Şalom Dergi’den Miryam Şulam imzalı, 4 Mart 2020 tarihli, “İzzet Keribar ve fotoğrafa adanmış bir ömür…” başlıklı söyleşisini yayınlıyoruz.
1936 yılında İstanbul'da doğdu. Fotoğrafla ilgisi, ağabeyi Leon’un teşvikiyle, genç yaşlardan başlamıştı. 1957’de, savaş sonrası gönüllü askerlik için tercüman ve Yedek Subay olarak gittiği Kore'de, bir yıl boyunca fotoğraf çekerek hem tekniğini geliştirdi hem de büyük deneyim kazandı. İzzet Keribar, fotoğrafa verdiği uzun bir aradan sonra, 1980 yılından itibaren, yurt içinde ve yurt dışında fotoğraf amaçlı geziler düzenliyor. Sadece Türkiye değil, başka ülkeleri de kendi kadrajında görüntüleyen fotoğrafları, hem dia hem dijital ortamdaki çalışmaları, ülkemizin en önemli arşivlerinden birini oluşturuyor.
Türkiye’de birçok derneğin onur üyesi olan İzzet Keribar, Uluslararası Fotoğraf Federasyonu tarafından 1985 yılında AFIAP (Sanatçı), 1988 yılında da EFIAP (Ekselans) ünvanları ile onurlandırıldı. 1982’den beri, yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda kişisel fotoğraf sergisi ve dia gösterisi gerçekleştiren ve bugüne kadar 20’ye yakın kitabı yayımlanan Keribar, İFSAK ve başka birçok kuruluşta fotoğraf kurslarına hocalık yapıyor. Ayrıca, Türkiye'de düzenlenen fotoğraf yarışmalarının jürilerinde sık sık yer alıyor. Gerek ulusal gerekse uluslararası fotoğraf yarışmalarında birçok ödül sahibi olan ve 35 yıla yakın, fotoğrafçılığı profesyonel meslek olarak yürüten Keribar, bu sanat dalının Türkiye’de gelişmesine, çektiği karelerle de ülkemizin yurt dışında tanınmasına katkıda bulunuyor.
2012 yılında ‘Kültür ve Turizm Bakanlığı Büyük Sanat Ödülü’ne, 2018 yılında da ‘Cumhurbaşkanlığı Büyük Kültür ve Sanat Ödülü’ne ve 2019 yılında, Işık Okulları, Fevziye Mektepleri Vakfı tarafından ‘Yılın Fotoğrafçısı’ ödülüne lâyık görüldü.
İzzet Bey, 1952’den beri fotoğraf çekiyorsunuz. Daha yolun başında, sizi fotoğraf çekmeye iten hangi dürtüydü?
Öncelikle bana zaman ayırdığın için önce sana, sonra da Şalom Dergi ailesine teşekkür ederek başlamak istiyorum. On dört yaşındaydım, ağabeyim benden 8-9 yaş daha büyüktü. O, resim yapardı, kitap okurdu, sanatla ilgilenirdi, İstanbul’u gezerdi, tarihi ve sanat tarihiyle de çok ilgilenirdi. O ne yapsa ben de yapmak isterdim; benim için iyi bir hocaydı da. 10. sınıftayken, biriktirdiğim harçlıklarımdan bir fotoğraf makinası satın almıştım; böylece, ağabeyimle beraber İstanbul’un tarihî mekânlarını gezip fotoğraf çekmeye başladım. Bir sene sonra, babam, lise mezuniyetim için bana, o zamanın en iyisi olan Leica marka fotoğraf makinesini, hediye etti. 17 yaşında, fotoğrafçılık benim en büyük tutkum olmuştu. Geceleri makinemi başucuma yerleştirir, sabah uyanır uyanmaz da onu gördüğümde sevinirdim.
Askerliğiniz esnasında, Kore’ye gönderilen askerlerle birlikte gitmeye gönüllü olmuşsunuz…
Aynen öyle oldu. 1956’da, İngilizce sınavını geçtiğim için, askerde Yedek Subay olmuştum. Bir gün, sınıfa Yüzbaşımız girdi ve “Aranızda, Kore’ye gönderilen askerlerimizin yanında, gönüllü tercüman olarak gitmek isteyen var mı?” diye sordu. Ben, aileme dahi sormadan hemen yazıldım. Seyahat, macera ve fotoğraf benim hayatımda en sevdiğim şeyler olduğundan, durumu kendim için büyük bir fırsat olarak görmüştüm. 1956 yılının Temmuz ayında, 2.500’er kişilik iki gemi, toplam 5.000 kadar askerle beraber, deniz yoluyla 22 günde Kore’ye vardık. Adil Bortman (Ozi), Jojo Benardete, Hayim Herol, Rafael Filozof, Gabriel Kordovi ve benimle birlikte, altısı Yahudi, toplam 30 tercümandık. Hatırlıyorum da, İstihkâm Bölüğünde Jojo Behar bizler gibi Yedek Subay olarak katılmıştı. Zorlu geçen bir yıl içinde, iki kere izinli, bir kere görevli olarak Japonya’ya da gitme fırsatını kullandık. Yani o yıllarda, Türkiye’de çok da iyi bilinmeyen bu uzak diyarlarda kaldım. Hatta savaş sonrası Güney Kore’nin belgesel fotoğraflarıyla ilgili iki veya üç sergim oldu.
Askerlik dönüşü evlendiniz; aile kurdunuz. Fotoğrafla yeniden uğraşmaya başlamadan önce, 20 yıl kadar nelerle meşguldünüz?
O dönemde, (işimin ve elbette yeni kurduğum aile dışında) çok büyük ikinci tutkum olan, iç dekorasyon ve antika koleksiyonculuğuyla uğraştım. Bu tutkum hâlâ da devam ediyor. Gerçek antikayı çok severim (“Eski eşya başka bir şey” diye de altını çiziyor İzzet Bey anlatırken). Bir ara tuğralı gümüş ve Bohem cam eşyalar topladık ancak onlar küçük koleksiyonlardı. En büyük koleksiyonumuz yaklaşık 250 yıllık Osmanlı İmparatorluğu için özel imalat Viyana porselenleridir.
Hepsi bir yana, bir de pul koleksiyonunuz varmış…
Olmaz mı?! 1970’lerde sadece İsviçre pullarından oluşan ve gittikçe profesyonelleşen büyük bir koleksiyon oluşturdum. O yıllarda Alber Heskiya adlı bir arkadaşım vardı, birkaç yıl önce onu kaybettik. Kendisi pul koleksiyonu uzman yani filatelist idi. “İzzet! Asıl zorluk şimdi başlıyor,” demişti. “Senin artık İsviçre pullarıyla ilgili ciddi bir etüt yapman lazım,” diye de devam etmişti. 1972 yılında çalışmaya başladım; pul koleksiyonerliği dönemim toplam yedi sene sürdü. 1850-1862 yıllarına ait İsviçre kantonlarının mühürlerinin etüdü olan pulları ve o dönemin zarflarını biriktirdim. Bunları, yurt dışında Türkiye’yi temsilen birçok sergiye katılarak dünyaya gösterdim. Bronz, gümüş madalyalar yanı sıra, sonunda önemli bir derece olan “Vermey” (altın kaplama) madalya da aldım. Ne var ki, bu güzel koleksiyonumu 1977’de kendimize bir ev satın alınca, müzayedede satmak zorunda kaldım.
Gerçek sanatçı olunca insan, sanatın her dalında bir tomurcuğu oluyor. Hobileriniz arasına müziği de eklemeden geçemeyiz. Klasik Batı müziği ve piyano…
Kesinlikle. 11 yaşımdayken, piyano dersleri almaya başlamıştım. O zaman da çok iyi kulağım olduğunu söylerlerdi. Hafızamda gerçekten Bach’tan Stravinsky’e uzanan hâlen çok geniş bir klasik müzik repertuvarı bulunuyor. Her gün, en az yarım saat doğaçlama piyano çalarım.. Eşimle beraber hem İstanbul’da hem de yurtdışında pek çok konsere gitmeye devam ediyoruz. Birkaç sene öncesine kadar klasik müzik grubum vardı; 10 kişi kadardık. TRT-3 radyo kanalında Vefa Çiftçioğlu’nun düzenlediği müzik yarışmasına katılmamız vesileyle tanışmıştık.
Fotoğrafa dönüşünüz nasıl gerçekleşti?
Aslında, şans eseri oldu diyebilirim. 1980’de, 15 yaşında olan oğluma, bir Amerika seyahati dönüşümde Pentax marka bir fotoğraf makinası aldım. Oğluma aldım almasına ama onu kurcalamaya başlayınca, bende yine o eski heyecan uyandı ve fotoğraf çekerken buldum kendimi. Fotoğrafa karşı içimdeki tutkunun yok olmadığını anlayınca, İFSAK Fotoğraf Derneği’ne üye oldum. Yeni arkadaşlar edindim. Çeşitli eğitimler alarak eksiklerimi tamamladım ve yarışmalara katılmaya başladım. 1982 yılından itibaren aldığım sonuçlar sayesinde, 85’te FIAP Uluslararası Fotoğraf Federasyonu tarafından ‘Sanatçı’ ve 88’de ‘Ekselans’ ünvanlarına hak kazandım. 90’lardan itibaren uluslararası daha büyük ödüller kazanmaya başladım. Örneğin National Geographic Traveler, Jerusalem Post birinciliği, Ballantyne gibi uluslararası büyük yarışmalarda ödüller aldım.
Hatırlıyorum da, Amerika’dan bir gün National Geographic Society’den beni telefonla aradılar. Düzenledikleri Uluslararası yarışmada 11.000 fotoğraf arasından Dünya İkincisi olmuştum. Kazandığım de küçümsenmeyecek ‘Flash’ bir ödüldü: bir hafta için iki kişilik Havai seyahati kazanmıştım. Bizi İstanbul’dan aldılar, yaklaşık bir hafta Honolulu’da kaldık; oraya gitmişken, seyahati biraz uzatarak çevre adaları gezdik ve gidilmesi nerdeyse imkânsız bu cennette bol bol fotoğraf çektim. Eşim hâlâ, tüm yaşamı boyunca yaptığı seyahatlerin en güzeli olduğunu söyler. Eşimden söz açmışken, profesyonel programlarımın, İstanbul dışındaki etkinliklerimin ve çekimlerimin ne kadar zaman tuttuğunu anlamak zor değil. Eşim, böyle bir hayata katlanmamış olsaydı, vardığım yere ulaşmam mümkün olamazdı. Bu hoşgörüsü fotoğraf yaşamımdaki yolu çok kolaylaştırdı.
Adınızın markalaşma hikâyesini bizimle paylaşır mısınız?
1990’lardan itibaren fotoğrafçılık hayatımda hocalık da yapmaya başladım. İFSAK’ta, özel gruplarda ve bazen bire bir de dersler verdim. 1997’de tekstil sektöründe işler artık çok zorlaşınca, işimi kapattım. ‘İzzet Keribar Görsel Tanıtım’ adıyla yeni bir firma kurdum ve profesyonel olarak fotoğraf çekimleri yapmaya başladım. İki kişilik fotoğrafçı ekibim Ayhan Altun ve Aydın Erel ile birlikte, alışveriş merkezleri, oteller, fabrikalar, hastaneler, inşaat firmaları, acenteler, tatil köyleri ve daha birçok kurumla tanıştık; güzel işler yaptık ve hâlen az da olsa çalışmaya devam ediyoruz. Ekip ve Sirkeci’deki ofisimiz duruyor. Arşivimdeki fotoğraflarla da çeşitli ihtiyaçları karşılamaya devam ediyoruz.
2002’de bana göre bir mucize oldu ve dijital fotoğrafçılık dönemi başladı. 2004’ten itibaren sadece dijital fotoğrafçılıkla devam ettim ama buna ek olarak “Photoshop” öğrenmek gerekiyordu; bu çok önemliydi. Her ikisini de kısa zamanda kabul edip benimsedim. Dijital fotoğrafçılıkta hiçbir fotoğraf çekildiği gibi sunulmaz, bazı rötuşlar yapılır. Profesyonel fotoğraf dünyasında en iyi şeyin güzel ve titiz sunumlar olduğuna inanıyorum; bir de yeniliklere adapte olmak. Yenilenmek ve günümüzde çok hızlı gelişen teknolojileri izleyerek gelişmek çok önemli…
Genelde iki yılda bir fotoğraf makinelerimizi yenileriz. Çözünürlükleri daha güçlü, objektifleri daha kaliteli makinalar alıp çağa uyum sağlamaya çalışırız. Ayrıca doğru kişilerle çalışmak, prensipli olmak, sözümüzde durmamız ve kaliteli işler çıkartmamız, iş tekliflerinde fiyatlarımızın makul olması sayılabilir. Ve de herkesin duyduğu aynı zamanda kazanılmış büyük kültür ödüllerini da sayalım. Profesyonel olarak markalaşma hikâyem böyle gelişti diyebilirim.
Fotoğraf dünyasına yapığınız katkılar, ödülleriniz, hakkınızda dergilerde çıkan yazılar, verdiğiniz dersler, jüriliğiniz, gösteri ve sergiler… Tüm bunlar da markalaşmanızda büyük rol oynamadı mı?
Elbette ki. Türkiye’nin farklı şehirlerine çağırdıkları zaman, hep gittim. İstanbul dışında örneğin Ankara, İzmir, Çorum, Gaziantep, Afyon, Şanlıurfa, Mardin, Edirne, Kayseri, Malatya, Van, hatta son olarak Muş gibi pek de yakın sayılmayan yerler. On sene içinde Türkiye’nin neredeyse tüm fotoğraf derneklerinin ya da fotoğraf yarışması düzenleyen birçok Anadolu kentindeki belediyelerin düzenlediği fotoğraf yarışmalarına jüri üyesi olarak çağrıldığım için Türkiye’yi daha iyi tanımaya başladım. SKYLIFE, Anadolu Hayat Emeklilik, İgdaş, Arbella gibi birçoğu uluslararası, önemli yarışmalarda jüri üyeliği için davet ediliyorum.
Son yıllarda kamu kuruluşları tarafından da size fotoğraf çekimi teklifleri geliyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fotoğraf yaşamında Devlet’ten gelen büyük ödüller var; 2012’de Kültür ve Turizm Bakanlığı Büyük Sanat Ödülü ve 2018’de Cumhurbaşkanlığı Büyük Kültür ve Sanat Ödülü. İkisi de bana büyük sürpriz oldu; hiç beklemediğim, kariyer için verilen ödüllerdi bunlar. Hepsi de, Ankara ve kamu kuruluşları tarafından adımın tanınmasını sağladı.
Son dönemde, ne gibi iş teklifleri aldınız?
En son Ankara’ya davet edildik. Cumhurbaşkanlığı Yeni Millet Kitaplığı’nın fotoğraflarının çekimi üç gün sürdü. Bazen Müzeleri çekiyoruz. Topkapı Sarayı’nın fotoğraflarının yeniden çekimi üzerine konuşmalarımız devam ediyor. 2010 İstanbul Dünya Başkenti adlı projenin fotoğrafçılarından biriydim. Örneğin o yıl Ayasofya’yı ve daha birçok tarihî mekânı çektim. Geçtiğimiz yıl Şanlıurfa, Göbeklitepe’ye yeni bir proje için teklif geldi. Trabzon’daki Sümela Manastırı, Van’daki Akdamar Adası, Karacasu’da Afrodisias, tümü de Türkiye’yi tanıtan fotoğraflardı. Bu çalışmalarımıza ait fotoğraflar, birkaç kez yurt dışında da sergilendi.
Geçen yıl, hem yurt içinde hem de yurt dışında toplam 15 sergi açtınız. Şimdi de 16.’sı da yoldaymış.
Doğrudur. 16 Mart’ta gerçekleşecek bir sergi var. İstanbul İl Kültür Müdürlüğü’nün isteği üzerine ‘Türk İslam Eserleri Müzesi’nde (diğer adıyla İbrahim Paşa Sarayı) yeni bir sergi hazırlıyorum. Arşivimde çok geniş Osmanlı mimarisi eseri ve İznik Çini fotoğrafı var. Sonuç olarak bu konuyla ilgili, 35 tablodan oluşan büyük bir fotoğraf sergisi düşünülüyor. Bugün hâlâ açık olan sergilerimden biri de, İstanbul, Maslak 42’de, 15 fotoğrafımdan oluşan büyük bir kolaj fotoğraf sergisi...
Kasım ayında, Gaziantep Belediyesi için de fotoğraf çekmem istendi. Yaptığım çalışmalardan sunulan 600 fotoğraf içinden 100 fotoğrafım seçildi ve bunlar bugün Gaziantep Kültür Sarayı’nda halen sergileniyor. Ayrıca, bu yıl yeniden basılması düşünülen “Türkiye Sinagogları” kitabının yeni baskısı için İstanbul’da, Edirne’de, İzmir’de, Bergama’da, Kilis ve Gaziantep’te restorasyonları yeni biten sinagogların fotoğraflarını da ekibimle çektik. Birkaç ay önce Kayseri’de ve Afyon’da, Kapadokya’da benzer çekimler yaptık.
Bu sergilere hazırlanmadaki en zor süreç hangisidir?
Doğrusu çok büyük bir zorluk yaşamıyorum. Arşivimiz çok düzenli. Fotoğraf sergilerini ikiye ayırmalı. Ya arşivimizden titiz bir fotoğraf seçimi yapılır ya daha yeni çekimlerden oluşan sipariş fotoğraflarından oluşan sergiler yapılabilir. Türkiye konulu olanlar bazen yurtdışında da açılır. Örneğin son olarak, daha önce New York’ta açılan “Akdamar” sergisi, Aralık ayında, bu defa Londra’da açıldı ve eşimle oraya gittik.
Seyahat ve fotoğraf ileri yaşıma rağmen beni hala çok heyecanlandırıyor. Seyahat acenteleriyle de çalışıyoruz. Örneğin, ‘Dünyanın Renklerine Yolculuk’ 2020 Ajandası, arşivimdeki 52 Türkiye fotoğrafından oluştu. Bu iş eşimle bana, bir haftalık “İtalya-Verona ve civarı” seyahati kazandırdı.
Hem dünya hem de Türkiye ekonomisinin çok da iç açıcı olmadığı şu dönemde, fotoğraf satışları oluyor mu?
Satışlar dönemine göre değişir. Genel hava nasıl değişiyorsa İstanbul’da, sanat anlayışı gibi bu kavram da değişiyor. Benim en iyi fotoğraf satışı yaptığım dönem on yıl önceydi. Fotoğraf camiasında çok tanındım; markalaştım. O dönem fark ettiler ki, müzayedelerde sadece resim değil, fotoğraf da satılabilir; zaten dünyada sanat piyasasında bu hep olmuştur. 2006-2008 yılları arasında burada da müzayedelerde fotoğraflar satılmaya başlandı. Sonra bu talep azaldı. Çağdaş resim sanatı olan işler daha çok satılıyor artık. Çektiğim tarzdaki fotoğraflarsa bazen istek üzerine siparişle satılıyor. Türkiye’deki ekonomik durgunluğu da unutmamak lazım tabii. Bugün meraklısı için, fotoğraf sergilerinde çok fotoğraf satıldığını söylemeyi çok isterdim ama ne yazık ki öyle değil.
Sayısı 20 kadar, her biri çok özel, birçoğu kalın cilt kapaklı kitaplarınız da var. Her kitap bir fotoğraf projenizi mi yansıtıyor? Bu kitapların sizin için anlamı nedir?
Evet. Gerçekten de insan gururlanmadan edemiyor. Arkama baktığımda, aileme, ülkeme ve fotoğraf dünyasına, yaşadığım dönemi ve sanatını anlatan belki de değerli bir miras bırakacağımı görmek çok güzel bir duygu. Fotoğraf, hem geçmişi dolduruyor, hem geleceği. Altı ay sonrası için bir seyahat planlıyorsak, onu öncesinden araştırmaya başlıyorum; sonra o seyahati fotoğraflarımla yaşamaya devam ediyorum, seçiyorum, eliyorum gösteriler düzenliyor, derslerimde kullanıyorum. Sonrasında bir sergide ya da dia gösterisinde onları paylaşınca o anları keyifle tekrar yaşıyorum. Kitap haline geldiğinde ise işte o zaman fotoğraflar gelecekte de yaşamaya devam etmiş oluyor.
Son kitaplarım arasında, Kurukahveci Mehmet Efendi’nin sponsor olduğu ve 17. kitabım olan “Renkli Türkiye”, Geyre Vakfı’nın sponsor olduğu “Afrodisias”, Bursa Belediyesi’nin sponsor olduğu “Bir Bursa Masalı”, ayrıca “Miniatürk”, “Pendik”, “Küba”, “İstanbul Sinagogları”, “Eczacıbaşı Fotografçılar Yıllığı”, yakında çıkacak olan “Akdamar” ve “Gaziantep” ve siyah beyaz fotoğraflardan oluşan “Eski Istanbul” ve daha pek çok kitabım fotoğraf projelerimin meyveleri diyebilirim.
Son çıkan kitaplarımdan biri de Yıldız Sarayı Vakfı’nın sipariş ettiği “Göbeklitepe” oldu. Bu projenin Şanlıurfa’da 2019 Temmuz ayının sıcağındaki çekimlerini, çok zor şartlarda gerçekleştirdik. Daha çok akşam ve geceleri, kendi ışıklarımızı kullanarak çalıştık ve böylece farklı ve ilginç fotoğraflar oluşturduk.
Geçen yıl kaybettiğimiz büyük usta Ara Güler ile tanışır mıydınız, fotoğrafları hakkında neler düşünüyorsunuz?
Büyük Usta Ara Güler’le son yıllarda çok dost olmuştuk. Kendisini birkaç defa ziyaret ettim, sağlığı bozulduğunda ise sık sık aradım. Ara Güler’i kısaca şöyle özetleyebilirim: Her şeyden önce, o çok değerli bir İstanbul fotoğrafçısıydı. Döneminin siyah beyaz fotoğrafları paha biçilmez belge niteliği taşıyorlar. Ayrıca, Türkiye fotoğrafçıları için bir ekol yarattığından, tarzı çok benimsenmiştir. Ara Güler, her zaman “Efsane Fotoğrafçı” olarak anılmaya devam edecektir.
Bundan sonra, yıllardır biriken değerli fotoğraf arşivlerinizle birlikte, nereye doğru yol almayı düşünüyorsunuz?
Benim artık fotoğraf satmak gibi bir önceliğim yok. Amacım Türkiye’nin fotoğraf dünyasının bir parçası olmak ve şu veya bu şekilde o dünyaya katkıda bulunmak. Uzun yılların deneyimiyle birlikte edindiğim bilgi dağarcığım ve fotoğraf hocalığımla yardımcı olabilmek; yarışma jürilerinde bulunmaya devam etmek. Ayrıca, büyük titizlikle çalıştığımız ve bir milyonu aşkın fotoğraf arşivimde hem belge hem de güzel işler olduğundan, gelebilecek taleplere açığım. Türkiye’de bizim çalıştığımız gibi, özenli, özverili ve titizlikle iş yapan, gerçekten fotoğrafa bu kadar büyük emek veren kişi çok da fazla değildir.
Son olarak, gençlere vermek istediğiniz mesajlar neler?
Tüm sanat dallarında olduğu gibi fotoğrafçılıkta da başarının sırrı, o işin sevgiyle yapılmasında yatıyor. Sevgi ile yapılan her işte başarı şansı büyüktür. Yine de, bu önemli kritere yetenek, özveri, sabır, deneyim ve genel bilgi birikimini de ekleyebilirim. (MŞ/AS)