Ama 1970'lerde ve 1980'lerdeki bazı vakalarda, silah kullanıp her bir vakada çok sayıda kişinin ölümüne yol açan Britanya polisleri ya da güvenlik birimleri olduğunu da biliyoruz.
Bu vakalarda öldürülen kişiler, İrlanda Cumhuriyet Ordusu'na (IRA) mensup oldukları, bir sabotaj eylemine hazırlandıkları gibi nedenlerle öldürüldüler. Daha sonra, gerek Britanya'daki gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önündeki bu vakalara ilişkin davalarda, hakların nasıl ihlal edildiği, bu kişilerin sanıldığı gibi, bir eylemin icracısı veya bunun hazırlığı içinde olmadıkları ortaya çıktı.
Britanya'daki başka bir vakada da, bir bombalama eyleminin sorumluları sanılan kişiler, 15 yıl cezaevinde kaldıktan sonra masum olduklarının anlaşılması üzerine serbest kaldılar.
İnsan haklarının korunmasına ilişkin yükümlülüklerinin yerine getirilmesindeki yetersizlikleri ve ortaya çıkan ihlaller bakımından Britanya'nın 1970'lerdeki durumu, Türkiye'nin 1990'lardaki durumundan farksızdı. Gözaltında sorgulanan kişilere -özellikle IRA mensuplarına- karşı uygulanan ve "beş teknik" olarak adlandırılan zora başvurma uygulamalarının, yargılama işlemleri sırasında bile açıklıkla savunulduğunu görmek mümkündü.
Elbette bunların üzerinde yıllar geçti. Kuzey İrlanda (Ulster) sorununda çatışma dilininin reddi üzerinde mutabakata dayalı bir gelişme oldu, vb. Bundan bir yıl sonra, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Britanya'nın bir iç hukuk düzenlemesi haline getirildi ve 2000 yılından itibaren yürürlüğe konuldu.
Geçen hafta, Jean Charles de Menezes adlı, Brezilya kökenli göçmen elektrik işçisinin Londra'da metroda öldürülmesi, bütün bu yakın dönemin şiddet hafızasını canlandıran bir vaka.
De Menezes neden öldürüldü?
Bu soruya, çok çeşitli cevaplar bulmak mümkün elbette. İki hafta arayla sekiz kadar bombalama eylemine maruz kalmış bir kentte, kamu düzenini koruma refleksinin böyle ölümcül bir kurgunun ivmesini artırdığını savunan geniş bir kesim olacaktır.
Ama, De Menezes'in öldürülmesinin yegâne nedeni, acaba bu mudur? En azından, onun öldürülmesini kolaylaştıran başlıca etmen, De Menezes'in ten rengi ve dış görünümü değil midir. Bu konuda, ilk bakışta Latin Amerikalı, Kuzey Afrikalı, Ortadoğulu, Güney Asyalı, vb. olmak çok da önemli değil. Sorun, bazıları için bu ölçüde siyah ve beyazdır.
Ve aslında, o ölçüde de gridir, bulanıktır.
Terörle mücadele konusunda, yıllardır bilinen bir temellendirme yaklaşımı vardır. Buna, "patlamak üzere olan bomba senaryosu" (thicking bomb scenario) adı verilir.
Soru şudur: Patlamak üzere kurulmuş bir bombanın nereye konulduğunu bilen şüpheli bir kişiyi ele geçirdiğinizde, onu konuşturmak için başvuracağınız yöntemlerin insan haklarına uygun olmasında ısrar etmenin bir anlamı olabilir mi? O halde? Sayıca çok daha fazla insanı korumak için, ele geçirdiğiniz o kişiye karşı kullanacağınız muamele tarzının belli bir meşruiyeti olacaktır. O muamelenin insan haklarıyla bağdaşıp bağdaşmaması, bu bağlamda öncelikli bir konu değildir.
Britanya polisinin, İsrail polisinin intihar saldırıları karşısındaki deneyiminden ilham alarak, başa ateş etmekten başka çare olmayışının temel gerekçesi de bu yönde görülüyor. Zamanında, bazı ünlü İsrailli hukukçular da, bu temellendirme biçimini savunmuş ve bunun, "toplumsal bir meşru müdafaa" olarak mütalaa edilmesini önermişlerdi.
Ama bunlardan biri, böyle bir tutumun "kaygan ve meyilli bir zemin"e yol açtığına dikkat çekmekten de kendini alamamıştı.
Terörün, adeta bir iletişim dili olarak kullanılmasına sevdalı bazı çevreler ve değişik çapta terör olayları, elbette 11 Eylül terör saldırılarından önce de vardı.
Ancak bu tarihten sonra, "thicking bomb scenario" tüm dünya sahnesini kuşatmış durumda. Daha önceleri, Britanya'da, İsrail'de, İspanya'daki bireysel vakalarda, terörle mücadele uğruna, "başarı"sı çok tartışmalı olduğu açık ve hukuken kabulü mümkün olamayacak bir politikanın, bugün küresel bir etkiye kavuşturulmasından medet ummak mümkün mü?
Gerçekten teröre karşı bir mücadelenin dilini inşa etme konusunda, acaba yeterince duyarlı ve özenli olduğumuz söylenebilir mi?(TT/EÜ)