"Annen öldü, dedi babam. Oradakiler ilgilenmişler. Anlattıklarına göre her tarafı kömür gibi olmuş. Sonra, bak bu kutuya dedi. Açtım, baktım. içinde annemin külleri vardı. Bunu görünce sanki dipsiz bir kuyuya düşer gibi oldum" diyen Taşihiko Kondo'nun gözyaşlarını.
"Karşımda duran kardeşim olduğu halde, görüntüsü beni dehşete düşürdü. Saçları omuzlarına yığılmıştı. Bembeyazdı. Ağzının kenarı yarım ay biçiminde kesilmişti. Dişleri ve diş etleri görünüyordu" diyen Eko Matsunaga'nın kabusunu.
"Bugün dahi o yaraların izlerini bedenimde taşıyorum. Kafamda, suratımda, kollarımda, bacaklarımda ve göğsümde. Kollarımdaki siyahımsı kırmızı yara izlerine dokundukça, aynada hiç de bana benzemeyen bugünkü suratıma baktıkça ve eski suratımı bir daha hiç göremeyeceğimi, ölene kadar hep bu halimle yaşayacağımı düşündükçe, üzüntüm sanki dağlar devrilmişçesine omuzlarımı çökertiyor.Yarın için bütün umutlarımı kaybettim. Sakat kaldığım düşüncesinden bir an için dahi olsa hiç kurtulamadım. Bunun neticesinde de insanlardan köşe bucak kaçar oldum" diyen Atsuko Çujyoka'nın o kahredici utancını.
"Ölü annesinin memelerini bulmak için çırpınan, ağlayan bebekler de vardı" diyen Kumika Tameşada'nın ürkütücü hafıza seyahatini askerî ihtiyaç gerekçesiyle birkaç saniye içinde kadın, erkek, çocuk, asker ve sivil farkı gözetmeden binlerce insanı öldüren nükleer silahlanma sürecini başlatan bilim'e tiksintide biçimlenen vahşi bakışları.
Bizleri kapitalizmin vahşetine doğuran sevgi yoksunluğunun çürüttüğü çocukluğumuzu. Güzeller güzeli Pier Angeli'nin para ve mutsuzluk uğruna aşağıladığı aşklarımızı.
Dolara endeksli bir çağın kirini gördükçe karanlık sessiz yapayalnızlıklara kelepçelenişimizi. Ve, bütün bunların neticesinde Marcus'a benzer kedileri varoluşumuzun yegane nedenine dönüştürmemizi: "İnsanları tanıdıkça kedileri daha fazla seviyorum." imza, hayır tek kişinin değil, Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu'ndaki Harry Haller'i sözcü olarak seçen binlerin.
Çevresindekiler süratle çirkin mi çirkin bir tacirliğe yuvarlanırlarken, ölüm, kabuslar dünyasının.bu çılgın misafirini, İsa'dan çok Wotan'a, Dyonisos'a, Attis'e, Antinous'a benzeyen, belki de Dypnisos'la İsa'nın bir bileşkesi olan Tanrı'ya doğru kıvrılan saçlarından yakalayıp sarsmıştır. Ama, onun çılgınlığı, Joseph Conrad'ın Ölüm Seferi'ndeki kahramanların teneke levhalardan oyulmuşçasına görünümlerini andıran bir çıkıntısızlıktan çil çil saçılmaz perdeye; aksine, Arthur Miller'ın Cadı Kazanı'ndaki Proctor'una çok benzer: "Darağacına bir evliya gibi gidemem, bu, dünyayı kandırmak olur. Evliya değilim ben."
Bir evliya olmadığı için, bütün seleflerine tekmeyi basar, çılgınlıktan kurtulmaya, çılgınlığı aşmaya hiç çabalamaz. Ne psikiyatrlardan yardım umar, ne de iyileşmek için bir gayret gösterir. Rollerinde de, tıpkı yaşamında olduğu gibi, üstlenir nevrozu.
Şüphesiz, Cennetin Doğusu'nun Cal'ını, Asi Gençlik'in Jim'ini ve Devlerin Aşkı'nın Jett Rink'ini James Dean'den başka bir aktör de, mesela Marlon Brando da canlandırabilirdi. Ancak bu, "pecuniary" hedefe yürüyen bir rejisör açısından hiç de doğru bir karar olmazdı: Nicholas Ray ile George Stevens'ın James Dean hakkındaki düşüncelerinin labirentlerindeki dikenleri pek bilmiyorum ama, Bir Yaşam ismini verdiği otobiyografisiyle Elia Kazan her an elimin altında.
Maccarthysme döneminin bu muhbirler kralının James Dean'e ısınamadığı, onu "bir boka yaramaz velet" olarak değerlendirdiği çok açıktır. Buna rağmen, Cal rolünü ona vermekte de tereddüt etmez. Zira, Elia Kazan, hayatı boyunca, Ernest Hemingway'in Kilimanjaro'nun Karları'ndaki akbabalar kadar korkak bir portre çizmiş olmasına rağmen, asla aptal biri değildi; James Dean'de Hiroşima çağındaki ölümün bilincindeki bir neslin ve bu neslin Amerikan Rüyası'nı inşa eden türedi zenginlerin geçmişlerinden alacağı intikamın "maskesiz gerçeğini" keşfetmişti.
Oysa, James Dean'in selefi Marlon Brando, Elia Kazan'm taptığı "bukalemun", psikiyatra koşarak, bir neslin "akıl bozukluğunun" araladığı müşterek algılama kaynaklarını, yani atom bombası çağı'nın vahşetini yok ederek. "ölçülü" ve "biraz da üstü kapalı" teenager jansenistliğiyle çoktandır Hollywood'a eklemlenmişti.
James Dean, hafızalarımıza lehimlediği imgelerini, ondan başka bir aktörün asla başaramayacağı derecede öyle bir doyum duygusu içinde çizer ki, bu portreler, neticede onun gerçek yaşamından bazı acılı kesitlerin sarsıntısına dönüşürler: Cennetin Doğuşu ile Asi Gençlik, savaş sonrası Amerikan gençliğinin nevrozunu koşullandıran nedenlerden birini, babanın anne karşısındaki trajik zavallılığım, erkeğin o güne kadar varlığından şüphe duyduğu: erkekliğinin bir anda doğurabileceği isyanı boydan boya perdeye yayarlar.
Cennetin Doğusu'nda, öldüğü söylenen anne yıllar önce aileyi terk etmiş, sahil kasabası Monterey'e yerleşmiştir. Aslında bir genelev patroniçesi olan bu kadın, işine hakim olduğu kadar .gerçeğe meydan okuyacak derecede de güçlüdür. Baba ise, Habil ile Kabil'e göndermeler yapan çocuklarının anasının gerçeğîne katlanamayan, geçmişi gizleyen ve puriten dindarlıkla eski karısının gerçeğinden kaçmaya çalışan güçsüz bir adamdır.
Asi Gençlik'te Ann Doran'ın oynadığı anne de, bazı bakımlardan Cennetin Doğusu'nda Jo Van Fleet'in oynadığı Kate'e çok benzer. Raymond De Becker'in belirttiği gibi, dediği dediktir, kocasına, ev işlerini yaparken giydiği brodeli önlüğüyle yürekler açışı kocasına dehşet salar.
Her iki durumda da erkek çocuğun nevrozu rollerin değişmiş olmasına bağlı gibidir sanki. Babanın güçsüzlüğüne ve gerçek dışılığına katlanamaz, ondan erkekliğini ortaya koymasını ister. Babasının bunu hiç mi hiç başaramadığım görünce de umutsuzluğa yuvarlanır.
Bu umutsuzluk içinde Cennetin Doğusu'nda erkek kardeşini annesine saldırtacak kadar, Asi Gençlik'teyse Amerika Birleşik Devletleri'nin kurbanı olduğu anne hakimiyetini temsil eden büyükannesinin fotoğrafını bir tekmeyle parçalayacak kadar ileri götürür kahrını.
Kanaatimce, James Dean'in Cennetin Doğusu'ndaki Cal ve Asi Gençlik'teki Jim yorumları, stanislavskist yöntemi aşarak, onun hem çocukluk günlerinin hem de kızının kendisiyle evlenmesine izin vermeyen Pier Angeli'nin annesi karşısındaki kompleksinin yarattığı nevrozunu da gün ışığına çıkartmaktadır. Zira, James Dean efsanesinin merkezi figürü annesi Mildred'tır. Dean ailesi Fairmount'dan Santa Monica'ya taşındıktan hemen sonra, Mildred kansere yakalanıp ölür. O annesi ki, küçük Jimmy'nin kafasına başarılı olmasının kendisi için ne kadar önem taşıdığını sokmuş, ondan hep çok şey istemişti. Jimmy daha küçücük bir çocukken dahi, ona, dans ve keman dersleri aldırtmaya başlamış, oğulcuğunda en küçük bir yetenek kıvılcımı görür görmez, onu desteklemekten hiç geri kalmamıştı.
Ama annesi öldüğünde Jimmy henüz 9 yaşındaydı ve minik oğulcuğunu yarım kalmış bir çabayla baş başa bırakarak bu dünyadan göçüp gitmişti. O günden itibaren artık etrafında kendisine yol gösterecek kimsesi kalmamıştı Jimmy'nin. Dağınık ve bir türlü yatmayan saçlarıyla, yaşamdan kopar, içine döner. Kalın camlı gözlüklerinin bej çerçeveleri dışına, sadece bir efsaneye dönüşmek için çıkar. En yakın arkadaşı William Bast'a, "Hep gitmek, ama hep gitmek zorundasın; hiçbir yerde hiçbir zaman duraksamaksızın.
Bana göre tek başarı ölümsüzlüktür. .Tarihin akışı içerisinde hatırlanacak bir eser, ardında yüzyıllarca etkili olabilecek bir şeyler bırakmak. İşte, büyüklük" der. Aslında, James Dean'in hayatını "bir, efsane olmak" için tasarlaması, oğlundan hep başarı bekleyen annesine karşı kalbinde hissettiği sorumluğun, attığı her adıma, ağzından çıkan her kelimeye yansımasıydı; Royce Hail Oditoryum'daki o "çılgın diksiyonlu esrarengiz" Macbeth yorumundan itibaren ruhunun derinliklerinde büyüttüğü bir ödevi, kendi imgesinde annesi Mildred'ın da sonsuza kadar yaşaması ödevini yerine getirmeye başlamıştı.
Ancak, kendisini savunmasız bir yaşta yapayalnız bir yetim çocuk olarak bıraktığı için, Mildred'a karşı "gizli bir öfke" de hissetmiyor değildi: Şimdi turkuaz sabahların labirentlerinde düşünün, Cennetin Doğusu'nun Cal'ını ve Asi Gençlik'in Jim'ini stanislavskist yöntemin dışında asıl büyüten husus, acaba onun bu "gizli öfkesi" değil miydi ?
Şüphesiz, James Dean'in Cennetin Doğusu'ndaki Cal ve Asi Gençlik'teki Jim yorumlarını etkileyen başka simsiyah acılar da vardı. Mesela, Pier Angeli'nin annesi. Raymond DeBecker, "Gerçek hayatta, ahlakî ve sosyal uyum adına Pier Angeli'nin annesi, kızının James Dean'le evlenmesine izin vermez. Bunun neticesinde sanatçıyı yalnızlığa, aşkın belki de kurtarabileceği, bir aşağılık kompleksine ittiğini, bunun James Dean'de yarattığı umutsuzluğu görmek şaşırtıcıdır" der. Haklı. Zira, James Dean, Cennetin Doğusu'ndaki Jo Van Fleet'de ve Asi Gençlik'teki Ann Doran'da hep Pier Angeli'nin annesini görmüştür. Asi Gençlik'in Ann Doran'ı burjuva çekiciliğiyle, Cennetin Doğusu'nun Jo Van Fleet'i ise "sosyal uyumu" öne çıkartan ahlakî düşkünlüğüyle asla Pier Angeli'nin annesinden başka biri değildirler.
Bu nedenle James Dean, Cennetin Doğusu'nun Jo Van Fleet'ini ve Asi Gençlik'in Ann Doran'nı hep Arthur Rimbaud'nun şiddet, sadizm, taşkınlık, kötülük ve karamsarlık yüklü bakışlarıyla süzer. Ama, ne yazıktır ki, bu filmler, bu filmlerdeki James Dean'in ürkütücü bakışları, "ihtiyar fahişe" Hollywood'un klasik happy end kuralı için piç edilmişlerdir; happy end için hakim ideolojideki ailenin kutsallığı bir defa daha hafızalara kazınmıştır. Bir başka ifadeyle, gençliğin nevrozu, çocuk merkezli ailenin kilise çatışı altına yaraşırlığında, giderilmiş ve generation çatışmalarının neticelerinin vıcık vıcık bir freudyen hoşgörüyle karşılanması üretilmiştir:
Hollywood'un o günlerin moda eğilimi generation çalışmasındaki happy end'lerinin asıl amacı, elbette, atom bombasının artıklarını soluyan teenager'ları, prototipleri James Dean nezdinde evcilleştirmek, yuvaya döndürmekti.
Ben, James Dean'in, Cennetin Doğusu'nun ve Asi Gençlik'in happy end'leri ile neticede bir sistem casusu haline gelmesinden dolayı sonradan vicdan azabı içinde kıvrandığına inanıyorum. Bir şövalye bu utançla asla yaşayamazdı. Yapabileceği tek şey ölmekti. Ölmek, aynı zamanda, annesine karşı ödevini yerine getirdiğinin inancındaki bir yetimin süratle exterminism'e yuvarlanan, bir dünyaya vuracağı son darbeydi de. Ama, bu ölüm, asla beynini duvara yapış tıran parantezdeki tekrarıdır, sanki.
Dünün şövalyeleri nasıl atlarıyla ölüme koşmuşlarsa, James Dean de çağın mekanik atıyla, saatte 150 mil yapan bir Porsche Spyder'le ölüme randevu yazmalıydı. Bu kutsal görev için önce Porşçhe Spyder'e 6 bin dolar sayar; sonra, canından çok sevdiği kedisi Marcus'u, Pat'e bırakır. Ve, 41 numaralı karayoluna çıkıp gaz pedalını topuklar. Paso Robles yakınlarında, 66 ve 41 numaralı karayollarının kesiştiği kavşakta ise, Porsche Spyder'e rüzgardan kanatlar takar: Asla unutmayın, kazaların çoğu kurbanları tarafından bilinçli yaratılmışlardır. (TA/NK)
* Yazı Taner Ay'ın Çalıntı Yayınları arasından çıkan Cinamascope Kadınlar& Cinamascope Erkekleri kitabının 97- 104 sayfaları arasındaki James Dean yazısından alınmıştır. Vurgular Bianet'e aittir.