Kuyrukta onun arkasına geçtim mecburen. Sıra ona geldiğinde, aslında benim sıram, diye düşündüm. İşi uzadıkça sinir oldum. Binaya önce ben girdiğim halde, sırada önüme geçmişti.
Haksızlık değil miydi bu?
Ben onun yerinde olsaydım, "Buyurun siz benden önce girdiniz, sıra sizin," derdim diye düşündüm. Sahi der miydim acaba yerinde olsaydım?
Postaneden çıkınca yuvarlak bankın meydana bakan tarafına oturdum.
Altmışlı yaşlarında iki kadın, kızlarından söz ediyordu. Konuşmalarına isteyerek kulak misafiri olunca, ikisinin kızının da kocalarından dayak yediğini anladım. "Elleri kırılsın," diyordu damadı için biri. Dayak atan oğlu olsa yine der miydi dediklerini merak ettim.
Arkamızda oturanlar biletten çıkacak paralarla neler yapacaklarını konuşuyorlardı.
"Ben kız gibi bir araba alırım, sonra da atarım kızları arabaya..."
"Ben bir Nataşa düdüklemeden gitmem o Laleli'den..." diye başlayan cümleler havada uçuşuyordu.
Genç bir adam gelip kadınların kalktığı yere oturdu. Üzgün görünüyordu. Palyaço şapkasına benzer bir şapka vardı başında. Ne iş yaptığını sordum. Tezgahtar olduğunu, izin gününde yapacak bir şey bulamadığını söyledi. Babası ile annesinin kavgalarına dayanamadığından eve gitmek istemediği için, Beyoğlu'na vakit geçirmeye gelmiş.
O sırada önümüzden geçen genç bir kadına arkasında yürüyen üç genç laf attı.
Ne dediklerini anlamadım ama, kadın onlara "Geri zekalılar!" diye bağırdı.
Yanımdaki genç adama, sizce bu laf atan erkeklerin laf atmaları zekalarıyla mı ilgili, dedim. "Alakası yok. Kadının suçu. Baksana daracık pantolon giymiş," dedi.
Kalktım o banktan, yorulmuştum.
Dört kişiydiler. Yirmili yaşlarında olanın kafasının bir kısmı ile, bir gözünde sargı bezi vardı. Dayak yemiş, diye düşündüm. Diğerleri 12- 18 yaşları arasındaydı sanırım. Sarhoş gibi sallanarak yürüyorlardı. Saçları keçeleşmiş, üstleri başları kir içindeydi. Sokakta yaşıyor olmalıydılar.
Çocuklardan birinin elindeki kirli torbada, irice bir palamut balığı kafasını uzatmış, donuk gözlerle bana bakıyordu.
Balık pazarına girdik; hep birlikte yürüyor gibiydik. İlk olarak en küçüğü dönüp, "Geçmiş olsun," dedi. Uzun zamandır kimse bana öyle acıyarak bakmamıştı. Gülümseyerek teşekkür ettim. Sonra sırayla diğerleri de aynı dileği tekrarladı.
Gülümsememden cesaret aldılar sanki. Biri kazağının altından bir paket kek çıkarıp gösterdi, zafer kazanmış komutan edasıyla. Gittiler.
Rokalar çok güzel görünüyordu. Bir milyon lira olduğunu duyunca, "Başımıza taş yağacak bu pahalılık yüzünden," dedim anneannemden öğrendiğim gibi; güldü manav. "Başka bir şey ister misiniz?" diye sordu. Bu fiyatlarla hayır, dedim. Daha çok güldü.
Manavdaki her şey çok güzel görünüyordu aslında. Rengarenk bir tablo gibi. Ama sadece görünüyorlardı. Artık manavlara bile müzelerdeki şeylere bakar gibi bakıyoruz.
Balık pazarından çıktığımda yağmur yağmaya başladı. Halbuki ben meydanda oturup dinlenmek istiyordum. O sırada, benim yaşlarımda bir adam selam verip hatırımı sordu. İyiyim ama tanıyamadım, dedim.
"Tanışmadık zaten, ben sizi yazılarınızdan tanıyorum."
Meydana bakan pastanelerden birini işaret ederek, kahve ısmarlayıp, konuşmak istediğini söyledi.
Kabul ettim.
Yürümelik takmadığımda yürüdüğüm gibi, zor yürüyordu.
Oturunca, "Ben de özürlüyüm ama, sakatlığım hiçbir şeye engel olmadı benim hayatımda," dedi. "Sevdiklerime kavuşmama engel olması dışında," diye ekledi sonra.
"Diyarbakırlıyım ben. İstanbul'da yaşayanlar çok şanslı," dedi dışarıya bakarak geçenleri bir süre seyrettikten sonra. "Diyarbakır'da çocuklar hep alay edip taşlardı beni, 'topal' diye alay ederlerdi. Şu özürlü lafını da hiç sevmiyorum."
Yeni yıl için iyi dileklerimizi söyleyip bir birimize ayrıldık.
"Yeni yıl" sahiden yeni bir yıl mı olacak?
Dünya ve insan aynı iken 2005 nasıl yeni olabilir ki?
Gelen yıl değil ki yeni olan. Sadece adı yeni.
"Sakat" yerine yeni olan "engelli" kelimesini kullanmak sakatların durumunu değiştirmediği gibi, eski yıl 2004'ün adının 2005 olması da yok etmeyecek yoksulluk, savaş, dayak ve ayrımcılığı.
Değişecekse bir şeyler biz değiştireceğiz. Biz değişebilirsek değişecek her şey.
Körlerin yıllar süren mücadelesi olmasaydı, meyve aromalı maden sularından Anatolya'nın sahibi Asçelik, körler için özel üretim yapar mıydı?
Soda şişelerinin üzerine kabartmalı yazı konması çok önemli gelmeyebilir bazılarına belki ama, bu önemli bir başlangıçtır.
Sadece dilemenin yetmediğini unutmadan, şiddetsiz bir dünya için, yeni yılın yeni Gandhi'ler yaratmasını diliyorum. (NG/BB)