Callas'ların, Tebaldi'lerin, Stratas'ların, Cotrubas'ların tüm yüreklerini ortaya dökerek söyledikleri, ama en güzel yorumunu büyük Leyla Gencer'in sergilediği -yazık ki korsan kaydını bile bulamazsınız kolay kolay- bir üst düzey fahişenin trajik sonu, konu.
Hikaye gerçek, her ne kadar operada biraz daha etik, biraz daha süs, biraz daha abartı varsa da...
Paris'in ünlü fahişesi Marie Dupléssis ile oğul Alexandre Dumas arasında yaşanmış, bol partili, eğlenceli, kumarlı ama bolca da fil gözyaşlı; kavgalı, baharatlı, hanımın lüks yaşam sevdasını doyurmak için "3 Silahşor" babanın sayesinde havalara savrulan onbinlerce franklı, kısacası tam romanlık, dolu dolu bir aşk hikayesidir bu.
Verdi'nin eşsiz müziğiyle
Marie'nin lakabı, göğsüne kendisine tevcih edilen muhteşem mücevherler yerine, yalnızca bembeyaz bir kamelya takmayı tercih etmesi sayesinde Kamelyalı Hanım'a çıkmıştır... Yani la Dame aux Camelias. Baba Dumas, operadaki gibi etik değerler dolayısı ile değil de uçup giden frankların yüklü miktarına daha fazla dayanmayı reddedince bu büyük aşk da çaresiz suyu kesilmiş bitkiler gibi solar gider.
Oğul Dumas da karasevdasını unutmak için babası ile Kuzey Afrika'ya seyahate çıkar. Dönüşünde onu ucuz bir otel odası ve parasızlık beklemektedir. O da aşkını yazar, kendi istediği gibi.
Son cümlesi romanın, biraz yaşadıkları hikayenin özü, biraz da hakikatidir neredeyse: "Madame, maalesef ne sizi ömür boyu sizin istediğiniz kadar sevebilecek kadar zenginim ne de kendimi sizin arzularınıza göre aşkınıza teslim edecek kadar fakir".
Burada bir parantez açalım, Fransızca'da "pauvre" kelimesi, fakir anlamına geldiği kadar acınası zavallı manasını da taşır. La Dame au Camelias hikayede Margeurite Gautier ismiyle vaftiz edilecek, kitap sayfalarından opera sahnelerine Violetta Valéry adıyla transfer olacaktır. Verdi'nin eşsiz müziği ile, yücelerek, taktığı kamelyalar kadar saf bir beyazlıkla yüceltilerek...
Başrollerde
Libiamo nei lieti calici, neşeli kadehlerden içelim ve operamıza bakalım. Prömiyerde Violetta Valéry'i soprano Birgül Su Ariç, Alfredo Germont'u tenor Aydın Uştuk, baba Giorgio Germont'u bariton Gökhan Koç, Flora Bervoix'yı soprano Burcu Kılıç üstlenmişlerdi.
İZDOB kısıtlı olanaklarını iyice geliştirerek kullanmış. Trajik sonu daha baştan haber veren bayağı kederli melodilerle başlayan uvertürün ilk notaları ile açıldı perde ve sokak ortasında bir yatakta Violetta'yı, elinde bir mektup okumaya çalışırken gördük.
Müzik hareketlenip artık birinci perdenin balo sahnesi ile açılışını haber eden tınıları gelmeye başladığında, kayıp gitti yatak hepimize bir "wow" çektiren efektiyle.
Perde kapanıp tekrar açıldığında, sahneyi, her ne olursa olsun sadece ve sadece dünya zevkleri için yaşayan egoizm simgesi Paris jet seti doldurmuştu. Ortamın, insanların çarpıklığı Tayfun Çebi'nin koskoca avizeyi bile eğri astığı devrik sahne dekoru ile fevkalade vurgulanmıştı.
Arka fonda hala sokak dekorunu görmek çok itici geldi bana yalnız. Hoş batıyormuş gibi sağa devrilmiş bir sıra yapışık düzen Boulevard Hausseman evinden oluşan bu fondan bütün opera boyunca kurtulamadık ya... Alman (Saksonyalı) rejisör Arnold Schrem'in Violetta'cığı şu ille de sokağa düşürme saplantısı yüzünden herhalde.
Vampir-hortlak karışımı makyajlama
Rejisör Violetta'nın yeni bir aşkla tanışmanın mutluluğunu ve ama endişelerini de dile getirdiği büyük aryasında duyguların yoğunluğunu havalarda uçurttuğu sandalyeler ve hışımla fırlatılan kadehlerle daha çok Ophélia'nın deli sahnesine çevirmiş.
İkinci perde fakirin fakiri, dövülesi bir minimalism ve zamana hiç uymayan, hele de Paris civarı hiçbir taşra evinde göremeyeceğiniz Thonet tarzı biri sallanır iki sandalye ile cilasız milasız mutfaktan acele kapılıp getirilmiş gibi duran yemek masası ve görkemüstü bahçesini vurgulayan çimen yeşili bolca tülle kaplanmış bir sahneye açıldığında önce hayal kırıklığı kapladı içimi; baba Germont girişini yapıp "bu ne lüks böyle" der demez de aleni gülmeye başladım.
Neyse ikinci perdenin diğer yarısında, Flora'nın verdiği partide, dekor da reji de tutarlıydı. Davetlilerin suratının, ruhlarının çirkinliğini ve kaybolmuşluğunu yüzlerine vurur gibi vampir-hortlak karışımı gri-beyaz makyajlanması ilginçti.
Eğri avize
Son perdede, onca trajediye ve duygu yüküne rağmen gene gülümsetti rejisör. "Maddi manevi her şeyini kaybetmiş" Violetta, bir tek hasta yatağını elinde tutabilmişti. Sokağa atılmış, incecik dekolte geceliği ve veremiyle "bikaç zamandır" açıkta yatmaktaydı.
Yine de Tayfun Çebi'nin dekorlarını başarılı buldum, diyeceğim. Arka fonda sağa devrilmiş görkemli binalar önünde sola devrilmiş sahne, hem çarpık sosyeteyi, hem de özellikle Violetta'nın aşkı ve fedakarlığı arasındaki tezatla ters dönmüş başaşağı gelmiş dünyasını enfes bir hınzırlıkla yansıtıyordu.
Diyorum ya, avizeyi bile eğri asmış, Çebi.. O zaman şaşmayalım, Paris Garnier Operası ekibine tercih edilip Lizbon'a Don Quichotte dekoru yapmaya gitmesine ve kendisine nice başarılar dileyelim.
Geleceği parlak ama hala sözleşmeli
Bulgar şef Tsanko Delibozov'un yönettiği orkestra yorumda dikkatliydi ama operanın tüm karakterini belirleyen, o zamanki Paris'i en iyi şekilde vurgulamak için Verdi'nin özenle bestelediği birbirinin içine geçen, bütün operayı ören, sarmalayan, sahnede diyalogların bir sohbete dönüşmesini sağlayan polkalar, galoplar ve hele o canım valsler şefin kuru marş tempolarından kurtulamadı bir türlü.
İkinci perdede Alfredo'nun, Violetta'nın gidişini öğrenip, dünyasının başına çöktüğü anda temposu da orkestrası da aşırı şiddetliydi maestronun. Sanki bütün operada hızlı tempoda çalınması gerekenler (hele bazen iyice) yavaş, yavaşlar da hızlıydı. Neyse ilerdeki temsiller biraz daha İtalyan-Fransız oynaklığına ve zarif hafifliğine yaklaşır belki tempolar...
Burcu Kılıç genç ve her role göre koyuluğunu ayarlayabildiği sesiyle çok şey vadeden bir soprano. Herhalde IZDOB bünyesinde, (maalesef) hala daha sözleşmeli sanatçı olduğundan ikincil roller veriliyor kendisine.
Flora'da da, geçen sezon Nabucco'da canlandırdığı Fenena, Norma'da üstlendiği Adalgisa kadar başarılı idi. Bu neşeli, hafif kadını, adını çağrıştıran bir çiçek zarafetiyle canlandırdı. İnşallah soprano Kılıç'ı başrollerde de alkışlarız yakın zamanda.
Baritonun başarısı
Gökhan Koç, değerli ve deneyimli bir bariton. Para siccome un angelo diye başlayan, Violetta'dan, saf bakire kızının yapacağı mutlu (yani paralı) evliliğe mani olmamasını ve Alfredo'yu geri dönüşü olmayacak biçimde terk etmesini istediği aryasında özellikle başarılı idi.
Alfredo ile düetinde aynı his yoğunluğunu ve piano kalitesini gösteremedi kanaatindeyim ama, inandırıcı rol ve ses tekniği ile son derece başarılı bir gecesinde idi.
Rüyasında bile söyleyebilir
Aydın Uştuk, La Traviata'yı herhalde uykusunda bile söyleyecek kadar iyi biliyor. Ama daha ateşli, daha inandırıcı bir aşık olabilirdi. Bir anda vurulduğu Violetta'ya aşkını ifade ettiği un di felice eller itina ile ceketin iki yanında hazırol pozisyonunda söylenince biraz taşıdığı manadan uzaklaştı.
Uştuk, aryaları daha dokunaklı olsun diye "hıçkırık" effektini de biraz fazlaca, hatta olur olmaz kullanıyor. Ama akıcı sesi, müzik bilgisi ve sahne tecrübesi ile hakettiği alkışı aldı.
Gecenin yıldızı
Gecenin yıldızı tartışmasız Birgül Su Ariç idi. Sanki başka bir dünyadan inmişti İzmir sahnesine. Tüm arkadaşlarının fersah fersah önünde, inanılmaz bir yoğunlukla ve kendinden tamamen geçmişçesine söylüyor, etten, kandan, candan dikiyordu Violetta'yı önümüze.
Temposu bütün opera boyunca hiç düşmedi. Her detayın, ağzından çıkan her notanın, her kelimenin hakkını verdi. Yer yer Leyla Gencer'i duyar gibi oldum sesinde. Onun gibi çatlatarak, kalınlaştırarak sesini, anlatıyordu içindeki düş kırıklığını.
Kendisine tek tavsiyem, metin okuduğu bölümleri bir İtalyan ile gözden geçirmesi, aryalardaki -bir sopranoda kullandıkları şan tekniği yüzünden zor rastlanılan- telaffuz mükemmeliyetini, anlaşılırlığı ve doğru vurgulamayı prosaya da yerleştirmesi diyerek bir kez daha içten tebrik ediyorum Birgül Su Ariç'i.
Keyifli temsiller
İZDOB fevkalade isabetli bir seçim yapmış prömiyerde sunduğu eserde. Koroyu ve şef Caner Ruhselman'ı candan kutlamak lazım. O küçücük sahnede tüm koro ve dans sanatçılarının her adımlarına milimetrik dikkat ederek sundukları kalabalık ve çok hareketli sahneler, özellikle İspanyol danslarının koreografisi çok başarılı idi.
Tebrikler Neslihan Öztürk! Bu arada bazı korist arkadaşların dans kabiliyetlerini de alkışlamak lazım. Sevda Aksakoğlu da rejisörden Tayfun Çebi kadar nasibini almış gibiydi. Kostümler bir 1850lere gönderme yapıyordu bir 1900lere.
Ama yine de Aksakoğlu'nun ince zevki seziliyordu. Tüm IZDOB mensuplarına tebrikler ve daha nice başarılı, keyifli temsiller... (ME/BA)
* Muammer Erboy, bir müzik aşığı