Tunceli'de geçen hafta pişmanlık yasasından yararlanmak isteyen bir itirafçı olan A.Y'nin ifadeleri sebebiyle aralarında siyasi bir partinin yöneticilerinin de bulunduğu sekiz vatandaş tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Bu, Tunceli'de uzun yıllardır vatandaşların -hatta hukukçuların bile- kanıksadığı "rutin" bir yargı uygulamasıdır. Ancak bu uygulamanın artık değişmesi gerektiği de açıktır.
Bu yazıda, Türk mahkemelerinin özellikle "itirafçı" veya "pişmanlık gösteren" kişiler (muhbirler) karşısındaki yaklaşımını değerlendirmek istiyoruz. Zira, Doğu ve Güneydoğu'da uzun yıllardır "itirafçı ifadeleriyle" kişiler özgürlüklerinden uzun süreler yoksun bırakılmakta ya da mahkemeler bu ifadelere dayanılarak ağır cezalar verme yoluna gitmektedirler.
Kuşkusuz ki "çete" veya "suç örgütü" ile mücadele etmek her hukuk rejiminin hakkı ve görevidir. Amaç suçun önlenmesi ya da çeteyi -veya suç örgütünü- dağıtmak için "itiraf" veya "pişmanlık" yolu ile suç örgütünün üyelerine cezasızlık sağlayarak onları hukukun koruması altına almak ve amaca ulaşmak bir yöntem olarak pek çok ülkede kabul edilmektedir.
Ancak, pişmanlık veya itiraf yoluyla suç örgütlerini dağıtmak isteyen resmi makamları ciddi sorunlar beklemektedir. Hangi itirafın ne dereceye kadar gerçeğe uygun veya doğru olduğu ve bu tür bir "delil"e ne ölçüde güvenilebileceği üzerinde çok ciddi düşünülmesi gereken sorunlardır.
Ülkemiz bu yönden "zengin" deneylere ev sahipliği yapmıştır. 12 Eylül'de cuntacılar "değerli muhbir vatandaşlar!" diye başlayan resmi bildirilerinde "ihbarcı vatandaşları" en saygın kişiler mertebesine yükseltmişlerdir.
Bu, bir ihbarcılık furyasına yol açtığı gibi toplumsal dokuya ve değerlere de çok ciddi zararlar vermiştir. Sonraki dönemlerde ise genellikle "terörle mücadele" çerçevesinde pek çok "pişmanlık yasası" çıkarılmış ve bu yasalardan bir sonuç elde edilememiştir. Çete ya da örgütler çökertilemediği gibi haksız ve adil olmayan yargılamalar sonunda "itirafçı ifadeleri"ne dayanılarak masum pek çok insan hapishaneye konulmuştur. Bu tür yasaların işe yaramadığının en son örneği de sonuçsuz kalan "Eve Dönüş Yasası" olmuştur.
Kişilerin en önemli haklarının başında "özgürlük hakkı" ya da "kişi hürriyeti" gelmektedir. Ülkemizde ve evrensel hukuk rejimlerinde "tutuksuz yargılama" temel ilke; tutuklama istisnadır. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nin 3. maddesi "herkesin kişi özgürlüğüne hakkı vardır" hükmü ile özgürlük hakkını güvence altına almaktadır.
Anayasamızın 19. maddesi "herkes kişi özgürlüğü ve güvenliğine sahiptir" diye başlayarak; devamında "suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler... delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan... hallerde tutuklanabilir" hükmünü içermektedir. Yeni CMK 100 ve devamındaki maddelerde ise tutuklama kararı sert koşullara bağlanmıştır.
Bir suç isnadının soruşturulması sırasında suçu önlemek ve kamu düzenini korumak için alınan tedbirlerin en önemlisi "özgürlüğünden yoksun bırakma"dır. Bu, gözaltı ve devamında tutuklama şeklinde gerçekleşmektedir. Yargı, gözaltı ya da tutuklamaya karar verirken kişileri özgürlüklerinden yoksun bırakmanın en ağır tedbir olduğunu unutmayacak; ancak "zorunlu haller"de; suç işlendiğini kanıtlayan "kuvvetli deliller" bulunması karşısında ya da delillerin ortadan kaldırılmasını veya değiştirilmesini engellemek maksadıyla hareket edecektir. Bu tedbirin kötü uygulanmasının vahim sonuçları Van Rektörü Yücel Aşkın davasında bir kez daha görülmüştür.
İşte tam bu noktada "itirafçı beyanları"na dayanılarak gerçekleştirilen tutuklamalar da büyük tartışmalar yaratmaktadır. İtirafçı kişiler "öldürme", "yaralama", "bombalama" vb. en ağır suçları işleyen kişilerdir. Bunların "itirafları" çoğu defa "kendini kurtarmaya" ya da yasanın pişmanlık hükümlerinden faydalanmaya yöneliktir. Yeni TCK'mızın 221. maddesi de "etkin pişmanlık" durumunda itirafçılara cezasızlık veya ceza indirimi öngörmektedir. Yıllardır en ağır insanlık suçlarını işleyenler pişmanlık hükümlerinden yararlanmak için son derece tartışmalı ifadeler vermişlerdir. Bu ifadeleri verenlerin bir bölümü daha sonra mafya veya resmi çeteler içerisinde yeni suçlar işlemeye devam etmişlerdir.
Eski bir PKK'lı olan Abdulkadir Aygan'ın "yeni itirafları" güncel bir örnektir. Bu sebeplerle yargı, yan bir delille desteklenmeyen itirafçı ifadelerine dayanılarak tutuklama kararı verirse bu evrensel normalara aykırı olduğu ölçüde Anayasamıza ve CMK 100. madde hükmüne de uygun düşmeyecektir.
Sayısız insanın canını yakmış kişilerin devlet tarafından birdenbire "makbul tanık" kabul edilmeleri anlaşılır bir konu değildir. Yargı, dağ başındaki gariban köylüleri salt itirafçı ifadeleri ile "erzak verdikleri" gerekçesiyle cezaevine doldurursa sadece devlet değil; adalet ve hakkaniyet duygusu da ağır zarar görür.
Yargının tartışıldığı Türkiyemizde itirafçı-yargı ilişkisinin de tartışılmasında büyük yararlar vardır. (HA/EÖ)