Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Itır Erhart medya, insan hakları ve sosyal girişimcilik alanında çalışıyor. AdimAdim.org adlı sivil toplum örgütünün de kurucularından biri.
Erhart, 11 Ocak'ta 1128 akademisyenin imzasıyla duyurulan "Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız!" başlıklı bildirinin ilk imzacıları arasındaydı. Fakat, 15 Ocak'ta bir açıklama yayınlayarak bildiriden imzasını çekti:
"Ben bir akademisyenim. Sivil toplumcuyum. Ve pasifistim. Hangi ne amaçla olursa olsun, nereden gelirse gelsin, insana, hayvana, doğaya karşı şiddetin her türlüsüne karşıyım. "Barış için Akademisyenler" metnine imza atarken aklımdaki tek şey barıştı, şiddetin son bulmasıydı. Ancak, metin dolaşıma çıktıktan sonra şiddetin yalnızca "bir türlüsününün" imzacılar tarafından kınandığı "bir başka türlüsünün" de desteklendiği algısı oluşturuldu/oluştu. Bu nedenle de tamamen barışçıl niyetlerle imzaladığımız bu metnin kendisi maalesef, nefretin ve şiddetin yeniden üretilmesinin ve kutuplaşmanın aracı haline geldi. Özellikle pasifist yanım nedeniyle içim rahat değil, ve dün gece imzamı çekme kararı aldım."
Erhart bildiriden imzasını çeken ilk kişi değil; Anadolu Ajansı "Devleti suçlayan bildiriden imzalarını geri çektiler" başlığıyla çeşitli üniversitelerden üç akademisyenin soruşturmalardan sonra imzalarını çektiğini duyurmuştu. Bunlar dışında, iki akademisyen de bildiriyi tam okumadıkları gerekçesiyle imzalarını geri çekmişlerdi.
Bense bildiriden ancak tepkilerden sonra haberi olan bir doktora öğrencisiyim; barış isteyen akademisyenlerin terör propagandasıyla suçlanması üzerine bildiriye imzamı göndermiştim. İlk imzacılar arasında olmamakla birlikte, bugün bildiride imzası bulunan 2 binden fazla kişiden biriyim, imzamı çekmeyi de düşünmüyorum.
Bu durumda, Erhart'ın bu kamuya açık derste anlattığı konuyu tam anlayamamış bir öğrencisi olarak, imzasını neden geri çektiğini ve bu ülkeye barışı nasıl getirebileceğimizi sordum.
TIKLAYIN - BİLDİRİNİN ARDINDAN BİR HAFTA: 109 SORUŞTURMA, 33 GÖZALTI, 2 BİN 200 İMZA
Itır Hocam, öncelikle çok teşekkürler sorularıma zaman ayırdığınız için. Şuradan başlamak isterim: Bildiri metninin taslağından ne zaman haberiniz oldu, metinde değişiklik yapmak istemiş miydiniz?
Bildiri metnini 10 Ocak gününde gördüm ve imzaladım. Metnin yaptığı barış çağrısının çok önemli olduğunu düşündüm. Her sabah aldığımız ölüm haberleri hepimizi çok üzüyordu. Barış istiyorduk ve bu metin barış için bir çığlık olacaktı. Evet, değiştirmek isteyebileceğim yerler vardı; muhtemelen başka imzacıların da vardı. Ancak her imzacının eklemelerini, düzeltmelerini almaya çalışılsa ortak bir metne varmamız mümkün olmazdı.
İmzanızı geri çekerken kurduğunuz bir cümle o günden beri kafamı kurcalıyor: "Metin dolaşıma çıktıktan sonra şiddetin yalnızca 'bir türlüsünün' imzacılar tarafından kınandığı 'bir başka türlüsünün' de desteklendiği algısı oluşturuldu/oluştu". Bu cümle hakkında birkaç sorum var, medya çalıştığınız için ilki şu: Bu algıyı kim oluşturdu, nasıl oluşturdu?
Siyasi söylem ve medya söylemi etkin oldu. Kanaat önderleri de katkı sağladı bu algının oluşmasına ve üretilmesine. Sonrasında da yaratılan algı sosyal medya siteleri üzerinden her gün yeniden yeniden üretildi.
Yurt dışından akademisyenler ve çeşitli sivil inisiyatifler yanında, 624 gazeteci Barış Akademisyenleri'nin bildirisine destek verdi. Bildirinin toplumda doğru algılanmasını bu sağlayamazsa ne sağlayabilir?
Bu "öteki"ler çoğaldıkça egemen ideolojiyi savunan kişiler kendilerini daha da net biçimde ortaya koymaya, daha sert çıkışlar yapmaya başladılar ve diyalogdan git gide uzaklaşıldı.
Bu algıyı 'düzeltmek', ya da daha doğrusu, kendi barışçıl niyetinizi açıklamak için neler yaptınız veya yapmayı düşünüyorsunuz? Örneğin Ahmet İnsel bildiride PKK'nin neden eleştirilmediği sorusuna cevaben "Benim PKK ile bir ilişkim yok, ama devletle var" demişti. İmzanızı geri çekmenizi eleştirenlerin size söz hakkı vermediğini eleştirdiğiniz için bunu özellikle sormak istedim.
İçinde bulunduğumuz durumun çok kırılgan olduğunun farkındaydım. Bir yandan da kutuplaşmanın bizi barıştan uzaklaştırdığını, gri alanların kaybolmaya başladığını endişeyle izliyordum. Biz imzacılar, temsil ettiğimiz her şeyle (çalıştığımız kurumlar, içinde bulunduğumuz, destek verdiğimiz sivil toplum projeleri) birlikte kutupların birinde konumlandırılmıştık; hizmet götürdüğümüz, birlikte çalıştığımız, çalışmak isteyebileceğimiz kitlelerin bir kısmı ise "karşı tarafta" kalmıştı. Oysa barış için hep birlikte hareket etmemiz, diyaloğa geçmemiz, gri alanlarda yeniden buluşmamız gerekiyordu. İmzamı çekerken bunları düşündüm. "Acaba yeni bir ortak barış dili yaratabilir miyiz, imzamı çekmem buna aracı olabilir mi?" diye düşündüm.
İmzanızı verdiğinizde henüz PKK'nın Diyarbakır Çınar'daki saldırısı yaşanmamıştı; YDG-H ve YPS gibi PKK'ye bağlı gençler henüz saldırı değil, daha ziyade kendi sokaklarındaki barikatların ve hendeklerin arkasında savunma pozisyonundaydı. PKK'nin bu strateji değişikliği sizi etkiledi mi? İnsel'den devamla, Türkiye'de barış isteyen akademisyenlerin PKK ile nasıl bir ilişkisi olmalı; ya da olmalı mı? PKK'yi "terör örgütü" olarak tanımlamak, öncelikle PKK'yi "kınamak" bir zorunluluk mu? Devletin resmi söylemlerinden bağımsız bir akademik bakış mümkün mü?
Tabii bağımsız bir akademik görüş olabilir. Hegemonik siyasi söylemi her birey gibi akademisyenler de eleştirebilir. Eleştirmelidir de. Barış isteyen akademisyenlerin hepsinin adına konuşmam yanlış olur. Benim fikrimi sorarsanız, barışa giden yolda, şiddetin her türlüsünün, nereden gelirse gelse kınanması gerekiyor.
Bugün Yeni Akit gibi gazeteler barış bildirisini imzalayan akademisyenlerin "İslam düşmanı" olduklarını iddia ediyor. Halbuki YÖK soruşturmaları başladığında siz çok değerli bir şey yazmıştınız: "Yıllar önce türbanlı öğrencilerimizi derse aldığımız için bize karşı olan YÖK bugün barış istediğimiz için soruşturma açıyor." Şimdi siz imzanızı çekince Yeni Akit'in oluşturduğu algıyı nasıl düzelteceğiz?
"Ya bizdensin ya onlardan" algısının bize çok zarar verdiğini düşünüyorum. Tutarlı olarak insan haklarından, yaşamdan yana olduğunuzda, siyasi konjonktüre göre, "bir bu tarafta", "bir diğer tarafta" konumlandırılıyorsunuz. Oysa bir üçüncü yol var: "barıştan yana, haklardan yana".
Sizin Gezi ve liderlik üzerine de çalışmalarınız var; ben de politik sosyoloji çalışan bir öğrenci ve okulumdan izin alıp Gezi'ye katılmış bir eylemci olarak Türkiye'deki iktidar-vatandaş ilişkileri üzerine bir gözlemle sormak isterim: Gezi barışçıl bir protestoydu ama hükümeti devirmekle suçlandı, bu hukuken kabul edilmemiş olsa bile hükümetin söyleminde böyle kodlandı, AKP'li çoğunluk tarafından böyle algılandı. Kürt hareketinin silahsız kolları da terörle suçlanmıştı, belediye başkanları dahil binlerce siyasetçi tutuklanmıştı. Şimdi de akademisyenler teröre destek vermişler gibi bir algıyla suçlanıyor. Özetle, muhalif sesler iktidar tarafından en ağır suçlarla itham edilerek baskıya uğruyor, susturuluyor. Bunu nasıl aşacağız? Ladies of Beşiktaş gibi, hegemonya'nın diline karşı nasıl ‘düdük çalabiliriz’?
Muhalefet olmazsa, muhalif sesler çeşitlenemez ve kendilerini duyurabilecek alanlar yaratamazlarsa demokrasiden söz edemeyiz. Barışçıl protesto haktır, ifade özgürlüğü de. Siyasi iktidarın kendisiyle bu haklarını kurarak iletişim kurmaya çalışan kitleleri dinlemesi, onlarla diyaloğa geçmesi elzemdir.
O zaman son soru: İmzanızı çekerken "tamamen barışçıl niyetlerle imzaladığımız bu metnin kendisi maalesef, nefretin ve şiddetin yeniden üretilmesinin ve kutuplaşmanın aracı haline geldi" dediniz. Sizi şu anda Kürtler de, Kemalistler de, milliyetçiler de, AKP'liler de okuyor olsa, tüm bu kutuplara nefreti ve şiddeti yeniden üretmeyecek bir dille, Itır Erhart'ın barış bildirisi olarak ne yazarsınız bugün?
Birbirimizi yaftalamak, ötekileştirmek yerine, gelin, acılarımızın, kayıplarımızın, endişelerimizin etrafında bir araya gelelim. Birbirimizi dinleyelim, anlamaya çalışalım, şiddeti nasıl azaltabileceğimiz konusunda birlikte düşünelim çünkü barış ancak bunu başarabildiğimiz gün mümkün olacak. (EKS/HK)