimi fark etmenin o ilk sarsıntısından sonra, bambaşka şeyler olabilir.
Sanatın derin ve zorlu gözleri vardır ve çoğu kişiye o bakış fazla yoğun gelir. Sanat salakçaymış veya en azından bize anlamlı gelen hiçbir şey demiyormuş gibi yapmak daha iyidir. Eğer sanatın, bütün sanatların, gerçekle bir derdi varsa, inkar halindeki bir toplum bunda pek yarar görmeyecektir... Sanatla can acıtan karşılaşmalardan, ya onu önemsizleştirerek ya da onu tanıdıklaştırarak sakınırız.
Tuhaf bir halkız: Sanatçılarımızın hayattayken dürüstçe çalışmalarını olabildiğince zorlaştırıyoruz. Ya onlardan parayı esirgiyoruz ya da onları parayla mahvediyoruz; ya yararı olmayan övgülerle onları pohpohluyoruz ya da yararı olmayan suçlamalarla onları yaralıyoruz ve çok yaşlandıklarında veya çok ölgün hale geldiklerinde veya artık bir şeye köstek olamayacakları tartışma götürmez hale geldiğinde, onları yüceltiyoruz. Böylece, eskiden yabanıl olan, itiraz eden, Yetkeye (Otorite) dönüşüyor. Resimleri yüceltmek, onları öldürmenin bir yoludur. Tanıdıklık hissi fazlasıyla büyüdüğünde, tarih, popülerlik, ortaklık, bakanla resim arasındaki bütün bu kalabalık fazlasıyla büyüdüğünde, resmin önünü kapatır. Bundan böyle zarar gören sadece resimler değildir, bütün sanatlar böyle zarar görür.
Jeannette Winterson |
Sanatçının çağrısı, her mecrada, yeni hale getirmektir. Bundan, yeni eserde geçmişin reddedilmesini kast etmiyorum, tersine, geçmişe yeniden sahip çıkılıyor. Geçmiş yetkeye teslim edilmiyor, bir tanıdıklık düzeyince yutulmuyor. Özgün canlılığı içinde yeniden ifade ediliyor ve değeri iade ediliyor. Leonardo, Cézanne'da mevcuttur; Michelangelo, Picasso'dan Hockney'ye kadar akar. Bu atalara tapmak değildir, sanatın silsilesidir. Bağlantı, etkilenmeden daha fazladır.
Gerçek sanatçı, bağlantı içindedir. Gerçek sanatçı geçmişle uğraşır; bir taklitçi veya öykünmecinin geçmişle uğraşması gibi değil, bu insanlar sadece nihai ürünle, röprodüksiyonla uyuşturulmuş bir halka ulaştırılan imzalanıp mühürlenmiş sanat nesnesiyle ilgilenirler. Gerçek sanatçı, sanat nesnesiyle, özel bir ifade bulmuş olan bir sanat süreci, olan şey, şeyin oluşu, mücadele, heyecan, enerji olarak ilgilenir. Gerçek sanatçı sorunun peşindedir. Sahte sanatçı bu sorunun (başkası tarafından) çözülmesini ister. Gerçek sanatçı bağlantı içindeyse, bize verecek çok daha fazla şeyi vardır, çünkü bizim peşinde olduğumuz bağlantıdır. Geçmişle, bir başkasıyla, fiziksel dünyayla olan bağlantı... Bir resim, bir kitap, bir müzik parçası, unuttuğumun bile farkında olmadığım hisleri, düşünüşleri bana anımsatabilir.
Sanat vicdanın derinlerinde dehlizler mi açar, yoksa kendi icatlarının mı sonucudur -sonrasında bellek dediğimiz karşılıklı icatlar- bilmiyorum. Şunu biliyorum, sanat süreci, bir dizi sarsıntıdır -ya da belki de elektrik gerilimi demeliyim; bunlar sanata fevkalade sadık bir ileticidir. Bize düşen, alıcılarımızı iyi çalışır halde tutmaktır.
Sanatta kutsal emir veya sanat beğenisinde kolay bir aksiyom yoktur. "Bunu beğeniyor muyum?" bir resimle yüzleşme anında herkesin kendine sorması gereken sorudur. Ama eğer "Evet"se, neden "Evet"? Ve eğer "Hayır"sa, neden "Hayır"? O aşikar, doğrudan duygusal yanıt, asla basit değildir ve yüz kereden 99'unda, "Evet" veya "Hayır"ın resmin kendisiyle hiçbir ilgisi yoktur.
"Bu şiiri anlamıyorum", "Asla klasik müzik dinlemem", "Bu resmi beğenmiyorum" yeterince yaygın önermelerdir, ama bize kitaplarla, resimlerle veya müzikle ilgili hiçbir şey demeyen önermelerdir. Bunlar, bize konuşanla ilgili bir şeyler diyen önermelerdir. Bu durum apaçık olmalı, ama işin aslı, bu önermeler bize sanat eleştirisi, karşı kanıtlar olarak sunuluyor; çünkü cahil, tembel ya da düpedüz kafası karışıklar kendi hallerini itiraf etmeye pek de istekli olmuyorlar.
Sanatçının küstahlığına dair çok şey duyarız da, izleyicilerin küstahlığına dair hiçbir şey duymayız. İşini yapmamış, hiçbir risk almamış, yaşamları ve geçim yolları yaptıklarının her anına sıkı sıkıya bağlı olmayan, mecra veya yöntem üzerine biraz olsun düşünmemiş olan izleyiciler, kafasını şöyle bir kaldırıp göz atacak, giriş akorları üzerine lak lak edecek, ardından parmaklarını şaklatıp azman bir Romalı despot gibi yürüyüp gidecektir.
Kendi hislerimizi incelemek, eseri incelemenin yolunu açıyor olmalı. Bu tutum, esere karşı hakkaniyetli olmaktır ve kendi hislerimizin doğasını aydınlığa kavuşturmaya da yarar: Önyargıyı, kanaati, kaygıyı, hatta o gün ne halde olduğumuzu da ortaya çıkarır. Hislerimize güvenmek doğrudur, ama onları sınamak da doğrudur. Eğer dediğimiz gibiyseler, sınavı geçerler; eğer değillerse, en azından daha az samimiyetsiz oluruz.
"Bu eserin benle bir ilgisi yok" dediğinizde, "Bu eser sıkıcı, anlamsız, salakça, anlaşılması güç, seçkinci, vs." dediğinizde, haklı olabilirsiniz, çünkü geçici bir modaya bakıyorsunuzdur. Veya, yanılıyor da olabilirsiniz, çünkü eser deneyimizin güvenli alanının öyle dışına düşüyordur ki, kendi dünyanızı dağılmaktan korumak için, resmin öteki dünyasını reddetmeniz şarttır. Bu imgesel deneyimin reddi, gündelik dünyayı olumlamamızdan daha derin bir düzeyde gerçekleşir. Her gün, sayısız yolla, siz ve ben, kendimizi kendimizle ilgili ikna ederiz. Gerçek sanat, başımıza geldiğinde, olduğumuz "Ben"e meydan okur.
Bir aşk paraleli de tastamam böyledir: Aşık olmak, sahip çıktığımız gerçekliğe meydan okur, aşk zevki kısmı ve aşk dehşeti kısmı, dünyanın tepetaklak olmasıdır. İstiyoruzdur ve istemiyoruzdur, o bıçak sırtı, o alabora, yeni bakışlar. Çoğunlukla duygusal çevremizi ehlileştirmek için çok çalışırız, tıpkı estetik çevremizi ehlileştirmek için çok çalıştığımız gibi. Fiziksel çevremizi zaten ehlileştirmişizdir. Peki bütün bu ehlileşmeden memnun muyuz? Memnun musunuz?
Sanatın somut varlığı, bizden önemli bir çaba ister, popüler kültürün aforoz ettiği bir çaba. Zaman çabası, para çabası, çalışma çabası, alçakgönüllülük çabası, imgelem çabası; her biri sanatçı tarafından sanata sarmalanmıştır.
Çaba istemenin seçkinciliği ima etmesinden endişe duyarım; sanata kesilen faturaysa -"sanat seçkincidir" faturası- genellikle suçlayanın kendi şaşkınlığına karşı bulduğu savunmadır.
Bir damak tadı geliştirmenin tek yolu, bir damak tadı geliştirmektir.
Bir şeyi cehalet yüzünden kapı dışarı etme adeti, habis bir şey. Aslında, bir şeyin değerine varmak için onu beğenmek esas değil, ama o özfarkındalık ve incelmişlik noktasına erişmek, yıllar süren bir sebat gerektiriyor.
Eminim, bir toplum olarak sanatı daha ciddiye alsak, sadece bir dekorasyon veya eğlence olarak değil de canlı bir ruh olarak görsek, çok geçmeden neyin sanat olduğunu, neyin sanat olmadığını öğreniriz.
Duyarlılıklarımızı keskinleştirmiş olsak, her konuda anlaşacak veya ansızın aynı resimlerin karşısında (veya aynı kitabı okurken) aynı şeyleri hissedecek değiliz; ama daha ziyade, tartışmalarımız ve müzakerelerimiz sahici estetik kaygılardan kaynaklanacak, siyasetten, önyargıdan ve modalardan değil... Ya gönüllerimiz? Sanat havalandırır.
Aramızda sürekli bir duygu alışverişi var. Üçümüzün arasında. Hiç tanışmadığım o ressam, kendi başına olan o resim ve benim, o resme bayılan ve artık ondan bağımsız yaşayamayan benim aramızda. Bu alışveriş üçgeni başkalaştırır, akışkandır, hemen göze çarpmaz, içe işler ve resmi dert edinen birinin kısa sürede keşfettiği o doğrulanamayan olgulardan biridir... Resmin tümlüğü, benim ne olduğumun tümlüğüne dair yorum yapar.
Evrenin sonsuz olduğunu, genleştiğini ve tuhaftır, tamamlanmış olduğunu, ihtiyacımız olan hiçbir şeyden yoksun olmadığını biliyoruz. Ama bu bilgiye karşın, insan yaşamının trajik paradigması, yoksunluk, kayıp, sonluluk, teknolojinin veya tıp biliminin yürürlükten kaldıramadığı ilkel bir felaket tellallığı. Sanatlar, böylesi bir felaket tellallığının yolunu keser. Sanat itiraz eder. Adlar, etkin bir kuvvet olur, koleksiyon parçası değil. Sanat nesneleri.
Lascaux'daki duvar resimleri, Sistina Şapeli'nin tavan resimleri, bir Picasso'nun devasa gerçekliği, Vanessa Bell'in daha suskun gerçekliği, yaşama karşı, ruha karşı olan, anlamsız ve fena olan yalana karşı çıkan sanatın parçalarıdırlar. Zamanla renk bulan mesaj, yoksunluk değil, berekettir. Sessizlik değil, birçok sestir. Resim, bütün sanatlar, kayıtsızlıkla veya felaketle çat diye koparılamayan o iletişim telidir. Gündelik ölümün karşısında, ölmez.
Sanat, 20. yüzyılın sonundaki kentlilerin güven içinde onsuz yapabilecekleri bir parça evrim değildir. Açıkçası, sanatın evrim örüntümüzde hiç yeri yoktur. Hiçbir biyolojik zorunluluk taşımaz. Sanatla geçirilen zaman, avlanmaktan, toplamaktan, çiftleşmekten, keşfetmekten, inşa etmekten, hayatta kalma mücadelesinden, gelişmekten yitirilen zamandır. Öyleyse ne tuhaf, bize ve türümüze karşı alışılagelen fiziksel tehditler artık ortadan kalkmışken, sanata zamanımız olmadığını söylüyoruz. Sanatın, bütün sanatların, artık hayatımızla bir ilgisi yok diyorsak, en azından şu soruyu sorma riskini göze alabiliriz: "Hayatımıza ne oldu?" Her zamanki "Sanata ne oldu?" sorusu, fazla kolay bir kaçış yolu. (JW/TK/NV)
* Görsel: Lisbeth Zwerger, "Alice Harikalar Diyarı'nda" çizimlerinden
* Metinleri Tolga Korkut Türkçeleştirdi.
* Jeannette Winterson, kitabın adında ve metinde bir söz oyunundan yararlanıyor. "Art objects" sözü, İngilizce'de hem "Sanat itiraz eder" hem de "sanat nesneleri" anlamına geliyor. Türkçe'de bu söz oyunu, tek bir ifadeyle karşılanamıyor.
* İngilizce'de resim sanatı için, "sanat" sözcüğünün de karşılığı olan "art" sözcüğü kullanılıyor. Winterson bu nedenle, "Resim, bütün sanatlar" gibi bir ikiliyi sürekli olarak kullanıyor.